Şehrin sakinleri yahut misafirler, ister farkına varsınlar ister varmasınlar hem şehir orkestrasında birer müzisyeni ve hem de gün içinde uğranan mekânlara mahsus bir konserin dinleyicileridirler.
Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Şehir sadece binalar, caddeler, sokaklar, çarşılar ve meydanlardan ibaret değildir. Şehrin, başka başka yönleri de vardır. Mesela bir önceki yazıda işaret edildiği gibi, şehir, okumasını bilen için bir kitaptır. Evet, şehre okunacak bir metin gibi bakmak mümkündür. Sürekli yenilenen, adeta yeniden yeniden şerhleri ve zeyilleri yazılan bir kitap… Bu mevzuyu burada uzatacak değiliz; zira evvelce tafsilatıyla bu konu ele alındı. Burada şehre, ahenk ve ritim pencerelerinden bakmayı murad ediyor ve ilk cümlemizi not ediyoruz: Her şehrin kendine mahsus bir sedası ve musikisi vardır.
Sesin olduğu yerde hayat vardır. Âhengin ve ritmin olduğu yerde neş’e… Hayatın ve neş’enin olduğu yerde ise, üretim vardır. Üretimin olduğu yerde servet, servetin olduğu yerde de ticaret vardır. Ticaret bir yönüyle çoğaltmak, öteki yönüyle tüketmektir. Hayat denilen “şey” de zaten bu değil midir? İnsan, ihtiyaçlarıyla gelir bu hayata; o ihtiyaçlarını elde etmek için, keşif eder, tasarılar, üretir, alır-satar, biriktirir ve tüketir. Bütün bu çabalar hep bir “hareket” içinde olur. Hareketin olduğu yerde de ses mutlaka vardır. Keza hareketin mahiyetine uygun olarak da o ses bir ritme, bir ahenge kavuşur. Böylece şehrin musikisi zuhur eder.
Şehrin sakinleri yahut misafirler, ister farkına varsınlar ister varmasınlar hem şehir orkestrasında birer müzisyeni ve hem de gün içinde uğranan mekânlara mahsus bir konserin dinleyicileridirler. Bu iki temel vazifenin bilincinde olanlar, şehrin musikisine hayran olur. Mesela yaşadığı şehrin musikisinden zevk alan “büyük ruh”lardan birisi Mevlânâ Celâleddin’dir. Rivayet olunur ki, Mevlânâ Celâleddin bir gün Konya’da cevelan ederken yolu Kuyumcular Çarşısı’na çıkar. Orada bir atölyenin önünden geçerken, önlerindeki mücevheri işleyen ustaların çekiçleriyle vücut bulan musikiye kendini kaptırır. O meşhur müderris, çarşının orta yerinde semaya durur… Onu bütün kayıtlardan azade vecd halinde semaya çağıran bu ritmin bestekârı Selahaddin-i Zerkûbî’dir. O bestekârda bırakır çekici ustalara, vecd halinde sema eden Mevlana’ya eşlik eder. Birlikte o sese teslim olur, dönerler, dönerler.
Bu kıssayı, pek çok Mevlevî kaynağından okuyoruz. Şunu da öğreniyoruz: Mevlana, bu vecde sebep olan sesin bestekârıyla “dost” olurlar. Bu dostluk, bilahare Sultan Veled’in Selahaddin-i Zerkûbî’ye damat olmasına kadar varacaktır. Şehrin musikisi, iki ruhu buluşturup hısım yapabilecek iksire sahip… Şimdi soruyorum: Bu kıssadan mülhem yeni şiirler yazılamaz mı? Yeni hikâyeler yazılıp filimler çekilemez mi? Neden olmasın? Hüner sahibi şair, elbette bu metafordan derûnî manalar tahsil edecektir. Diğerleri de öyle; burada mühim olan şey, hikmet nazarıyla bakmak, neyi, niçin ve nasıl alacağını bilmektir. Sanatçı kimlik bu “nasıl”da saklıdır. Demem o ki, şehri dinlemek, dostluğa, hısımlığa, sanat ve düşünce eserlerinin vücut bulmasına imkân sunuyor.
Dinlemek, zaten özü itibariyle okumaktır. Kur’an’ın ilk emri olan “ıkra’”da “kırâ’e” kökünden gelen bir dinleme manası saklı değil midir? Dinle, daha dikkatli dinle ve dinlediklerini mahfûzatına alarak muhataplarına tebliğ et… Emir budur. Dinleyecek, zevk edecek, öğrenecek ve bu tahsil ettiğimiz manayı “eser”e tebdil edeceğiz. Tam da bu cümleden hareketle Tanpınar’ın Beş Şehir’ine bakıyorum. Bu güzide eserde, elbette tetkik var; ama tek başına tetkik, edebî bir eserin zuhuruna kâfi değildir. Dolayısıyla orada, müşahade yani şehir kitabını okuma amelesi çok bariz bir şekilde kendini ele verir. Yazar sanki bir fotoğraf çekiyormuş gibi şehirleri tasvir eder. Aynı şekilde bu tasvire çeşni katan iksir, o şiirselliktir. Bunu da temin eden “dinlemek”tir. Tanpınar, tıpkı Atik Valide’den İnen Sokakta şairi hocası gibi şehrin musikisini doğru ve verimli dinleyen bir kulağa sahiptir. Bu kulağın asıl marifetini Huzur’da görüyoruz. Orada şehrin, modernleşme politikalarıyla değiştirilmeye çalışılan musikisini koruma çabasına tanık oluruz. Şehrin o dingin, içe doğru seyreden ve mahremiyet içerisinde ruhen yücelmeyi temin eden musikisinin yerine, “sosyalleşme” yahut “sosyete” kavramlarıyla süslenen “gösterişe” ve “imaja” matuf bir müzik alanına evirilmesinin hikâyesini okuruz.
Her şehrin kendine mahsusu bir sesi ve musikisi vardır, demiştik. El hak öyledir. Mesela memleketim, Anadolu’nun kalbi olan Sivas’ın sesi, çocukluk hafızama kaydedildiği şekliyle “kar sesi”dir. Bu sesten mülhem Şehir Hayat ve Derviş’te birkaç not düşmüştüm. Ama hemen söyleyeyim, “kar sesi” tanımlaması da Yahya Kemal’e aittir. Üsküp’ün karlı zamanlarıyla dolup taşan şair bu sesi şiirinde tescil etmiştir. Sadece şairde değil, türkülerde o kar sesi yerini bulur. Zaralı Halil’in türküleri kar sesinin bir başka veçhesini, yokluğu, çaresizliği ve gurbeti hatırlatır. İşin tuhaf yönü şu ki, kar sesi, bendenizde de hep o yetmişli yılların yokluk ve çaresizlikleriyle hafızama yer etmiştir. Sabah namazıyla düşülen, köyden şehre değin altı kilometre yürüyerek aşılan okul yolu… Soğuk. Soğuk da ne ki, adeta dondurucu o ses. Hala şu günlerde bile, o hep bir şeyleri aşmak, mücadele etmek, azim ve kararlılıkla başarmak, ileri menzillere varmak için atılan adımların ruh dünyamda inşa ettiği “ben” ile zaman zaman karşılaştığım oluyor. Şehrin musikisi, hele hele doğup büyüdüğünüz memleketinizin sesi kulağınızdan hiç kaybolmaz. Nereye giderseniz gidin, o sesi taşırsınız. Zira o sesle var olursunuz.
Sonra Ankara… Ankara’nın sesi, Huzur’da anlatılan o “yeni ses”tir. Kurgudur. Bestekârı, yetmişli yıllara değin Almanlar olmuş. O bakımdan bana Yenişehir, hep orkestrayı hatırlatır. Düzen vardır. Ama bu düzen, katı kuralları olan bir düzen… Şefe uymanız elzemdir. Bilahare Karadeniz’den Doğu’dan gelen amelelerin “müteahhit” olmasıyla şehir ritmine biraz Karadeniz, biraz da Doğunun ıstırabı karışmıştır. Bana bu sentez de tedirginlik verir; ruhumun dinginliğini seksenli yılların dağınık “köhne” Ankarası’nda bulurdum. Burası Sivas’a, Ulucami’ye inen sokaklara benzeyen “aşina olduğumuz” seslerin cümbüşüne sahip olan Hacı Bayram ve civarıdır. O bakımdan benim Ankaram, bu kadim şehirden ibarettir. Bir türlü, Sıhhiye’den ötenin sesine alışamadım. Bir sene kadar Beşevler’de kaldım; ama öğrencilik bitip de burada yurt yuva kurunca hep Ulus’tan öteyi, Keçiören’i kendime yakın buldum. Şunu anladım: İnsanın kulağı çocukluğunda terbiye oluyor… Zamanla zevkler değişiyor, imkânlar gelişiyor ve bakış açısı genişliyor. Dolayısıyla belki, dinleyeceğiniz müzik de değişiyor; hayır, bu değişim rüzgârına pek gönlüm razı olmadı. Ben daima Hacı Bayram’da kaldım.
Fakat bir gün “gel” emri çıktı, gönüllü sürgün zamanları başladı… Van’a gittim. Van’da güneşin ve suyun raksını temaşa ettim. Zaten Van’ın bir diğer adı da “güneş şehri” anlamında Tuşba değil midir? Hakikaten bir haziran günü, Edremit’ten Van Denizi’ne nazarlarınızı ve kulağınızı teslim ederseniz, orada suyun üzerinde rakseden güneşi ve Süphan Dağları’nda bu raksı temaşa eden karları görürsünüz. Müthiş bir tablo… Oradan Isparta’ya, “gül şehri”nde “gül sesi”yle kulaklarımızı mamur kılmak için birkaç seneliğine kalkıp intikal etmiştik. Gerçi, Isparta’da uçan kuşlar bile neredeyse “Demirel Demirel” diye ötecek durumdaydılar; zira çalıştığım üniversitenin adından başlayarak çocuklarımın gittiği okul, hastanemiz ve geçtiğim cadde hep aynı isimle maruftu… Demirel caddesinden geçip, Üniversiteye varır, bazen hafta sonları Demirel Botanik Bahçesine gider, suyu kurumuş nilüferlere ağıt yakar, sonra tekrar Demirel Caddesinden geçerek devlethanemize intikal ederdik. Lakin Mayıs geldiğinde şehri sadece gül kokusu ve gül sesi kuşatırdı.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum yaşadığım her şehirde farklı bir ses, farklı beste ve farklı bir mananın peşine düşmüşüm. Gaybî Efendi’nin izinde Kütahya’nın sokaklarında gezerken Timurtaş Paşa’nın inşa ettirdiği Takvacılar Camii şadırvanında oturup Tanpınar gibi bir şiir yazamadım; ama Hisarlı Ahmed’in sesine kulak verip kimsecikler duymadan “Kütahya’nın pınarlarını” çokça söyledim. Kütahya’nın sesinden geriye kalan su sesi ve soğuk kalmış belleğimde. Peki, Bursa’nın sesi? İstanbul’un, Konya’nın… Mekke’nin, Medine’nin. Amman’ın, Şâm-ı Şerîf’in, Marekeş’in, Türkistan’ın ve Lefkoşe’nin. Saraybosna’nın, Londra’nın ve Sofya’nın. Şimdi şehir adlarını andıkça gönül şehrimdeki sahnede zengin bir konser programına misafir oluyorum. Gözlerimi yumuyorum. (Ey okuyucu, tam da burada yazıyı okumayı bırak, yazar gibi sen de geriye çekil ve gözlerini yum… O içindeki konseri dinle.) Dinliyorum. Dinliyorum. Birden kendimi Malatya doğumlu Niyâzî-i Mısrî gibi, Bursa’nın Bakırcılar Çarşısı’nda buluyorum. Bir kalaycı arıyorum… Ateşleri körükle harlayan çırakların eşliğinde bakıra kalay atan ustalar. Ustalar ki, her birisi için elindeki alet birer enstrümandır. O işinin ehli ustalar ve çıraklar, üretirken, tamir ederken ve satarken dinlemesini bilen kulağı nefis bir musiki ziyafetine davet ederler.
Sözü fazla uzatmadan sadede gelelim: Şehir, nasıl ki, okumasını bilen için kitap ise, duymasın ve dinlemesini bilen için de bir plaktır. Ne var ki, plansız programsız bir şekilde şehre ulanan “uydu kentler”, İstanbul’u İstanNewyork’a tebdil eden gökdelenler, bitişik nizam sokaklardan mürekkep yeni şehirler… Bunlar şehrin rüzgârını kesti. Dolayısıyla ahenk de ritim de bozuldu. Şimdi AVM’lerde semaya duracak Mevlana’ları aramak abestir. Maalesef şimdi çarşıyı ve sokakları istila eden musiki, şehrin tabii hâlinden zuhur eden bir ahenge sahip değil. Orada artık stüdyolarda üretilen, durup düşünmeyi, zevk almayı değil, hızlı hareket etmeyi ve hazzı telkin eden kaotik sesler heyulası hüküm sürüyor. Lakin şuna da şükredelim: Hâlâ o kadîm şehirlerde ve “yeni şehir planlamacılarının” dokunamadığı semtlerde huzura, dinginliğe ve güvene çağıran lâhutî sesler var. Bu lâhutî sesler, beş vakit okunan ezanla makamını tazelemeye ve yenilenerek var olma mücadelesi vermeye devam ediyor. Zevk-i selim sahibi kulaklar, karmaşık şehir sesleri arasında o lâhutî sesi bulup dinlemeye devam ediyor.