Şairler, haberleri ötelere ulaştırır… Onlar, yarına bırakırlar sözü. Nitekim şairler şunu bilir: Şehri sevmek, şehri unutmamaktır.
Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Bir şehri sevmek için mutlaka o şehirde doğup büyümeniz gerekmez. Hatta sevdalandığınız şehirde kısa bir süre yaşamanız da elzem değildir. Bizim doğup büyümediğimiz, seyahat amaçlı da olsa bir müddet yaşamadığımız, sularını içip sokaklarında dolaşamadığımız şehirleri sevmemizin saikı ne olabilir? Bu soru muvacehesinde düşündüğümde, klasik aşk mesnevilerimizde dile getirildiği haliyle, “önce kulak âşık olur” hükmünü hatırlarım. Nitekim Hüsrev, Şirin’in namını duymuş; görmeden, konuşup dinlemeden ona âşık olmuştur. Bu aşkıyla yola uzun ve çileli bir yola çıkmıştır.
Evet, sevgi önce kulaktan başlar… Duyarız, severiz. Gidip göremediğimiz şehirler meftun olmamız da bundan kaynaklanır. Mesela bendeniz hiç göremediğim Kudüs’ü seviyorum. Sadece Kudüs’ü mü? Hayır. Sevdalısı olduğum şehirleri şuraya yazsam, bir liste yapsam, liste uzar gider… Henüz göremediğim, ama sevdalandığım şehirlerden bir kaçını zikredeyim: Öncelikle Buhara, Semerkant, Kaşgar, Kazan, Nişabur, Bağdat, Kerbela, Kahire, Kabil, Belh… Gönlüme danıştım, mesela değer verdiği Venedik, Floransa ve Viyana gibi şehirlere de ilgim var; ama oralara sevdalı değilim. Benim gönlüm mesnevilerde portresi çizilen şehirlerden yana. Beni ben yapan tarihin izini takip ederek, alperenlerin uğradıkları şehirleri, çarşısında hak ve adaletin hâkim olduğu, mektep ve medresesinde ilim tahsil edilen, tekkelerinde insan yetiştirilen, törenin hüküm sürdüğü, sözün ve sohbetin muteber olduğu şehirleri… Evet, bu şehirleri akıncı beylerinin atlarının nal seslerine kulak vererek gezmek, tanımak isterim. İmkânlar dâhilinde Rumeli’yi Dubrovnik’e değin Yahya Kemal’in rehberliğinde, hep muhayyel bir akıncının atından kopup gelen nal seslerinin izinde gezdim. Kervansaraylarda dura dura, sükûnet ve huzurla seyahat etmenin zevkine erdim. Asya’da Pirimiz Türkistan’da, Kafkasya’da Şeyh Şamil’in izinde dolaşmaya çalıştım. Afrika’da ise rehberim daima Hz. Ömer olmuştur.
Lakin sevdiğim şehirler içerisinde gidemediklerim, gittiklerimden haylice fazla. Ekonomik sebeplerden mi? Zaman fukaralığından mı? Neden gidemedim? Elbette bütün bunlar önemli sebepler fakat insan gitmeye karar verdiğinde para da zaman da kendiliğinden gelir. Mühim olan niyet etmektir. Peki, niyet etmedim mi? Niyet ettim; ne var ki, niyetim tam kemâle eren bir niyet olmadı. Neden mi bunu söylüyorum? Çünkü bir şehre varmanın evvelemirde, o şehrin sizi çağırmasıyla mümkün olacağına kaniyim. Siz buna batıl inanç diyebilirsiniz. Fakat ben böyle inanıyorum: Şehir sizi çağırmadan siz o şehre gidemezsiniz… Buhara, henüz çağırmadı. Bağdat da öyle. Ama Kudüs gibi medeniyetleri buluşturan, miracın şehrine varmam için başka bir şartım daha var: Burada zalimlerin zulmü dursun… Benim bu değerlendirmem yanlış bir anlayış olabilir, bilemem. Ama huzursuz bir şehirde, gözyaşlarının dinmediği bir muhitte keyfi maslahatları öne çıkartan bir seyahat yapamam. Bir yaraya merhem olamıyorsam, orada ne işim olabilir? Bir dost sofrasında güvenle oturup halleşemeyeceksem, kardeşlerimin lokmasını tadıp sohbetle demlenen çayının rayihasını duyamayacaksam, orada ne yapayım? Kudüs içimdeki yara. Kaşgar da öyle… Belki bir hâl olur, bu kanaatimden vazgeçerim; bilemiyorum. Ama şunu biliyorum: Sevmek başka şey, kavuşmak başka…
Biz kavuşulamayan sevdaların çocuklarıyız. Hep sıla türküler söylememiz bundandır. Sözümüz de sazımız da hüznümüzden beslenir. Fakat şu var ki bazı şehirlerin sakinleri, yaşadıkları şehirden bigânedir. Onlar fiziken orada meskûn, lakin mânen çok uzaklardadır. Sevgilinin sokağında, ama sevgiliden uzak… Bu bir trajedidir. Çıkın şu şehrin en işlek caddesine, Bursa’da yaşayıp da Bursa’yı yaşamayanların gezindiğine tanık olacaksınız. Medine’de meskûn olup, bir türlü Medineli olamayanları hatırlayalım. Şehirlerin anası olan Mekke’de, Harem-i Şerif’i Zemzem Tower ile kuşatan zihniyeti nasıl Mekkeli kabul edeceğiz? Evet, onlar hukuken Mekkelidir; ama ruhen… Sahi ruhen nereliler? Bu İstanbul için de geçerli bir soru. Nişantaşı’nda oturup Süleymaniye’ye yabancı olanların sıla türkülerinden hazzetmesini beklemek nafiledir. Demem o ki, bir şehri sevmek, o şehirde doğup büyümekle doğrudan doğruya alakalı bir duygu değildir. Şehri sevmek, şehrin kültürel tarihini, söz varlığını, töresini, mana ve mazmunu ile intikal eden mirasını müdrik olmak demektir. Sokaklarında kaybolmak, soğuk sularını içmek, ozanlarına kulak vermek, destanlarını dinlemek, şadırvanlarında abdest almak, mabetlerinde huzura durmak, sofralarında ikram edilen nimetleri tatmak… Şehri sevmek, şehri yaşamaktır.
Sevdiğimiz şehirlerin haberleri bizi etkiler. Sanki sevgiliden gelen haberler gibi… Âşıklara turnaların, meltemin yahut kudemânın ifadesiyle sabâ rüzgârının getirdiği haberler gibi ansızın gelen haberler bizi etkiler. Bilhassa şairlerin mısralarıyla taşınan haberler. Bazen bu haberler yaralar, kanatır içimizi; tıpkı Budin’e ağıt gibi, Nizar Kabbânî’nin mısraları yakalar bizi.
Budin’in içinde uzun çarşısı, Orta yerinde Sultan Ahmed Camisi, Kâbe suretine benzer yapısı, Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
…
Bir vatan çaldınız siz
Çılgınca alkışladı dünya
Binlercesine el koydunuz evlerimizin
Sattınız çocuklarımızdan binlercesini
Simsarca alkışladı dünya
Kiliselerden yağı çaldınız
Mesih’i çaldınız Nâsıra’daki evinden
Çılgınca alkışladı dünya
Şairler, haberleri ötelere ulaştırır… Onlar, yarına bırakırlar sözü. Nitekim şairler şunu bilir: Şehri sevmek, şehri unutmamaktır.