İdris Şekerci

“Eğitim, başlı başına bir sorun olarak insanlık tarihi boyunca yerini korumuştur”, diyor Prof. Saffet Bilhan. Eğitime dair kafa yoranlar, eğitimin muhtevası ve müfredatına ilişkin çaba sarf edenler bilir ki; eğitim sorununu çözemeyen hangi sorunu çözerse çözsün aslında hiçbir şey çözmüş sayılmaz. Eğitim her zaman ve zeminde -ama devlet olarak ama sivil toplum ya da bireyler olarak- hepimizin başat meselesi olmaya devam edecektir. Eğitim camiasının içinde olanlar, eğitim ve öğretimin sadece eğitimci, eğitim materyalleri ve öğrenciden ibaret olamadığını bilir. Eğitimi en az bunlar kadar etkileyen bir diğer etmen de eğitim sistemidir.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın belirli aralıklarla -adeta kendi muhalefetini yaparcasına- birçok alanda yapılan atılımlar ve yeniliklere rağmen “Eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz iktidarı sağlayamadığımızı düşünüyorum” diyerek 18 yıllık Ak Parti iktidarının zayıf noktasını gündeme getirmesi hala kendi köklerimizle barışık, yerli diyebileceğimiz bir eğitim sistemine sahip olamadığımız anlamına gelmektedir.
İbn Haldun Üniversitesi’nin geçen yılki açılışında gündeme getirdiği bu sorunun “kendi iktidarları ile sınırlı bir sorun olmadığını” ifade etmişti, Sayın Erdoğan. “Ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun en sığından, en bayağısından bir batı taklitçiliğine dönüşmüş olması cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır.” diyerek dünden bugüne kıblesi batı olmuş hikâyemizi özetleyerek, aslında çözümün de adresini gösteriyordu bu konuşmasında.
Kültürel iktidar olarak da ifade edebileceğimiz, satır aralarında saklı bu tespitleri hayata geçirmek, kuşkusuz hepimizin ortak ödevidir. Ak Parti hükümetlerinin eğitime yaptığı onca yatırıma rağmen, hâlâ biz, kültürel iktidarın emârelerini göremiyorsak eğitime dair intihal veya ithal çözümler üretme alışkanlığını terk edemeyişimizdendir.
Devletleri bağımsız kılan belirleyici unsurların başında, kendi anlam dünyasından beslenen bir eğitim modeli gelmektedir. Nasıl ki üretimde yerli olanı tercih ederek tam bağımsızlığa giden yolda mesafe alacağımıza inanıyorsak, eğitimde de yerli olanı yani kendi medeniyet değerlerimizden beslenen eğitim sistemini tercih etmeliyiz. Tabi, bu bağımsız bir zihniyete ve siyasi yapıya sahip olduğumuzda gerçekleşebilecek bir durumdur. Şöyle geriye dönük batılılaşma serüvenimizle eşgüdümlü eğitim hikâyemizi incelediğimizde, ne yazık ki deneme yanılma metodu ile yazboz tahtasına dönüştürdüğümüz kötü bir bakiyenin olduğunu itiraf etmemiz gerekir.
Peki, ülkemizde Tanzimat’tan bu yana hangi eğitim modellerini tecrübe ederek bugüne kadar geldik?
- Fransız Modeli:
Osmanlı Devleti, geleneksel eğitim kurumlarını ve modellerini terk etmeden, Tanzimat sonrasında yeni eğitim kurumları oluşturdu ve bu kurumlarda Fransız tarzı bir eğitim modeli uyguladı. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile geleneksel eğitim kurumları tamamen ortadan kaldırılana kadar Şeriyye Vekâletine bağlı olarak Medrese usulü eğitim devam ediyordu. Bu usul üzere (hoca merkezli) eğitim görenler için Sıbyan Mektepleri ilk mektep olarak faaliyet gösterirken, batı tarzı eğitim modelinin gereği Maarif Vekâletine bağlı olarak Mahalle Mektepleri eğitim hizmeti sunuyordu.
Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitimin yönetimi de usulü de tekleştirilerek Şeriyye Vekâletine bağlı olarak faaliyet gösteren Medreseler ömrünü tamamlamış olsa da, aynı yasayı ilal ediyor olmasına rağmen yakın zamana kadar askeri liseler Genel Kurmay Başkanlığı’na, polis okulları Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ve hatta bir ara Sağlık Meslek Liseleri dahi Sağlık Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteriyordu. Bu arada bir nevi Fransız Akademisi benzeri kurulan Encümeni Daniş kurulunu söylememiz gerekiyor. Bugünkü Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nde faaliyet gösteren Encümeni Daniş, Sultan Abdülmecit zamanında Mustafa Reşit Paşa’nın öncülüğünde açılmıştır.
Bu modelin temelinde felsefe ve sanat eğitiminin yattığını söyleyebiliriz. Her derste öğrencilere önce o dersin felsefesinin ve tarihinin benimsetildiği bu sistemde -ki bu dönemde matematik konuları dahi öyle işleniyordu- temel amaç; dili, dini, kültürü ne olursa olsun, öğrencilerin dersi de hayatı da Fransız gözüyle algılamasını sağlamak ve Fransız zihniyetini benimsetmekti. Bu nedenle Felsefe, Edebiyat, Sanat, Hukuk ve Tarih gibi doğrudan bu zihniyet dönüşümünü sağlayacak dersler, eğitim müfredatının merkezine yerleştirilmiştir. Okutulacak ders kitaplarının hazırlığı da yine Encümeni Daniş’in tasarrufu ile kurulan Darulfünun’a hazırlatılarak geçmişe reset atma yolu tercih edilmiştir
Fransız Modeline kadar devlet, bürokrasi ihtiyacını Enderun okullarından karşılarken bu modelle birlikte -Encümeni Daniş’in de etkisiyle- batıya gönderilen öğrencilerle karşılanmaya başlamıştır.
- Alman Modeli:
Almanların Birinci Dünya Savaşı sonrasında kısa süre içerisinde savaşın yaralarını sarması ve yeni bir dünya savaşına girecek kadar kalkınması doğal olarak gözleri bu ülkenin eğitim sistemine çevirdi. Bizde de 1930’ların başında önce zihinsel olarak 1945’ten sonra ise bir sistem olarak müfredat ve kurumsal anlamda Alman modeli uygulanmaya başlandı. Alman modeline göre başarısızlık kabul edilebilir bir şey değildir ve asla başarısızlığa mazeret ileri sürülemez. Mutlaka herkesin başarabileceği bir şey vardır. Alman modelinde kişinin ne olmak istediği değil, devletin ve toplumun neye ihtiyacının olduğu belirleyicidir.
Almanlar, başarının ödüllendirildiği ve başarısızlığın cezalandırıldığı bu modelde, üst zekâ düzeyine sahip olanları seçip nitelikli okullarda eğiterek devletin ihtiyaç duyduğu entelektüel kadroları beslemeyi tercih etmiştir. Klasik lise eğitiminde ise amaç, devlet kadrolarına ve özel sektör yönetimine personel yetiştirmektir. Türkiye’de ise devletin ihtiyacı olarak öngörülen kadroların yetiştirilebilmesi için 1955 yılında açılan, toplam sayısı 6 olan yabancı dille eğitim yapıp sınavla öğrenci alan, Maarif Kolejlerini (Bugünkü Kadıköy Anadolu Lisesi olarak faaliyet gösteren Kadıköy Maarif Koleji, Milli Eğitim Bakanlarından Nabi Avcı’nın da mezunu olduğu Eskişehir Maarif Koleji, bugün Bornova Anadolu Lisesi olarak faaliyet gösteren İzmir Bornova Maarif Koleji, Konya, Samsun ve Diyarbakır’da açılan kolejler) bu kapsamda zikredebiliriz.
Bu eğitim modelinde, öğrenci seçiminde eleğin en altında kalanlar meslek liseleri, çıraklık eğitim merkezleri ve meslek kurslarıdır. Ancak bizdeki uygulama Almanya’nın kötü bir kopyası olarak tersine bir oran ile %70 klasik lise %30 ise meslek lisesi olarak uygulanmış; 1990’lara kadar da bu uygulama devam etmiştir. Siyasete ve devleti yönetecek kadrolara yetiştirdiği yakın tarihteki birçok ünlüyü de mezun eden bu modelin amiral gemisi İstanbul Erkek Lisesi olarak halen varlığını sürdürmektedir. Bu modeli ilk defa tartışmaya açan -tabi bu alenî olmadı- Özal’ın serbest teşebbüs ve serbest düşünce politikasına eşgüdümlü olarak Vehbi Dinçerler’dir. Bugün resmi olarak kaldırılsa da halen tartışılmaya devam eden “Andımız” bu dönemde ortaya çıkmış, askeri nizam içtima usulü ise bunun mütemmim cüzü olarak Türk tipi Alman modeli eğitimin ritüeli haline gelmiştir.
- Amerikan Modeli:
12 Eylül darbesi sonrasında “Bizim çocuklar” denilerek sahipleri ifşa olan TSK içerisindeki unsurların devamı niteliğindeki ekip tarafından yapılan post modern 28 Şubat darbe süreci ile birlikte ise tahtı sallanan Alman taklidi eğitim modeli, manidar bir şekilde, yerini tamamen Amerikan tarzı eğitim modeline terk etmiş oldu.
Amerikan tarzı eğitim anlayışının temel argümanı, eğitimden okullar sorumlu değildir. Okulların yegâne sorumlu olduğu alan öğretimdir. Amerikalılara göre eğitim, ailenin hakkı ve görevidir. Ailenin yapamadığı, yetersiz kaldığı eğitim sürecini okullar tamamlamak zorunda değildir. Öğrenci merkezli öğretim söz konusudur ve asıl olan öğrencinin ne istediğidir. Alman modelinde olduğu gibi bu modelin taklidinde de Türk tipi uygulama ortaya konulmuş, 28 Şubat günlerinden hatırlanacağı üzere ailenin kendi çocuklarını dilediği gibi eğitme hakkı dahi elinden alınmıştır. O günlerde öğretmen olanların hatırlayacağı üzere yıllık planlardaki “eğitim yılı” eklentisi kaldırılarak sadece “öğretim yılı” ifadesiyle yetinilmiştir.
Dersten kalmanın zorlaştırıldığı bu sistemde, sınıf geçme, öğrencinin akranlarından kopmaması esas alındığından sınıfta kalmak da zorlaştırılmıştır. Bir önceki dönemde olmayan ortalama ile sınıf geçme, tek ders yerine sınıf geçebilmek için zayıf ders sayısının 3’e çıkarılması ve kredili sistem gibi çeşitlemeler bu dönemin sınıf geçme kolaylığı için üretilen imkânlar olarak zikredilebilir.
Bu eğitim modelinde, öğrencinin herhangi bir alanda başarılı olması -örneğin okulun basketbol takımında yer alması- bütün derslerden başarılı sayılması için yeterli sayılmıştır. Bu nedenle, 28 Şubat ile keskin bir şekilde devreye sokulan 8 yıllık kesintisiz eğitimin bir çıktısı olarak öğrencilerin %56’sının okuma yazma sorunu yaşaması ve matematikten 4 işlemi yapamaz hale gelmesi tesadüf değildir.
Disiplin ve adli olaylarda gevşek uygulama içeren bu sistemde okullar adeta rehabilitasyon merkezi gibi kurgulanmıştır. Ders çeşitliliğinin artırılarak öğrencinin ilgi alanlarının çoğaltılması, gençlerin çok farklı alanlarda birer tüketici olmalarının bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendilerini ailesine, topluma ve ülkesine karşı sorumlu hissetmeyerek sadece kendi zevkini düşünen bir tüketim çılgını olmak, bu eğitim modelinin en acı yan etkisi olarak bugün de canımızı yakmaya devam etmektedir. Tüketememe ya da rahat tüketim hakkının kısıtlanması, bu modelin çıktısı nesil için-bugün bol miktarda örneğini gördüğümüz- kutsalı tahkirden daha olumsuz bir durum olarak altı çizilebilir.
Her ne kadar Fransız modeli eğitim anlayışı yerine devreye giren Alman modeli ve sonrasında gün yüzüne çıkan Amerikan tip, modelden söz ediyorsak da bu iki modelin arka planında da 1949 yılında Türkiye ve ABD arasında imzalanan ikili anlaşma ve TBMM tarafından 13 Mart 1950 tarihinde çıkarılan kanun çerçevesinde çalışmalarını yürüten Fulbright gerçeğini ıskalamamamız gerekir. Bir dönem MGK toplantılarından aşina olduğumuz “Kırmızı Kitap” gibi NATO gölgesinde, yarı bağımsız olan ülkemizin eğitim alanındaki bir başka gerçeği de maalesef “Beyaz Kitap” tır.
Müfredat ve muhteva çalışması, eğitim alanında bir bağımsızlık alametidir. Hatırlanacağı üzere, bu alanda yapılan tartışmaların olduğu günlerde, dönemin Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın “Beyaz kitabı dikkate alacağız” ifadesi hâlâ niçin yerli bakışla ortaya bir eğitim modeli koyamadığımızın bir başka ifadesidir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte Milli Eğitim’in başına geçen anlayışın ortaya koyduğu eğitim alanındaki yeni sanılan yaklaşımlar esasa dokunmaktan uzak, farklı bir intihal ürünü modele geçiş niyetinin sancısıdır. Singapur, Kore ve daha çok Japonya’da uygulanan bir modelin işaretlerini aldığımız, son süreçte gündeme getirilen “ders çeşitliliğini azaltma” ve “Lise Tasarımı” nı da bu kapsamda anlamamız gerekir.
Öğretmeni, öğretim alanında özne olmaktan neredeyse tamamen çıkaran, sadece öğrenmeyi öğreten, projelerle öğrenciye sorumluluk kazandırmayı hedeflemektedir. Bu yeni yaklaşım, öğrenciyi başarının ve çözümün bir parçası olarak ekip çalışmasına uyumlu birer eleman olarak yetiştirmeyi hedeflemektedir. Uygulamanın esas olduğu sistemde müfredat merkezin, uygulama ise yerel unsurların inisiyatifindedir. Tasarım Beceri Atölyeleri başta olmak üzere bu modelin öne çıkan en bariz özelliği proje merkezli eğitim anlayışıdır. Bu eğitim yaklaşımında ara tatil uygulaması aslında proje uygulama dönemleri olarak kurgulanmıştır.
Her şeyin kötü kopyasını yapmaya alışık oluşumuzdan mıdır bilinmez; neredeyse okulun varlık sebebini proje üretmek olarak indirgeyen bu anlayış tam da Prof. Selahattin Turan’ın dediği gibi “Okulun varoluşsal amacından sapmadır.”
Peki, sonuç olarak “İlim-Hoca-Talebe” geleneksel denklemini bugüne taşıyacak, “Talim ve Terbiye” kavramları etrafında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın en son İbn Haldun Üniversitesi açılışında yaptığı konuşmada dile getirdiği kaygıları dikkate alan, kendi medeniyet değerlerimizden neşet eden yeni bir eğitim modeli mümkün değil midir?
Bizi düştüğümüz yerden kaldıracak olan, düşünsel benliği batının esaretinden kurtarmış; yaşadığı coğrafyanın müdriki, ümran şuuru ile hayata bakan kadrolarla eğitimi yeniden ihya etmektir.