Her şeye rağmen birçok Almanın her zaman dile getirdiği gibi yine de her yerde en dürüst çalışanlar Anadolu’dan gelen saf ve temiz yürekli bu insanlardı. İşlerine hile ve yalan karıştırmadıklarından çoğu kez Alman işverenlerin tercihi Türkiye’den gelen işçilerdi.
Mucahid Yıldız

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Türklerle Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkiler başka bir boyut kazandı. İkinci Cihan Harbi öncesinde Osmanlı’nın son döneminde ve cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarındaki münasebetlerin daha çok siyaset, eğitim ve kültürel alanlarda olduğunu görüyoruz. Fakat savaş sonrası ilk sırada Almanya olmak üzere Avrupa’da nüfusun çok büyük oranda azalması sonucu işgücünde de büyük bir açık yaşandı. Kısa bir zamanda yeniden canlandırılan sanayide acilen işgücüne ihtiyaç vardı.
Önceleri Almanya bu açığı gidermek için belki kültürel kaygılarından dolayı İspanya, İtalya ve Yunanistan’ı tercih etti. İlk gelen işçiler bu ülkelerdendi. En fazla işçi göçü Almanya’ya olduğundan örnek olarak burayı ele alalım. Genel itibariyle diğer göç alan ülkeler de aslında bir bakıma Almanya’daki tutumdan farklı bir davranış göstermediler.
Almanya 19. yüzyılda Polonya’dan bu şekilde işgücü göçü almıştı. Bu konuda tecrübeliydi. Polonya’dan gelenler Ruhr bölgesindeki kömür madenlerinde çalışıyorlardı. Çok fazla kültürel farklılık söz konusu olmadığından kısa zamanda büyük çoğunluğu asimile olmuş ve Almanlaşmışlardı.
Altmışlı yıllarda başlayan Türkiye’den iş göçü her iki ülke açısından da kısa süreli düşünülüyordu. Her iki taraf gönderilen insanları yalnızca iş gücü olarak görüyorlardı. Avrupa’ya gelenler de çok uzun süre kalmak istemiyorlardı. Günümüzde yabancıların oranına baktığımızda gerçekten uzun süre kalmayıp buralarda kök salmayanlar İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan’dan gelenler oldu. Onların ekseriyeti gerçekten bir süre sonra tekrar memleketlerine dönmeyi başardılar.
Ne var ki Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar, beş yıl sonra kazandığım paramı alır köyüme dönerim diyenleri bu fikrinden caydırarak, artık ailesini de buraya getirme kararı verdirdi. Günümüzde bu trend tersine döndü. Yani, Almanya’dan ya da Avrupa’nın diğer ülkelerinden Türkiye’ye geri dönmek isteyenler ve dönenlerin sayısı, gelmek isteyen ya da gelenlerden daha fazla.
Tekrar geçmişe dönelim ve ilk gelenlerin yaşadıklarını gözden geçirelim. Almanya’ya gelen ‘Osmanlı torunları’ istasyonlarda bandolarla karşılandılar. Öteden beri Almanya ile Türkiye arasında tarihi bir dostluktan söz etmek mümkündür. Almanlar da Osmanlı Devleti’ne olan hayranlıklarından dolayı gelenlere karşı aynı beklentiler içindeydiler. Ancak maalesef gelenlerin büyük kısmının belki de ilkokul tahsili bile görmemiş, eğitimden uzak insanlar olması Almanları menfi etkiledi. Her şeye rağmen birçok Almanın her zaman dile getirdiği gibi yine de her yerde en dürüst çalışanlar Anadolu’dan gelen saf ve temiz yürekli bu insanlardı. İşlerine hile ve yalan karıştırmadıklarından çoğu kez Alman işverenlerin tercihi Türkiye’den gelen işçilerdi.
Savaş görmüş nesil bu işçilerin kıymetini biliyordu. Ancak savaşın acısını tatmamış, elindeki zenginliğin kıymetini bilmeyen ikinci nesil Almanlar, bu insanları ‘Gastarbeiter’ misafir işçi olarak görmeye devam ettiler ve bu insanların ülkenin artık bir parçası olduklarını bir türlü kabullenemediler. Bu sebeple, misafir işçilerin çocuklarının iyi okullarda eğitim görerek üniversite tahsili yapmalarını istemiyorlar, bunu engelleyebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çoğunluğun bugün de böyle bir tavır içinde olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hâlbuki ABD’deki gibi pragmatist bir yaklaşım Almanya’da da baştan beri gösterilebilseydi, bugün bu ülkede kalifiye eleman sıkıntısı yaşanmayacaktı. Ne var ki her alanda özellikle Türk ailelerin çocuklarının başarıları göz ardı ediliyor, orta ve lise yıllarında üniversiteye girmelerini sağlayacak imkânlara ulaşmamaları için engelleniyorlardı. Bugün de maalesef birçok okullarda halen bazı öğretmenlerin bu tutumlarına devam ettiklerini söyleyebiliriz.
Eğitimde gösterilen bu menfi yaklaşımı bizzat kendi çocuklarımla birlikte yaşadım. Bir kızım ve iki oğlumun okullarında başarılı olmalarına rağmen öğretmenlerinin bazılarının özellikle daha alt seviyelerdeki okullarda devam etmeleri için özel gayret gösterdiklerini gördük. Şimdi yaşları 30’un üzerinde olan çocuklarıma okullarda yaşadıklarını bana yazmalarını istedim. En küçük evladımın anlattıklarını burada örnek olarak sizlere özetlemek istiyorum:
“Almanya’da ırkçılıkla mücadelem daha ilkokulda iken başladı. Onların bize yaptığı hakaret içeren sözlerini burada tekrarlamama gerek yok. Çünkü bunları yazacak olursam liste çok uzun olur. Biz Frankfurt’ta iken ilkokuldaki sınıf öğretmenim ilkokuldan sonra ‘Hauptschule’ yani ortaokul derecesindeki en düşük seviyede olan okula gitmemi istiyor ve tavsiye ediyordu. Ki göçmen kökenli özellikle Müslüman ailelerin çocuklarını hep bu şekilde yönlendirmek istiyorlardı. Şimdi ‘abitur’ adı verilen üniversiteye girebilmek için gerekli olan ‘Gymnasium’ diplomasına ve üniversite diplomasına sahip olabilmiş bir kişi olarak, sınıf öğretmeninin bu şekildeki tavrının ırkçı bir yaklaşım olduğunu tasdik edebilirim. Hessen Eyaletindeki bu tutum nedeniyle babam ırkçılığın bu kadar ileri boyutlarda olmadığı Kuzey Ren Westfalya Eyaletindeki Krefeld şehrine taşınmamızı kararlaştırdı. Buradaki Gymnasium müdürü, yaptığımız görüşmede, bu notlarla nasıl oluyor da ilkokuldaki sınıf öğretmeni Hauptschule’ye gitmem gerektiğini söylüyor, bunu bir türlü anlayamadığını belirtti.
Fakat burada da az da olsa ırkçılık yapılıyordu. Onuncu sınıfa geldiğimde Almanca öğretmenim sınıfta kalmamı gerektiren en düşük notu vereceğini söyledi. Hâlbuki bu derse girebilmem için gerekli olan not 3’tü (Almanya’daki not sistemi 1’den 6’ya kadar, en iyi not 1, en kötü not ise 6) ve ben bu notu aldığım için bu dersi tercih edebiliyordum. Bunun üzerine babam öğretmenle görüşerek, bu haksızlıktan vazgeçmemesi durumunda mahkemeye gideceğini söyledi. Bunun üzerine Almanca öğretmeni geri adım attı ve ben bu dersten yine 3 alarak geçtim. Bu da gösteriyor ki, öğretmenin bu tutumu tamamen ırkçı bir yaklaşımla bana mümkün olduğu kadar engel olmaktı.”
Son on yılda görülen o ki, her şeye rağmen Anadolu’nun bağrından koparılıp getirilen insanlarımızın ikinci ve üçüncü nesil çocukları, karşılaştıkları tüm zorluklara rağmen herhangi bir meslek eğitimi almayı, ya da yüksek tahsil yapmayı başardılar. Şimdi artık Türk kökenli mühendisler, doktorlar, öğretmenlerimiz var. Misafir işçi olarak ülkeye gelen insanlarımızdan ya da onların çocuklarından binlerce kişiye iş imkânı sağlayan yüz binden fazla işveren insanımız var.
Herkesin malumudur, bugün tüm dünyanın başına bela olan Korona virüsünü yok eden aşıyı geliştiren Uğur Şahin ve eşi Özlem Türeci Türk kökenli göçmen ailelerin çocuklarıdır. Her ikisine de ayrı ayrı Almanya’nın en yüksek nişanesi olan ‘Bundesverdienstkreuz’ isimli madalyalar Cumhurbaşkanı Steinmeier tarafından takdim edilmiştir.
Krefeld – 24.03.2021