Geçen yüzyılda dağarcığımıza giren kültür emperyalizmi denilen ve gelecek nesilleri rehin alan büyük savruluşun bir yönü, ne yazık ki dilimizde yaşanmıştır. Bambaşka bir kültür evrenine doğru sürüklendiğimizin yaşayan kanıtı da, hayatımızı istila eden, adeta zihnimize kazınan başka dünyaların kelimelerdir.
Ali Öztürk

“Fa‘lem ennehû Lâilâhe illallâh…”
Modern zamanın, hayatın dışına ittiği kelimeler vardır. Aslında tam da hayatın merkezinde duran ve orada olması gereken kelimelerdir bunlar. Kelimeyi yaşatacak olan kültürdür; o kültürü oluşturulmamışsa kelimeler hayatımızdan çeker, gider. Bir de bakmışız bambaşka hayatlara, anlayışlara ait kelimeler, kavramlar başucumuzda dolanır durur. Eğer kendimize gelebilmişsek hangi ara bu kadar baştan çıkarıcı müskirata maruz kalmışız, şaşkınlık ve çaresizlik girdabına yuvarlanmışız, hüzünle müşahede ederiz. Geçen yüzyılda dağarcığımıza giren kültür emperyalizmi denilen ve gelecek nesilleri rehin alan büyük savruluşun bir yönü, ne yazık ki dilimizde yaşanmıştır. Bambaşka bir kültür evrenine doğru sürüklendiğimizin yaşayan kanıtı da, hayatımızı istila eden, adeta zihnimize kazınan başka dünyaların kelimelerdir.
Bu yazımızda hayatımızın tam merkezinde olduğu için zamana karşı direnen, İslam binasının temeli olan bir kavramı konu edineceğiz: Tevhid. Ecdadımızın hayat düstûru hâline getirdiği, mimariden edebiyata bütün sanat eserlerine ruh veren bu kavram etrafında oluşturduğu eşsiz kültür hazinesinin edebî veçhesi üzerine bir nebze nazar edeceğiz.
Kelimeler de canlılar gibidir, aidiyetleri ile bilinirler. Nereden geldiği, ne zamandan beri aramızda olduğu, bizim ona, onun bize ünsiyeti bakımından önemli görülür. Tevhid Arapça kökenli Türkçeleşmiş bir kelimedir. Türkçe vurgumuzun sebebi, Türkçe konuşan kahir ekseriyetin kelimeyi sözlük yardımı olmaksızın en azından bir manasıyla anlıyor oluşudur. Tevhid, Arapça vav-ha-dal kök harflerinden türemiş, tef’îl vezniyle masdar olarak dilimize geçmiş, anlamı itibariyle bir etme/birleme/birleştirme manalarına gelen bir kelimedir. Kelime anlamıyla Türkçede hukuk dilinde yaygınlık kazanmıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu bilmeyen yoktur. Günümüzde imar mevzuatında parsellerin tevhid edilmesi (birleştirilmesi) anlamında kullanılmaktadır. Terim olarak ise yediden yetmişe bütün Müslümanların dilinde olan “lâilâhe illallâh” sözünde ifadesini bulan Allah’tan başka hiçbir ilah/tanrı olmadığı anlamına gelmektedir. İslam dairesine girebilmek için kelime-i tevhid olarak isimlendirilen birleme ifadesinin dil ile ikrarı şart olarak görülmüştür. Kur’an-ı Kerîm’de kelime olarak doğrudan geçmese de tevhid akidesinin bir nevi özet öğretisi olduğu için İhlâs sûresine “tevhîd” adı da verilmiştir. İslam inanç esaslarını, özellikle selef akidesi çerçevesinde inceleyen Kelâm ilminin şubesine de tevhid ilmi denmiştir. İslâm inanç sisteminin sembolik kavramı olduğu için olsa gerek çocuklara isim olarak da verilmektedir: Erkeklere Tevhit, kızlara Tevhide. Bütün peygamberlerin kendisine çağırdığı (Enbiya, 21/25) mahza hakikat olan, uğruna can verilen o büyük kelimenin bir de edebiyat terminolojisinde kazandığı anlam vardır ki bu yazımızda üzerinde durmak istediğimiz budur. O da Yüce Allah’ın varlığı, birliği, yüceliği, eşsiz kudreti, esma ve sıfatları etrafında çoğunlukla manzum olarak kaleme alınmış olan eserlerdir.
Klasik edebî kültürümüzde manzum eserlerin Cenab-ı Allah’ı konu edinen bir şiir ile, çoğunlukla da bir tevhid manzumesi ile başlaması âdet hâline gelmiştir. Tevhidler bir mürettep divan ya da mesnevinin besmeleden sonraki hamdelesi mahiyetindedir. Başta kaside olmak üzere, gazel, mesnevî, terci-i bend, terkîb-i bend, rubâî, tuyuğ vb. klasik edebiyatın pek çok nazım şekli ile yazılmış tevhid manzumeleri bulunmaktadır.
Tevhidler Allah’ın varlığını, birliğini, ululuğunu anlatmak üzere düşünülüp tasarlanmış şiirlerdir. Şairin ne anlatacağı akaid/kelam ilminin sınırları ile belirlenmişken nasıl anlatacağı da edebî gelenek ile çerçevelenmiştir. En başta Allah’ın selbî (sadece O’na mahsus), ve subûtî (mahlûkatına da kısmen bahşettiği) sıfatları gelir ki bu konular, iman edilen varlığa ait bilgileri ifade eder ve tevhidler emek mahsulü, bilgi seviyesi yüksek şiirleridir. Bu yüzden şiirsel söyleyişin getirdiği coşkunluktan ziyade aşkın bir varlığı anlatmanın uyandırdığı haşyet ve ürpertiye dayalı bir his düzeyinden bahsedilebilir. Hikemî şiir ekolünün kurucusu Nabi’nin (ö. 1712),
Teâlallah zihî dîvân-tırâz-ı sûret ü ma’nâ
Ki cism-i lafz ile rûh-ı meâli eylemiş peydâ[1]
beytiyle başlayan meşhûr tevhid kasidesi Türk edebiyatının en güzel tevhidlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Nâbî bu tevhidinde Yüce Allah’ın esmâ ve sıfatlarını, her şeyin yerli yerince yaratıldığını, zıtlıklarla dolu âlemdeki her şeyin bir hikmete mebni olduğunu, Hakk’ın verdiği nimetleri bilip şükretmek gerektiğini, ancak kulların bu şükrü hakkıyla ifa edemediklerini etraflıca anlatır.
Cenab-ı Hak ile ilgili bir şiir yazmak, şairi için bir şeref kabul edilmiştir. Ancak bu türde eser vermek kolay bir edebî faaliyet değildir. Zira konu, aklın anlamakta aciz, kelimelerin tavsifte yetersiz kaldığı ezelî ve ebedî olan, varlık âleminin sahibi, hâlikı, Yüce Allah’tır. Bütün esma ve sıfatlarına rağmen gerçekte O’nun zat-ı şerifinin hakkıyla bilinmesi mümkün değildir. Taşlıcalı Yahya’nın (ö. 1582) dediği gibi “Hakîkatte Hakk’ı Hakk bilir ancak.”
Edebiyatın söze güç katmak için kullandığı bütün söz ve mana sanatlarının Rabb-i Müteâl’in zâtına ve evsafına dair kelâmda zorlandığı âşikârdır. O’nun yüceliğinin teşbih edilebileceği bir varlık olmadığından büyüklüğünün emarelerini hissederek hayret ve haşyet ifade edilebilir ancak. O’nun canlı cansız bütün mahlûkatı, hikmetinin gereği hiçbir şeyi boş yere yaratmadığı, her canlının rızkına kefil olduğu anlatılabilir; ama Mübdî, Hâlik, Râzık, Bâri, Semî, Basîr vb. oluşu mübalağa edilemez. Mesela, karanlık gecede kara taşın üzerinde yürüyen kara karıncayı görmesi biz insanlar için hayreti mucip olabilir; ama her şeyi bilen ve gören Zât için zaten öyledir; mübalağaya konu olabilecek bir harikuladelik söz konusu değildir.
Her ne kadar kalem ve kelam O’nu anlatmaktan aciz kalsa da tevhid kelimesinin mana ve mefhumu çerçevesinde şairlerin üstün zihinsel çabaları ile şiirsel yeteneklerini birleştirdiklerini görmemek insafsızlık olur. Daha on dördüncü yüzyılda Azerbaycan’ın ünlü hurûfî şairi Seyyid Nesîmî’nin (ö. 1417?) İhlas sûresinden lafzen iktibas suretiyle yazdığı şu mısralar, tevhid öğretisinin şiire yansıyan dikkat çekici örneklerinden biridir:
Okurum isminde Bismillâhirrahmânirrahîm
Çün sıfatındır sıfatın “Kul hüvallâhu ehad”
Evvel ü âhir hüve’l-hayyü’l-lezîsin lâ yemût
Zâhir u bâtın hüve’l-bākīîsin “Allâhü’s-samed”
“Lem yelid” sensin okurum ey “velem yûled seni”
“Lem yekün” zât ü sıfatındır “lehû küfüven ehad”[2]
Kimi şairler, “Lâilâhe illâllâh” tevhid kelimesini, orijinal söyleyişi ile şiirlerinde redif olarak kullanmışlardır. Ahmedî (ö. 1427), Cem Sultan (1495), Mihrî Hâtun (1516), Şeref Hanım (1860) bu şairlerden bazılarıdır.
Ne durur Hakk’a varmağa râh
Himem-i lâ ilâhe illallah
matla beytiyle başlayan kasidede Cem Sultan, sözgelimi, küfür yarasını ebediyyen iyileştirecek olan merhemin, gönül ve can bahçesini taze tutan çiy tanesinin, yazıldığı kalbi nur ile dolduran rakamın, Hudâ’ya yaklaştıran yoldaşın, girdiği parmağın sahibine bütün insan ve cinlerin itaat ettiği yüzüğün, Cem’i Hak yoluna ileten delilin… Lâilâheillallah tevhid kelimesi olduğunu şiirsel bir üslupla ifade etmiştir.
Şer’î esaslara dayalı akaid ilminin inceliklerini içeren bilgi yüklü tevhidlerin yanı sıra bir de tasavvufi neşve ile külfetsiz bir söyleyişle yazılmış tevhidler vardır. Vahdet-i vücud anlayışını yansıtan bu şiirlerdeki temel düşünce, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim. Bilinmek/tanınmak için halkı/kâinatı yarattım.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, ll, 132) Kudsî Hadis olarak rivayet edilen sözde ifadesini bulan yaratıcının bilinmek için yaratma faaliyetinde bulunduğu fikrine dayanır. Niyazî-i Mısrî’nin
Zihî kenz-i hafi kandan gelir her var olur peydâ
Gehî zulmet zuhûr eder gehî envâr olur peydâ[3]
beytiyle başlayan gazeli, cemâl-celâl tecellileri, vahdet-kesret, yâr-ağyâr, mü’min-kâfir, cennet-cehennem zıtlıkları üzerine bu minvalde yazılan tasavvufî tevhidin en güzel örneklerinden biridir. Bir de Cenab-ı Hak ile senli-benli konuşur tarzda yazılan konusu Allah olan; ama üslûp itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın azametiyle mütenasip olmayan bir takım şiirler vardır ki sadece not etmekle yetinmiş olalım.
Yüzlerce yıldan beri kültür havzamızda Türkçe söyleyen şairler İslam dininin temeli olan tevhid akidesini şiirleştirerek edebî alana taşımışlar ve birbirinden güzel örneklerle bugünlere ulaştırmışlardır. Bir edebî tür olarak Tevhidler, Allah’ın varlığı, birliği, ululuğu konularında yazılan düşünülüp tasarlanan, entelektüel bir çabayı gerektiren şiirlerdir. Divanların başında yer alması, geleneğin bir baskısı olarak da yorumlanmıştır. Ancak zorunluluk sebebiyle de yazılmış olsa bu şiirlerin duygudan ve lirizmden tamamıyla uzak olduğu düşünülmemelidir. Özellikle tasavvufî tevhidlerdeki Yaratıcı’nın hikmetinden sual olunamayacağı tarzındaki şiirlerde his boyutunun şiire yansıdığını görmek gerekir. Diğer taraftan tefekkür ve tedebbüre dayalı Tevhid manzumelerinin sonuna doğru şairin Cenâb-ı Hakk’ın muhteşem kudretini ve mahlûkatına ikram ettiği sınırsız nimetlerini anlatmaya kelimelerinin yetmeyeceğinin bilincinde olarak af talebinde bulunduğu mısralarda lirizme geçiş yapması dikkate değerdir.
Bir nazım türü olarak Tevhidler, şu ya da bu şekilde değerlendirilebilir. Her sanat, edebiyat ürününde olduğu gibi tevhid manzumelerine de bir kıymet biçilebilir. İşin bir başka boyutu daha vardır ki şiir ve şairin kıymetinin de ötesinde mevzuun ulviyyetidir. Yüzyıllar öncesinden yazılan tevhidler, mümince bir kabul ve duyuşun günümüze yansıyan akisleri olarak dünya durdukça hoş bir seda olarak kalmaya devam edeceklerdir. Öbür dünya için ise Bir ve tek olan Allah’a kalben inanmanın nazmen ikrarı olan tevhidlerin, şairi için bir nevi muvahhidlik belgesi olarak kabul edileceği ümididir. Muallim Naci’nin, mezar taşına da hakkedilmiş olan,
Hak-perestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir
Bir nefes tevhîdden ayrılmadım Allah bir
mısraları, bu ümidi çağrıştırmaktadır. Muvahhid bir kalbin tezahürü olan bu beyit, şairin Fahreddin Râzî’den özetleyerek çevirdiği “Hulâsatü’l-İhlâs” isimli İhlas Sûresi tefsiri ile meşgul olmasının tesiriyle yazılmıştır.
Dinî edebiyatımızın, hatta bütün klasik edebiyatımızın imâmesi mesabesindeki bu edebî tür ile ilgili söylenecek elbette çok şey var. Daha fazlası için yapılan akademik çalışmalara, ansiklopedi maddelerine, hazırlanan antolojilere bakmak yararlı olacaktır.[4] O’nu hiçbir eserin tam anlamıyla tavsife güç yetiremeyeceğini pek veciz olarak ifade eden Mahmud Celaleddin Paşa’nın (ö.1903) şu rubaisiyle sözlerimizi bitirelim:
Yâ Rab, sıfât-ı vahdeti sensin hâiz
Âsâr-ı celîlen ebediyyen fâiz
Evsâfını ancak yazabildim şu kadar
Mevlâ sana derler, bize abd-i âciz…[5]
[1] Allah Teâlâ, suret ve mânâ dîvanının öyle süsleyicisidir ki, lafız cismiyle, mânâ ruhunu ortaya çıkarmıştır. Nabî’nin “Der Tevhîd-i Hazret-i Bârî” başlığı altındaki 89 beyitlik Tevhîd kasidesi ve açıklaması için bk. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Edebiyat Yazıları, İstanbul 1997, s. 131.
[2] Mustafa İsen-Muhsin Macit, Türk Edebiyatında Tevhidler, TDV Yayınları, Ankara 1992, s. 3
[3] Bk. Ali Öztürk, Niyâzî-i Mısrî, Ketebe, İstanbul 2018, s. 33.
[4] Tevhidler için daha fazla bilgi için şu eserlere bakılabilir: Ali Nihad Tarlan, Divan Edebiyatında Tevhidler, İstanbul 1936; Mustafa İsen-Muhsin Macit, Türk Edebiyatında Tevhidler, TDV Yayınları, Ankara 1992; Mustafa Uzun, “Tevhid”, DİA, İstanbul 2012, c. 41, ss. 24-26; Haluk Gökalp, Türk Edebiyatında Manzum Tevhidler, Kesit Yayınları, İstanbul 2016.
[5] İsen-Macit, s. 91.