İnsan, kendini kandırmakta ustadır derken, bunun tezahür ettiği güçlü bir yönü de başkalarının hataları üzerinden kendi günahını meşrulaştırma çabasıdır.
Derviş Çelebi

İnsanoğlunun kendini kandırma hikâyesi Hz. Âdem’le başlar desem yeridir. Birçoğumuz, hatta hepimiz İnsanı şeytanın kandırdığı konusunda ittifak halindeyiz. Bu konu da Yahudiler ve Hıristiyanlar faturayı Havva annemize kesmişlerse de biz Müslümanlar bunun insan olmanın ortak yanılgısı olduğunu düşünürüz. Ama ilk cümlede de zikrettiğim gibi insanlık ailemizi temize çıkarmak adına, ihaleyi lanetlenmiş Şeytana keserek onun “bizleri” kandırdığı konusunda ittifak ettiğimiz de bir gerçek.
Elbette Şeytanın iğvasını, kandırma konusundaki ustalığını inkâr edecek değilim. Ancak bir düşünelim, her birimiz, inanmak istediğimiz yalanların kurbanı değil miyiz? Şeytan zorla yasak ağacın meyvesini “babamızın” ağzına tıkmadığına, Allah’ın (CC) bu ağaca yaklaşmayın emri de apaçık olduğuna göre, yaratıcının bizim için doğru olanı Şeytandan daha iyi bileceği de onların malumu iken, bu meyveyi dişlemeyi sadece kandırılma olarak nitelemek mümkün mü? Şeytanın yalanına inanmak! Buna inanma denebilir mi? Emin değilim! Ama güçlü bir şekilde varlığını hissettiğim, hatta emin olduğum bir şey var ki, acaba sorusu, yani kadim şüphe ve kendini bu kadim şüpheye kaptırma olarak da niteleyebileceğimiz insanın kendi kendini kandırma potansiyeli var. İşte bunun sürekli dikkat kesilmemiz gereken, insanoğlunun kibirden sonra, hatta belki ondan daha öncelikli olarak, mücadele etmesi gereken zaaf noktası, yumuşak karnı, karadeliği olduğunu düşünüyorum.
İnsan, kendini kandırmakta ustadır derken, bunun tezahür ettiği güçlü bir yönü de başkalarının hataları üzerinden kendi günahını meşrulaştırma çabasıdır.
Mesela kadim bir mesele olan işçi-işveren ilişkilerini ele alalım. İşçiye göre o, ne kadar aldığından bağımsız olarak, asla hak ettiği ücreti alamamaktadır ve “kapitalist” patron onun üzerinden zengin olup emeğini sömürmektedir. Dolayısıyla işçinin en zalim olanı işverenin malına zarar vermekte mahsur görmez. En masumu ise mesaisinden kaytarır, düşük verimle çalışır. Kendini kandırma mottosu da şudur: Bu kadar maaşa bu kadar iş. Halk tabiri ile “Ne ka ekmek o ka köfte”. Bu cümleye kafa sallamayacak âdem az bulunur.
Tersinden bakalım, bu işçi milletinin alayı hırsız, en masumu mesaiden çalar diyen patron mottosuna kafa sallamayan kaç işveren çıkar aranızda? İşte bu hangi tarafa mensup isek, o tarafın lehine bizi kafa sallamaya iten şey, merkezine kendi haklılığımızı koyduğumuz kendimizi kandırma içgüdüsüdür. Bu karı koca ilişkilerinde, insan çevre ilişkilerinde, öğretmen öğrenci ilişkilerinde, hep böyledir. Hangi tarafı dinleseniz öbür taraf mutlak suçlu ve hatalıdır. Diyelim ki açık bir şekilde belgeleriyle karşı tarafın haklı olduğunu ispat ettiniz, bu kez mutlaka “ama” ile başlayan güçlü bir mazeret dinlemeye hazır olmalısınız. Bu konuda onlarca örnek sayılabilir.
“Mazeretim var, asabiyim ben” şarkısını bilirsiniz. Asabi olmak bize, haddi aşmak hakkını bahşeder mi? Misal evimizin önüne (kendi aracımız için kendimize hak gördüğümüz alana) park eden komşu aracın lastiğini söndürmek, hatta bazen bir bıçak saplamak, olmadı kaportasını çizmek nasıl bir vicdan tezahürüdür? Bu konuda söylenen çarpıcı bir cümle var: “Mazeret terazisinin tartamayacağı günah yoktur”.
Bir diğer kadim kendini aldatma türü, bireyin kendini vazgeçilmez bir insan olduğuna inandırmasıdır. Her şirkette ya da sivil toplum kurumunda, hülasa her bir organizasyon hiyerarşisinde bu tiplerden bir adet (bazen birden fazla) mutlaka vardır. O olmasa kurumun sağlıklı yürümesi, mesafe alması mümkün değildir. O olmasa şirket üç gün, bilemedin üç ayda tepe taklak olur! Daha iddialı bir cümle kuracağım, aslında hepimiz biraz kendimizi böyle görmez miyiz? Hadi itiraf edin, bulunduğunuz kurumun en açık fikirli, en fedakâr, en güvenilir, en çalışkan bireyi siz değil misiniz? İtiraz mı ettiniz, uymadı mı size biçtiğim kıyafet? O vakit kurumun en mütevazı çalışanı olduğunuza kalıbımı basarım!
Dedim ya insanoğlu kendini aldatmakta ustadır. Burada belki ton farkından söz edebiliriz. Siz henüz acemi, utangaç bir “yalancı” olabilirsiniz. Belki bunun farkında bile değilsinizdir, kim bilir.
Neyse, sözün nihayetinde, amacım topumuzu bu cümle altında paranteze alıp mahkûm etmek değil elbette. Sizi bir umutsuzluk dergâhına itmek, bizden adam olmaz sendromuna yuvarlamak da değil. Derdim, sizlere kendinizi değersiz hissettirmek de değil, sadece saf altın olmadığın(m)ıza dikkat çekmek istedim. Zira bu kapı kibre açılan kapıdır ve bu yol kendi kendinizi kandırmak konusunda ustalaşanların yoludur. Oysa bizi değerli yapan şey nedir? Kadim kitabımıza göre, hata yapmak, hata yapma potansiyelimizin farkında olmak ve ayağımız kaydığında tövbe kapısında diz çöküp, dua etmektir. Yalan günahların en büyüğü değil midir? Hele de kendimize söylersek, tekzibi de neredeyse mümkün olmayan bir paradoksa düşeriz.
Bize, kendi “yalanlarımızı” işaret eden dostlar lazım. Her daim yüzünüze gülen, her sözünüzü “like”layan arkadaşlar sizi yanıltmasın, vesselam.