Sezai Karakoç’un Alınyazısı Saati adlı eseri, bir şehrengiz gibidir. Şair burada birinci bölümde Kudüs’ü, ikincisinde Bağdat’ı, üçüncüsünde Şam’ı anlatır. Şiirin 4. 5. ve 6. bölümlerinde şair sabah yıldızına seslenerek İslam coğrafyasının ezilen, hor görülen, zulmedilen ülkelerini, şehirlerini gezer, okuyucularını gezdirir hislendirir.
Mustafa ÖZEL
Prof.Dr., FSMVU İslami İlimler Fakültesi

Bir önceki yazımızda Sezai Karakoç’un düz yazılarına İstanbul’un nasıl yansıdığını ele almaya çalışmıştık. Bu yazıda ise İstanbul’un, onun şiirlerinde nasıl yer aldığına bakacağız.
Bilindiği üzere Karakoç’un dokuz şiir kitabı vardır. Şair bunları Gün Doğmadan adıyla toplu olarak bir araya da getirmiştir. Mütefekkir-şairin düşüncesinin temelini medeniyet fikri oluşturmaktadır. Medeniyet, bir mekân, bir coğrafya üzerinde neşv ü nema bulur. Bu zorunlu ilişki, üstadın şiirlerinde oldukça görünür bir durumdur. O, okuyucusunu İslam coğrafyasını bölge bölge, şehir şehir gezdirir. Sizi kâh Orta Asya’ya kâh Orta Doğu’ya götürür, tarihin ve kültürün içinde sizi yoğurur, pişirir. Şair doğrudan bu bölgelerin isimlerini zikretmez ancak buralardaki şehirler daima ön plandadır. Konunun daha iyi anlaşılması için bazı rakamlar verelim. Yapılan bir araştırmaya göre Karakoç’un şiirlerinde Şam 35, Bağdat 26, Kudüs 24, Mekke 22 kez geçmektedir[1].
Sezai Karakoç’un, başlığında bir biçimde İstanbul bulunan şiirlerini şöylece sıralayabiliriz: Kapalı Çarşı, Sultanahmet Çeşmesi, Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan, İstanbul’un Hazan Gazeli, Kızkulesi’ne Gazel I ve Kızkulesi’ne Gazel II.
Şairin Zamana Adanmış Sözler’de yer alan Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine başlıklı şiiri de bir İstanbul şiiridir. Denizin Kentini Yaktım da, İstanbul’u anlatan şiirlerindendir. Alınyazısı Saati’nin 8. ve 9. bölümlerinde İstanbul’un anlatıldığının da altını çizelim. Karakoç’un şiirlerinde 34 defa geçen İstanbul’un yer ve bölgelerini de, konuyu daha iyi anlayalım diye zikredelim: Şehzadebaşı (15), Ayasofya (7), Eyyûb Sultan (6), Haliç (6), Üsküdar (5); Kızkulesi (3), Çemberlitaş (2), Galata (2), Karacaahmet (2), Süleymaniye (2), Tophane (2) kez; şunlar da birer kez yer almıştır: Ağa Camii, Beyoğlu, Dikilitaş, Edirnekapı, Emirgan, Fatih, Fatih Camii, Kabataş, Kadıköy, Kağıthane, Kandilli, Kanlıca, Kara Mustafa Paşa Camii, Merkezefendi, Osmanağa Camii, Sadabat, Sarayburnu, Sofular, Sultanahmed, Sultanahmet, Sultanahmet Çeşmesi, Sümbülefendi, Valideçeşme, Yeraltı Camii, Yerebatan.
***
Sezai Karakoç’un ele alacağımız ilk şiiri, Kapalı Çarşı[2]’dır. Bu şiir, aslında adı geçen çarşıyı anlatan bir şiir değildir. Tarihî kentin en önemli unsurlarından biri olan bu mekân üzerinden toplumda yaşanan değişim, eski yeni meselesi işlenir. Çarşı her türlü eşyanın alınıp satıldığı yer olması hasebiyle çeşitliliği barındıran bir özelliğe sahiptir. Çarşı içindeki bu çeşitlilik, eski İstanbul’un din, ırk, millet, lisan çeşitliliğini içinde taşır. Tekdüzeleşen, tek tipleşen bir şehir ve hayat vardır, eskinin yerini almaya cehdeden bir hayat. “Tüyler içinde gelen yeni dünya” vardır; cazibesi, albenisi yüksek bir dünya. Şiirden daha fazla bilinen şu mısra, eskinin mübarek vakitlerine bir göndermeden başka nedir ki:
“Sen cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu onlara anlat”
Bu mısraın çağrıştırdığı ilk şey, Cuma namazının farz olmasının şartlarından birinin özgür, hür olmak olduğudur. Cuma namazını, ibadeti, İslam’ı önemsememek, bir anlamda, onun olmazsa olmazlarından biri olan hürriyeti önemsememektir. Değişen hayatta dinî değerlerin değersizleştirilmesine karşı koyuştur bu dize.
Kapalı çarşı içerisinde
Açık ve keskin yumuşak ve güzel Kur’an sesleri
dizeleri de çarşının geleneksel unsurlarına bir göndermedir. Çarşının içinde bulunduğu şehir İstanbul, İstanbul’un içinde olduğu ülke dinî, kültürel, geleneksel açıdan yer, kimlik, kişilik değiştirmektedir. Şairin kendine hitaben söylediği şu mısralar durumun vahametini daha iyi ortaya koymaktadır:
Kapalı Çarşı’ya gittiğin zaman
Bir yangın sonrasının gazetelerini okudun
Bir gazete uzun ve kül olmuş bir gazeteydi Kapalı Çarşı
Üzerinde duracağımız ikinci şiir, Sultanahmet Çeşmesi[3]’dir. Bu şiir, İstanbul çeşmelerine dair yazılmış en güzel şiirlerden biri olarak görülmektedir[4]. Şiir, çeşme gibi zarafetle yoğrulmuştur, ilk mısralar bu zarafeti tecessüm ettirir:
Su yerine süs akıyor
Deliklerinden
Eğilmiş ölümsüz ince bilekli
Cariyeler bakıyor
Bir sonraki bölümde dokuz minareli cami ile yanındaki yara bere içinde olan kilise yani Ayasofya karşıtlığı, bir önceki şiirde temas ettiğimiz gibi eski değerler silsilesinin yerini batılı değerlerin almasına, toplumsal değişime telmihtir. Sarı köşeli tramvay, bütün gün türkü çağıran sağır, iki göz bebeği eriyen çeşme; bunlar, hep yok oluşu çağrıştırır. Son mısralar ise, çeşmenin yıllardır tanık olduğu olaylara bir tepkidir:
Ben o kanlı kızgın
Gözyaşlarıyım çeşmenin
Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan[5], önceki iki şiire nazaran biraz daha uzundur. Şehzadebaşı, bilindiği gibi İstanbul’un en merkezî yerlerinden biridir. Yanı başında ise Direklerarası vardır. Burası ise eğlencenin, Batılılaşmanın tezahür ettiği mühim bir yerdir. Şair bu şiirinde hayata, zamana buradan bakar. Bakabilmek için de kendine bir yer arar, aradığı yeri de bulur:
Yerleşecek yer aramak
Camiinin avlusunda
Soğuk bir taşa oturmak
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Karakoç, cami haziresinde yer alan türbelere, mezarlara pozitif yaklaşır. İnsana genelde olumsuz çağrışımlar yapan bu mekânlar, onda tam tersi bir şekilde tezahür eder; mezarlarda yeni sesler vardır, türbeleri bir şelaledir. Ses hayat demektir; şelale ise suyun en canlı, en var olduğu yerdir. Bu şiir, umut aşılayan, umut veren bir şiirdir, şöyledir son bölümü[6]:
Gün de doğar gün de doğar
Bir gün mutlaka gün doğar
Gün doğmadan neler doğar
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Dördüncü olarak İstanbul’un Hazan Gazeli[7]’ne bakacağız. Yedi beyitten oluşan gazel, isminden de anlaşılacağı üzere, yitip giden şehir için hüznün bir dışavurumudur. İlk beyit, şehrin değişen çekim alanlarına bir işarettir. Eskiden eğlenmek için Sadabat’a gidilirken şimdilerde plajlara gidilmektedir. Şair bizi eski günlere çağırır:
Ne yapacaksın plaj yerlerini
Gidelim Kâğıthane’ye Sâdabat harabelerine
Sezai Karakoç’un şiirinde, İstanbul şairi Nedim’i anması, iki şairin zamanlarına, daha doğrusu yaşanan hayatın farklarına bir gönderme vardır. Çeşmeler kurumuştur, camiye gitmek sorunlu hale gelmiştir, onun için yalan söylemek gerekir olmuştur, çünkü toplum ibadetten uzaklara düşmüştür. Geçmiş bahar’ın, geçmiş tarih’in, sonbahar’ın çağrışımları, gayet nettir. Gazelin altıncı beytindeki sefer sözcüğü, oldukça anlamlıdır. Ölüm bir son değil, yeni bir dünyaya açılan kapıdır, yolculuktur.
Aynı adı taşıyan iki şiir, Kızkulesi’ne Gazel I ve Kızkulesi’ne Gazel II’dir. Bu isimleri yan yana okuduğunuzda, şiirlerin peş peşe yayınlandığını, birbirini takip eden sayfalarda yer aldığı zehabına kapılabilirsiniz. Bunların ilkinin tarihi, 1982’dir[8] ve Ateş Dansı’nda yer almaktadır. İkincisi ise, Alınyazısı Saati’nin 10. bölümüdür.[9] Karakoç, başlığın altına, (1979-1988) notunu düşmüştür. İkincisi, ilkine nazaran oldukça uzundur. İlki yedi beyitten oluşan bir gazelken diğeri serbest formda yazılmıştır.
Sezai Karakoç’un Alınyazısı Saati adlı eseri, bir şehrengiz gibidir. Şair burada birinci bölümde Kudüs’ü, ikincisinde Bağdat’ı, üçüncüsünde Şam’ı anlatır. Şiirin 4. 5. ve 6. bölümlerinde şair sabah yıldızına seslenerek İslam coğrafyasının ezilen, hor görülen, zulmedilen ülkelerini, şehirlerini gezer, okuyucularını gezdirir hislendirir. Bu bölümlerde öne çıkan sözcük ağlamaktır, sıkça kullanır Karakoç bunu. 5. bölümün başında
Bırak ben ağlayayım
Esir pazarında satılan Afganistan’a
Açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya
dedikten sonra şöyle biter ilk kısmı şiirin[10]:
Ceyhun dursun ben ağlayayım
Ceyhun dursun ben ağlayayım
7. bölüm, Afganistan dramını, Rus zulmünü anlatır. Türkiye’nin, İran’ın, Pakistan’ın lakaytlığı şairi isyan ettirir[11]:
Ey islâm ülkeleri
Birlik sizin ana ilkenizken
Paramparça oldunuz
Niçin ve neden
8. ve 9. bölümler, İstanbul şiirleridir. Şair 8. bölümde ilk önce bir arzusunu dile getirir, şöyle seslenir ve
Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun
der. Ardından şairin o şehri, İstanbul’da parça parça yaşadığını öğreniriz, çeşmelerinde ayı yaşamıştır, servilerinde ayla birlikte bölünmüştür, İstanbul’un mezarlıklarını aydınlatan ayla birlikte yaralanmıştır. Ahiretin keskin çizgili özgürlüğünü bölük bölük solumuştur. Sonra İstanbul’u şöyle betimler[12]:
İstanbul’dur bu otuz yıl kana kana yaşadığım
Resmim âdeta taşlarına işledi
Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre
İstanbul damla damla içimde birikti
Mermer tozu gelip gelip içimde oluştu bir şehir
Karakoç, İstanbul’u bir kılıca benzetir; doğudan batıya uzanan, Çin ipeğinden örülmüş şeytan kozasını bölen, vurduğu darbelerle batı çeliğini lime lime eden bir kılıca. Ona göre İstanbul, Tanrı’nın kılıç halindeki hilâli, İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli, içinin sesi, rüyasının öfkesi, merhametinin şehridir.
Şair, okuyucuyu Ramazan’da İstanbul’a davet eder, şehri gezip görmesini, derinden dinlemesini, bir er gözüyle taştaki oymaları incelemesini, her yeri camileri, mezarlıkları, çeşmeleri ve sebilleri Semerkant’tan kalkıp gelmiş erlerin gözüyle görmesini, Sümbülefendi’ye gidip olan biteni servilerden sormasını, Merkezefendi’de maddeyi tüketmesini, maddeciliğin kefenini yırtmasını ister. Bu şehir yok olduysa da ruhu şairin ruhuna sinmiştir, o yaşadıkça şehir onda yaşayacaktır. Güneşin güneş, ayın ay, dünyanın dünya, insanın insan olduğu o günde şair yeniden dirilince, İstanbul da dirilecektir. Sezai Karakoç, bu noktada mübarek şehre şöyle seslenir[13]:
Ölümün biliyorum ey İstanbul diriliş içindir
Öyleyse indir ruhunun teslim bayraklarını indir göm toprağa
Doğrul ve kalk ayağa
Kemiklerinle etin arasında
9. bölüm, İstanbul-deniz ilişkisini vurgulayan dizelerle başlar. Karadan gelip denizi üstlendiğini, denizi yüklendiğini, adeta denizle evlendiğini, denizle yaşayıp denizle öldüğünü dile getirir. O, denizden denize yükselmiş, birliğin şarkısını dinlemiş, İstanbul camilerinin taşları onun sedeflerinden yapılmıştır. Karakoç’un denize yaptığı vurgu, şu dizelerde zirveye çıkar[14]:
Beyaz güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini gördüm camilerin
Bilirim atalarımız denizden yaptılar bu şehri
Sonra şair karaya sıçrar, karşısında Ayasofya’yı görür. Bu Bilgelik Mabedi’nin hali, onu acılara gark eder. Onu bu hale getirenlere haykırır[15]:
Ve sen ey Avrupa yerin dibine batacaksın bitmez tükenmez suçlarına karşılık
Ayasofya, onun yüzüne çarpan bir karanlıktır. Sonra ruhuna seslenir:
Kalk ve kavra ruhum bir kadavra gibi olan bu göksel yapıyı
Bir kartal taşırken yere düşmüş
Ve kalakalmış kaldığı yerde
Sonra karanlıklardan çıkan kargalar tünemiş üstüne
Yemişler ötesini berisini
İlerleyen mısralarda şairin ne uğruna savaşabileceğini görürüz: Evrensel İslam Barışının zaferi, aşk, Tanrı hakikati. Şu dizeler, İstanbul için ne yapılması gerektiğini anlatan harika dizelerdir[16]:
Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak
İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben
Bu mısralar bize, Alınyazısı Saati’nin 1. bölümünün başında geçen mısraları çağrıştırır[17]:
Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.
Sezai Karakoç’un Denizin Kentini Yaktım başlıklı şiiri, başlı başına İstanbul’un düştüğü/düşürüldüğü hale bir isyandır. Şiire adını veren mısra, başlığı saymazsak altı kez tekrar edilir. Kent sözcüğü, zaten olumsuz bir çağrışıma sahiptir şairde. Az önceki mısralarda görüldüğü gibi şair İstanbul’u olumlu bir biçimde zikredeceği zaman şehir sözcüğünü tercih etmektedir. Şiirin son mısraları[18] bunu destekler niteliktedir:
İstanbul ey sevgili şehir
Dön dön karadan gelen sesime
Son veren zaman yatırında
Denizden getirilen biçimine
Sezai Karakoç, Kış Anıtı’nda bir adamı bir tabutun çivilerini çakar gibi, kelimelerini zeytin tanelerini seçer gibi, eski bir yazıt gibi konuşturur. Şam ve Bağdat kırklara karışmış, elde kala kala bir Mekke, bir Medine kalmıştır, Urfa ufala ufala neredeyse toz bulutu haline gelmiştir. Sonra adam sözü İstanbul’a getirir ve şöyle der[19]:
İstanbul’a küflenmiş
Bir Avrupa akşamı dadanmıştır
Ardından şöyle hayıflanır:
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır
Son olarak Zamana Adanmış Sözler’in dört bölümden oluşan ilk şiiri Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine’ye değinelim. Şiirin ilk bölümünün sonunda[20] şöyle der şair:
Bana ne Paris’ten
Avrupa’nın ülkü mezarlığından
Moskova’dan Pekin’den Londra’dan
Newyork
Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı
İkinci bölümde[21] benzer mısralar görürüz. Ancak kendi şehrinin hangisi olduğunu açık etmez yine Sezai Karakoç:
Bana ne Paris’ten
Newyork’dan Londra’dan
Moskova’dan Pekin’den
Senin yanında
Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı
Ancak biz kendi şehrinin, başkentler başkentinin hangi şehir olduğunun ipuçlarını ikinci bölümün sonunda yakalarız:
Gözlerin
Lâle Devri’nden bir pencere
Ellerin
Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den
Kucağıma dökülen
Altın leylâk
Evet, mısralarda geçen zaman, zikredilen şairler başkentler başkentine, İstanbul’a doğrudan işaret etmektedir.
[1] Ahmet Burgaz, Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Söz Varlığı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul 2015, syf. 15.
[2] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, İstanbul 2012, syf. 60-61.
[3] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 74.
[4] M. Fatih Andı, “İstanbul’a İki Bakış: Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İstanbul”, İlmî Araştırmalar, İstanbul 1998, sayı: 6, syf. 19.
[5] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 116-118.
[6] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 118.
[7] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 618.
[8] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 619.
[9] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 665.
[10] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 644-645.
[11] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 655.
[12] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 658.
[13] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 659.
[14] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 661.
[15] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 662.
[16] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 663.
[17] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 627.
[18] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 457.
[19] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 160.
[20] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 426.
[21] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, syf. 427.