İSTANBUL BİZE NE SÖYLER?

Fethi düşünmek, bayrağımızı bu göğün semalarında dalgalandıran şehrin fatihini düşünmekti biraz da… Fatih Sultan Mehmet, 21 yaşında pek yetenekli bir komutan olmanın yanında nice vasıflar taşırken biraz da onun gönül dünyasına nüfuz etmeye yeltensek ne güzel olurdu.

Elif SABIR

Çizer: Hasan Aycın

İstanbul…

Evsafını anlatmaya eskilerin tabiri ile “kabil-i vasf” olmayan nadide şehir… Fatih’in fetihle İslam’a açtığı; mimarisi, edebiyatı ve mûsîkîsi ile bir imparatorluğa hayat veren aziz belde…

Yaşanılan her olayın zihinlerdeki yeri dünyadaki insan adedince farklıyken bu latif şehir, tarihimizin şanlı zaferleriyle birlikte mânâ dünyamızda nasıl konumlandırılmalıydı? Hem 29 Mayıs 1453 sabahına gelene değin az mı kıyamet kopmuş, az mı tereddüt çekilmiş, az mı pes edilmişti? Fetih yılının 20 Nisan’ında Bizans’a gelen yardım gemilerinin İstanbul’a girişine mâni olamayıp bozguna uğrayan Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey’in fethe olan umuduyla; 22 Nisan gecesi gemileri karadan yürütüp donanmayı Haliç’e indiren askerlerin umudu bir miydi? Mesela Çandarlı Halil ile Fatih Sultan Mehmet aynı nazarla mı bakmıştı surların ardındaki hayata? Akşemseddin’in duasına kaç kişi sığınmıştı sahiden?

Oysa Yahya Kemal, bir 29 Mayıs’ı gün doğumundan gün batımına değin Topkapı surlarının dibinde gezinerek “Sene-i devriyeler takvim oyunlarıdır. Ama yine de insanın muhayyilesine zevk veriyor.” derken aynı şekilde anlamayı değil yüksek bir tarih zevkini “Aziz İstanbul”uyla tatmaya davet etmişti.

Yahya Kemal’deki milli duyuş ve düşünüşle bakılmalıydı İstanbul’a, tarihe ve de insana…Her semtine şiirler söylenildiği, 18. yüzyılda Nedim’in bir sengine tüm Acem mülkünü feda ettiği hakiki bir muhabbete layıktı İstanbul. Şehirle, bir dostuyla konuşur gibi konuşan nice değerli şahsiyet, beslenilen bu muhabbete ömürleri müddetince vurgu yapmıştı. İstanbul’un ruhuna ağıt yakmaktansa bu değeri anlama cihetine gitmek “Altım toprak üstüm yaprak yine gönlüm hoş idi” diyen ecdada boynumuzun borcuydu. Nurettin Topçu’ya “Milliyetçiliğimizin bayrağı, Fatih tarafından Ayasofya’ya çekildi” dedirten bayrağımızdaki hilal, tevhidin en büyük nişanesiydi. Ve bu nişan, şehrin semalarında daima tefekküre davet ederken fethi her an gönlünde yaşamayan hangi nesil anlayabilirdi Fatih’i?

Fethi düşünmek, bayrağımızı bu göğün semalarında dalgalandıran şehrin fatihini düşünmekti biraz da… Fatih Sultan Mehmet, 21 yaşında pek yetenekli bir komutan olmanın yanında nice vasıflar taşırken biraz da onun gönül dünyasına nüfuz etmeye yeltensek ne güzel olurdu. Zira birini layıkıyla tanımak için yazdıklarına da vakıf olmak gerekiyordu. Bu büyük komutan, kuşatma boyunca gösterdiği azim, gayret ve kararlılığıyla tüm liderlere örnek olurken arkasında bıraktığı divanıyla da iç dünyasının güzelliğini seyre davet ediyordu:

“Tîr-i hecre sîne durmaktan budur maksadumuz

Yoluna baş oynamağa cânı bî-bâk eylerüz”

(Ayrılık oklarına göğsümüzü germekten maksadımız; cânımıza, senin yolunda feda olmak için korkusuzluk talimi yaptırmaktır.)

Avnî Divanı, 27. Şiir

Beş yüz altmış sekiz sene evvel harap bir halde alınan bu şehir, gönül mimarlarının da elinden geçerek bina olunmuş ve bu sayede asırlarca hayat imkânı bulmuştu. Şehri, şahsiyeti ve imar faaliyetleri ile âbâd edenlerin başında gelen fethin başkahramanı Fatih Sultan Mehmet de şiirleriyle karakteri hakkında ipucu verirken gelecek nesillere zorluklara göğüs germenin mükâfatının; merhameti içerisinde barındıran ve değerleri uğruna canını dahi feda etmekten kaçınmayan bir gücü müjdeliyordu. Zira kendisi böyle yaşamış, ömrü fatih unvanına yaraşır şekilde fetihten fethe geçmişti.

Böyle bir fatihe sahip olmanın verdiği onurla İstanbul, asırlar içerisinde kök salmış ulu çınarlar gibi medeniyetimize ev sahipliği yapmıştı. Roma ve Osmanlı gibi iki büyük imparatorluğa başkentlik yapmış, doğunun ve batının değerlerini kendinde mezcetmiş bu nadide şehir, altın çağını Osmanlı asırlarında yaşamıştı. Öyle ki, Latin istilasıyla yıpranan Bizans halkının duygularına tercüman olan Grandük Notaras, “Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim.” diyecek ve farklı bir din ve kültüre mensup olmasına rağmen Osmanlı tecrübesine sırtını yaslamak isteyecekti.

Devletin kurucu beylerinden Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye “İstanbul’u aç gülzâr (gül bahçesi) yap!” derken de şehrin insan-mekân ilişkisine asırlar öncesinden işaret etmişti. Medeniyetimizin fetihteki gayesi bu ruhu asırlarca yaşatmaya muktedirdi ve bizler gözümüzü kapattıklarımızla görmeye devam ediyorduk.

Fetihle İslam’a açılan ve “gül bahçesi” benzetmesine muhatap olan İstanbul; şehrin imaretinde bizzat görev almış olan tarihçi Tursun Bey’in kaleme aldıklarında da meltemi ve nimetleri ile Rıdvan cennetiyle teşbihe layık görülmüştü. Fethin akabindeki imar faaliyetlerine katkıda bulunmanın değerine ise eserindeki beyitleriyle iştirak etmişti:

Ol dünye yolı rûşen olur hoşça geçersin.

Bu dünyede ger hayr yolunda yakasın mum.

(Tursun Bey/Tarih-i Ebu’l-Feth)

Bu beytin günümüz İstanbul’una ve mevcut imar faaliyetlerine verdiği mesaj başka türlü olsa dahi biz, Sâmiha Ayverdi’nin de yazdığı üzere “mâziyi hâle aşılamak ve bu izdivacın taze mahsullerini devşirmek” gayesiyle güzele dair olanı teganni edelim. Edelim ki, ruhumuza hitap edenle gözümüze hitap eden arasındaki fark azalsın.

Fetihten asırlar evvel fetih hadisiyle müjdelediği Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), ihtiyarlığına rağmen sefere katılıp surların önüne kadar gelen Eba Eyyûb el-Ensarî’nin, kendisinden sonra fethi için vasiyette bulunarak devletin yüce ideallerle yol almasına vesile olan Osman Gazi’nin, İslam hukukunda yeri olmasına rağmen yağmaya gönlü razı gelmeyen Fatih’in sevdasıyla sevilmeliydi bu şehir.

Kendi evlerinde misafir addolunan tarihi eserlerimizi mekânın ruhuyla tekrar buluşturmak, ecdadın asırlarca bir gergefi işler gibi işlediği bu şehre hak ettiği değerdeki nazarla bakabilmekti esas olan. Süleymaniye’den ufka bakıp, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nın dizeleriyle irkilmek, ecdadın şehadetini her zerremizde hissetmekti bu sevda…

“Niçin kestiler suyumu?

Kim çaldı pirinç lülemi?

Ne zaman gömüldüm topraklara

Okunmuyor alnımın yazısı”

  (Reşat Ekrem Koçu)

Madem nasihati aldığı yaş miktarınca tecrübesi olan söyler, o vakit İstanbul’un medeniyetimize dair vereceği nasihate kulak verelim. Dinleyelim ne der camiiler; ahşap bir konak, bir medrese veyahut bir çeşme ne der? Kendi mekânından soyutlanmış, yalnızlaştırılmış bu vakıf eserleri ve bânîleri ne söyler bizlere? Eskinin kıssasına kulak verir mi yeni, hisse niyetine yeniden?

Şimdi sen, mâdem ki bu tarihin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evladısın!.. Atalarının sana miras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!

(Nihad Sâmi Banarlı/İstanbul’a Dair)