Demek ki Kudüs, modern Avrupa’nın Hıristiyanlığa ihanetinin en önemli göstergelerinden biridir. Vaktiyle Kudüs’ü ele geçirmek için Haçlı Seferleri düzenleyecek kadar dindarca(!) bir eylemin mümessili olan Hıristiyanlığın, bugün Kudüs’ü sadece bir ziyaretgâh olarak görüyor olması üzerinde dikkatlice düşünmek gerekiyor.
Kamil ERGENÇ

Tarih, kendisine eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilinciyle yaklaşanlara öğretmenlik yaparak hem bugün içinde bulunduğumuz durumun anlaşılmasına yardım eder hem de geleceğin inşasına katkı sunar. Ancak her öğretmen gibi öğrettiklerinin pratiğini görmek ister. Bu nedenle iyi bir talebe olmasını bekler muhatabından. Atıl, meraksız, hayretsiz, felsefesiz talebelerden nefret eder. Onlara kendisini açmaz. Onun gerçek muhatapları vakanüvistler de değildir. Malumatfuruşluk taslamak için kendisine müracaat edenleri paylar. Bilakis ‘’ilişkilendirme’’ yeteneğine sahip olanlardan ve yaşadığı zamanın tanığı olmayı şiar edinenlerden hoşlanır. Böyleleriyle açık konuşur. Öyle ki geçmişi değil şimdiyi anlattığını zannedersiniz. Lineercilikten hazzetmez. Olaylar arasında zorunlu ilişki kurma (determinizm) niyetinde olanları zaman zaman uyarır. Olaylara değil olgulara odaklanmaları gerektiğini salık verir. Tikelin değil tümelin, cüz’inin değil küllinin peşinden gitmeyi öğretir. İktisadi ilişkileri merkeze alarak(hatta merkeze almak ne kelime yegâne belirleyici kabul ederek)tarihi açıklamaya çalışan Marksistlere mesafelidir. İnsanlığın tarihini teolojik-metafizik-pozitivist kategoriler ekseninde değerlendiren Comtçu çizgiyi ziyadesiyle materyalist bulur. Kendinden önceki zamanları “henüz olmamışlık” bağlamında değerlendirdiği için modern çağı ‘’kriz kültürü” üretmekle itham eder. İnsanlığın ilkellikten medeniliğe doğru doğrusal bir hareket içinde olduğunu, dolayısıyla bugünün geçmişten iyi ve ileride, geleceğin ise bugünden daha iyi ve daha ileride olacağı düşüncesini “katastrofik (yıkıcı)” bulur. Bu tür çıkarsamaların, ancak ve ancak tarihin kutsaldan bağımsız yorumlanmasıyla mümkün olduğunu söyler. Talebelerinin bu seküler yaklaşımlarından müştekidir. Bu nedenledir ki, Peygamberleri filozoflardan çok sever. Gerçek inkılapçıların, fildişi kulelerde teorik mülahazalarla vakit öldüren filozoflar değil; istizafa uğrayanlara, mağdurlara, madunlara, yalın ayaklılara, tutunamayanlara yarenlik eden peygamberler olduğunu söyler lisanınca. “İlerleme” kavramının modern çağın “putu” olduğuna dikkat çeker. Bu put sayesinde kolonyalizmin meşruiyet kazandığını, doğanın işkenceye maruz bırakıldığını, toplumların kategorize edildiğini, “uygarlaştırma misyonu” klişesiyle işgal ve sömürülerin normalleştiğini beyan eder. Ancak tüm bunlara rağmen istismar edilmekten kurtulamaz. Kimi zaman ideolojik kimi zamansa siyasi/politik gerekçelerle tersyüz edilir, araçsallaştırılır.
Şimdi, tarih denen bu cömert öğretmenden 1492 ve sonrasını öğrenmeye gayret edelim.1492’yi tercih etme sebebimiz, bilinen insanlık tarihinin en kritik eşiklerinden biri olmasıdır. Yazımızın serlevhası olan Kudüs’ü de yakından ilgilendiriyor olması, 1492’yi tercihe şayan kılmaktadır. Elbette ki öncesinden bağımsız değildir bu tarih. 1492 ‘ye gelinceye kadar insanlık ailesinin şahit oldukları, bir anlamda, bu tarihten sonrasını hazırlayan koşulların oluşmasında etkili olmuştur. Bunun farkındayız. Amacımız bu tarih ve sonrasında belirginleşen radikal kırılmaya dikkat çekmek. Çünkü bu kırılma, bilinen insanlık tarihinde bir benzeri daha olmayan oldukça derin bir krizin habercisidir aynı zamanda… Bu krize, sonraları “Modernleşme” denecektir.
1492, Modern Avrupa’ya giden yolun açıldığı oldukça önemli bir eşiktir insanlık tarihi açısından. Bu eşiğin iyi anlaşılması gerekir. Çünkü geleneksel dünyanın sonunu getirecek adımların atılması bu tarihi kırılmanın açtığı çığırın sonucudur. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki kadim hesaplaşma, bu tarihten sonra farklı bir boyut kazanır. Putkırıcı (ikonoklast) İbrahim (a.s)’de birleşen bu üç büyük dini gelenekten Yahudilik ve Hıristiyanlık, Meryem oğlu İsa (a.s)’nın Yahudi uleması Ferisiler tarafından Romalılara gammazlandığı günden beri kavgalıdır. Hıristiyan âleminde İsa’nın katilleri olarak tavsif edilir Yahudiler. İnsanlığın son önderi/rehberi Hz. Muhammet (s.a.v)’in, İbrahim (a.s)’in köle/cariye eşi Hacer’in soyundan gelen Araplar arasından seçilmesi, muharref Yahudi-Hıristiyan geleneği için kabul edilebilir değildir. Çölün yalnız kadını cariye Hacer’in nesli, evin hanımı olan Sare’nin soyu (İsa’nın da içinde yer aldığı İsrailoğulları) tarafından aşağılanır. İlginçtir 1492 bu tarihi husumetin farklı bir boyut kazanmasının da yolunu açacaktır. Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısı ve Hıristiyanlığın Doğu’daki kalbi Konstantiniyye 1453’te Müslüman ordular tarafından ele geçirildiğinde, Hristiyanlık için artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim Hıristiyanlık 1492’den sonra, kendisini yeni bir mekânda, Avrupa’da, Batılı bir formda yeniden icat edecektir… Artık Kudüs değil Roma (Vatikan) vardır. Beytlahimli İsa (a.s) aniden Avrupalılaşır(!) Kavruk benizli ve kara gözlü Meryem, bir anda sarı saçlı ve mavi gözlü olur(!) Bu yeni formun entelektüel ve teolojik zeminini ise 14.yüzyıldan itibaren Paris, Bologna, Oxford ve Avignon’da faaliyet gösteren oryantalist kürsüler sağlar. Artık Doğu, ”rüşt sahibi ol(a)mayanların” vatanıdır. “Bilgi” geleneksel dünya da işgal ettiği hikemi makamdan alaşağı edilir. Kutsalla olan ilişkisi koparılarak araçsallaştırılır ve bir tahakküm aracı haline gelir. Hâsılı kelam Hıristiyanlık, Avrupa’da yeniden icat edilir ve asli vatanı Kudüs’ü hatırlatan ne varsa Avrupa’dan kovulur. Endülüs Medeniyetinin imha edildiği ve hem Müslümanların hem de Yahudilerin kıta Avrupa’sından kovulduğu tarihtir 1492…
Müslümanlar için bu tarihi kritik yapan husus ise, Avrupa’nın kendisini yeniden inşa sürecinin Akdeniz’e ve Doğuya(Şark’a) ilişkin emelleridir. Başından beri kendisini bir Batı devleti/İmparatorluğu olarak konumlandıran Osmanlı, bu sürecin acı ve yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Çok değil 1492 den yaklaşık iki asır sonra Avrupa, kendisine âşık olunacak/model alınacak kıvama gelecektir Osmanlı seçkinleri nazarında. Yani Müslümanların tarihin öznesi pozisyonunu yavaş yavaş terk etmeye başladığı sürecin işaret fişeğidir 1492… Bilinen insanlık tarihi boyunca sürekli olarak mücadelelere sahne olan Akdeniz Havzası, yeni filizlenen Avrupa’nın hedefindedir. Kudüs’e ihanet etmiş olmanın rahat(sız)lığıyla Hıristiyanlar, Avrupa kıtasında Kudüs’ü hatırlatan Müslüman ve Yahudilerden kurtulmanın yolu olarak tehcir ve tahrip stratejisini seçmiştir. Kıtadan kovulan Müslüman ve Yahudiler ya Mağrip havzasına ya da Osmanlı’ya sığınacaktır. Yahudiler, Osmanlı bünyesinde, bir yandan zanaatkârlık ve ticaret alanındaki maharetleriyle teveccühe mazhar olurken, diğer yandan Aydınlanmaya giden süreçte kadim düşmanları Hıristiyanlarla entelektüel/bilimsel düzeyde ittifaklar yaparak, uzun vadede Müslümanların canlarını okuyacak sürecin etkili bir bileşeni olacaklardır. Bu Yahudi-Hıristiyan ittifakı, Kudüs’ün bugünkü durumunu anlamak açısından oldukça önemlidir.
Demek ki Kudüs, modern Avrupa’nın Hıristiyanlığa ihanetinin en önemli göstergelerinden biridir. Vaktiyle Kudüs’ü ele geçirmek için Haçlı Seferleri düzenleyecek kadar dindarca(!) bir eylemin mümessili olan Hıristiyanlığın, bugün Kudüs’ü sadece bir ziyaretgâh olarak görüyor olması üzerinde dikkatlice düşünmek gerekiyor. Hıristiyanlığın bu ihaneti, 20.yüzyılın ilk yarısında Kudüs’ün Yahudilere peşkeş çekilmesini de açıklar. Tarihsel olarak ciddi iki rakip, hatta İsa(a.s)’nın Yahudi ihbarcı nedeniyle katledilmesinden dolayı amansız iki düşmanın, Kudüs meselesinde Müslümanlara karşı yaptıkları ittifak, modern çağın karakteristiğini anlamak açısından sembolik öneme sahiptir. Denebilir ki modernite, İslam’ın(Müslümanların) tarih sahnesinden silinmesi ve/veya Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir iç reform geçirerek “amorflaşması(biçimsizleşmesi)” için Yahudi-Hıristiyan ittifakı tarafından üretilmiş bir projedir. Ancak Müslümanlar henüz bu sürecin kendileri aleyhine projelendirilmiş olduğunun idrakinde değillerdir.
Yahudi-Hıristiyan çekişmesinin tarihine kabaca bir göz attığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Avrupa’nın Yahudi alerjisinin 1492’yle sınırlı kalmadığı, sonraları da devam ettiği, özellikle ikinci dünya savaşı yıllarında bu alerjinin zirve yaptığı (Hitler tarafından gerçekleştirilen kitlesel kıyımlarla) bilinmektedir. Nazi katliamı, Yahudilerin asırlara baliğ sürgünlerinin “devlete” evirilmesinde hayati rol oynayacaktır. İkinci Dünya harbinin hemen akabinde, diaspora Yahudilerinin Filistin’e yönelik sistematik göçleri hızlanacak ve Siyonistler öncülüğünde gerçekleştirilen tedhiş eylemleriyle işgal girişimi hız kazanacaktır. Avrupa, bünyesindeki Yahudilerden kurtulmak amacıyla İsrail’in kurulmasına nezaret etmiş ve hatta desteklemiştir. Sonrasında ise İsrail iktisadi, siyasi ve askeri olarak sürekli gözetilmiş, Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafyada İsrail’den daha güçlü bir devletin ortaya çıkmaması için azami gayret gösterilmiştir. Anglosakson dünyanın fiziki liderliğini ele aldıktan sonra-entelektüel liderlik halen Avrupa’da(hassaten İngiltere’dedir)- ABD’nin gerek altı gün savaşlarında verdiği askeri destek, gerekse BM’de İsrail aleyhine alınan kararları veto etme yetkisi sayesinde siyasi destek, bugüne kadar artarak devam etmektedir. Kudüs’ün Yahudilere peşkeş çekilmesine razı olan Avrupa Hıristiyanlığı’nın bu tavrı, yukarıda da işarete etmeye çalıştığımız üzere, muvahhit İsa(a.s) ve onun pak annesi Meryem(a.s)’in tarihsel mirasının yeniden yorumlanmasının sonucudur. Böylece Hıristiyanlık, kendisini Avrupa’da “Kudüssüz” bir şekilde, yani İbrahimi geleneği tersyüz ederek, yeniden inşa etmiştir. Çünkü Kudüs aynı zamanda Doğu’yu sembolize etmektedir ve Doğu, Avrupalının nazarında ilkel/barbar/gayr-ı medeni olandır. Yani ehlileştirilmesi gerekendir. Binaenaleyh Doğu’ya ait olmak kabul edilemezdir.
Oysaki Kudüs, peygamberlerin atası olarak bilinen ikonoklast (putkırıcı) İbrahim (a.s)’den bağımsız düşünülemez. Son ilahi beyan olan Kur’an, İbrahim (a.s)’i örnek bir şahsiyet olarak niteler. Onun Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, Hanif bir Müslüman olduğunu sarih bir şekilde beyan eder. Onun babasıyla olan itikat eksenli tartışması, oldukça dokunaklı bir şekilde anlatılır. Pagan kültür içine doğan İbrahim (a.s),kendisini bu kültürün ikonlarını ortadan kaldırmaya adamıştır. Evvela ikon/put yapıcı babasını en güzel şekilde ikaz eder ve fakat sonuç alamaz. Hatta tehdit edilir. Ancak o tüm risklerine rağmen, toplumunun bu paganist/putperest/müşrik inancını sarsmak için, biri hariç, bütün putları(esnam) kırar. Böylece onların tapılmaya değer olmadıklarını halkına göstermek niyetindedir. Taptıkları putlarının acizliğini fark eden halkın kısa süreli sorgulama çabası, dönemin siyasal otoritesi tarafından manipüle edilir ve İbrahim, tanrının temsilcisi olduğunu iddia eden siyasal otorite tarafından yakılarak öldürülme cezasına çarptırılır. Ancak, kendisine layıkıyla ram olanlara nusretini esirgemeyen mutlaklık makamının yegâne sahibi olan Allah (c.c), yakıcı olan ateşin “yakma” vasfını tam zıddına inkılab ettirir. Muhatabını aciz bıraktığı için mucize olarak adlandırılan bu sahne, hem dönemin pagan ve materyalist paradigmasına, hem de günümüzün scientist(bilimci) ve rasyonalist algısına bir meydan okuyuştur.
Bugünkü Irak havalisinde, Ur Şehrinde, yaşamış olan İbrahim (a.s) pagan/müşrik düzen(ler)le mücadele azmini evlatları İsmail (a.s) ve İshak (a.s)’a miras bırakır. Onlar da çocuklarına… İsmail Araplara, İshak ise Filistin topraklarına tayin edilirler. Her ikisi de gittikleri yerlerde babalarından öğrendikleri tevhit akidesinin yerleşmesi için çaba gösterirler. Dönem itibariyle Şam sınırları içinde yer alan Kudüs de bu öğretiden nasibini alır. İshak’ın soyundan gelen peygamberler, Mısır’a egemen olan Yusuf (a.s) müstesna, genel itibariyle Kudüs’ü de içine alan Filistin topraklarında pagan kültürden kaynaklı adaletsizliklerle, ahlaksızlıklarla mücadele ederler. İsa (a.s), Kudüs’ü de kontrol altında tutan Roma düzeni içine doğduğundan onun mücadelesi daha çetin geçer. Karşısında oldukça güçlü müesses bir nizam olarak Roma ve onun kokuşmuş toplumsal düzeni vardır. Irkçı, kapitalist ve müstehcen Roma düzenine karşı İsa (a.s) canla başla mücadele eder. Kurulu düzeni sarsar. Kendisine inanan Müminlerle birlikte Roma’nın bayağılığına bulaşmadan bir “cemaat” olarak yaşamaya başlar. Ancak atalarının maruz kaldığı gibi o da kurulu düzenin temsilcileri ve onların sadık yarenleri tarafından kovuşturmaya tabi tutulur ve ihanete uğrar. Hıristiyanlar onun çarmıha gerildiğine inansalar da son ilahi beyan Kur’an, onun Rabbinin katına yükseltildiğini söyler. İsa’yı Romalılara gammazlayanın bir Yahudi olması, iki büyük din(Yahudilik ve Hıristiyanlık) arasındaki savaşın/kavganın en önemli sebeplerinden biridir. Öncesinde, Yahudi ulemasından olan Ferisi ve Sadukiler de İsa’yı reddederler. Onun, yerleşik düzeni sarsacağından ve kurdukları dini sömürgeciliği ortadan kaldıracağından endişe ederler. Aynı kişiler, İsa’nın akrabası ve çağdaşı Yahya (a.s) peygamberin, bir fahişenin sözüyle infaz edilmesinde de sessiz kalmışlardır. Kudüs, ihanet üstüne ihanete şahitlik etmektedir. Ancak bu ihanetler cezasız kalmaz. Allah(c.c), Roma otoritesini İsrailoğullarına musallat eder ve M.S.70’te Kudüs, tarihin gördüğü en büyük katliam ve talanlardan birine şahitlik eder. On binlerce Yahudi öldürülür ve bir o kadarı da esir edilir ve köleleştirilir. Süleyman mabedi ve Tevrat metinlerinin saklı olduğu sanduka da bu talan esnasında tahrip edilir. Bugün İsrail işgal devleti, Aksa’nın altında yaptığı kazılarda hala o gün kaybolan metinleri ve tahrip edilen Süleyman mabedine ait kalıntıları aramaktadır. Bulması durumunda buranın kendilerine ait olduğunu iddia edecek ve Müslümanları buradan kovmak için sağlam(!) bir gerekçeye kavuşmuş olacaklar.
İbrahimî gelenek Kudüs’ün tarihinde oldukça mühim bir rol oynar. Bu nedenle ilmi/entelektüel sorumluluğa sahip olan hiçbir tarihçi, Kudüs’ü put kırıcı İbrahim ve onun soyundan gelen peygamberlerden bağımsız değerlendir(e)mez. Bilinen insanlık tarihinin son 4500 yılına tanıklık etmiş olan bu aziz beldenin nebevi gelenekle iç içeliği, burayı bir ‘’şiar’’ olarak görmemizi gerektirir. Kudüs’ün bugün Siyonist işgalle anılıyor olması, sadece Müslümanlar açısından değil, hakkaniyetten nasibini almış tüm Yahudi ve Hıristiyanlar için de trajiktir. İsrail’in bütün Dünya’nın gözü önünde işlediği cinayetler/barbarlıklar, bir şiar olarak Kudüs’ün hürmetine ve izzetine gölge düşürmektedir. Tarih boyunca maruz kaldıkları insanlık dışı muameleleri bugün Filistin halkına reva gören İsrail işgal devletinin, Kudüs’ün tevhidi mirasına sahip çıkması zaten beklenemez.
Sonuç olarak denebilir ki; Tevhidi bir şiar olarak Kudüs, ancak ve ancak son ilahi beyan olan İslam’ın rehberliğinde İbrahimî geleneğin muvahhit çizgisine uygun bir temsille tanışık olabilir. Yahudiler ve Hıristiyanlar bu tevhidi şiarın hürmetini, izzetini, vakarını ve onurunu takdir edecek olgunlukta değillerdir. Onlar, aziz Kur’an’ın beyanıyla gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar olarak tescillenmişlerdir. Demek ki Kudüs için ceht etmek, gazap ve dalalet ehlinin küfrü ve tuğyanı sebebiyle perdelenmeye çalışılan tevhidi bir şiarın özgürlüğüne giden yolu açacaktır.
Modern tarihin peygamberlik misyonuna tanıklık eden şehirleri unutturma, onların yerine aydınlanma aklının inşa ettiği “rasyonel-mekanik” şehirleri öne çıkarma çabasına rağmen Kudüs, her fırsatta, tanıklık ettiği tevhidi mirası hatırlatmakta ve insanlık ailesine, tarih bilincinin “ilerleme” putunun tasallutundan kurtularak inşa edilmesi gerektiği hakikatini haykırmaktadır. Kudüs, vahyin insanlık tarihindeki hayati rolünün ete kemiğe büründüğü müstesna bir beldedir ve sadece bu yönüyle bile meydan okuyuşunu sürdürmektedir.