28 Şubat ya da 15 Temmuz darbeleri üzerine film yapmak bahsi geçen sorunun çözümü değildir. Çözüm Türkiye halkının 27 Mayıs darbesinden beri birbirleriyle bağlantılı olan askeri ve siyasi ortamın toplum psikolojisini ne ölçüde ve nasıl etkilediğini gösterebilen sinemasal bir üslup ortaya koyabilmektedir.
Aşkın Yıldız

İnsanlığın 18. yüzyılda Endüstri Devrimiyle modern dünyaya gözlerini açtığı söylenebilir. Teknolojik gelişmeleri, sanayileşme ve kapitalizmi arkasına takan Endüstri Devrimi, sadece ticari ve ekonomik bir devrim değildi. Bu gelişme aynı zamanda üretim-tüketim ilişkisini hızlandıran ve buna sadece ekonomiyi değil her yönüyle insanı dâhil eden bir merhaleydi. Bu anlamda bilimsel, dini, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal hayata kadar geniş bir yelpazede dönüşümün de başlangıcı olarak görülebilir.
Savaşlar, ekonomik krizler ve toplumsal kaoslarla birlikte bu dönüşüm, sanatsal anlamda Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde değişik formlar ortaya çıkarmıştır. Belirli amaçlarla, belirli ilkelerle, belirli özellikler ön plana çıkarılarak ve birçok sanatçıyla, çok sayıda eserler verilerek, değişik sanat türlerine yansıyan bu üretim biçimi akım olarak karşımıza çıkar. Resimde, edebiyatta, müzikte, heykelde ve birçok sanat türünde akımlar görülmüştür. Sinema diğer sanatlara göre daha geç bir dönemde ortaya çıktığı için adeta akımlar dünyasında var olmuştur, denilebilir. 20. yüzyılda Avrupa’da Sürrealizm, İtalya’da Fütürizm, Rusya’da Konstrüktivizm, Almanya’da Ekspresyonizm gibi akımlar birçok sanat alanın etkilerken sinemaya da yansımışlardır. Bu akımlar dünya sinemalarında birer akım olarak var olurken; bizde durum biraz daha farklı olmuştur.
Bizde aslında tam olarak bir akımdan bahsetmek mümkün değildir. Akımlardan etkilenilmiş olsa da daha çok furyalar olarak sinema dönemleri mevcut olmuştur. Avrupa’da ortaya çıkan akımlar, sinema sanatında İtalya’da Yeni Gerçekçilik, Fransa’da Yeni Dalga, Almanya’da Dışavurumculuk, Rusya’da Toplumsal Gerçekçilik ve Devrim Sineması gibi akımlara dönüşebilirken bizde bu sinema hareketleri moda olarak birkaç film denemesiyle sınırlı kalmıştır.
1950’lerden sonra özellikle 60 ve 80 arası dönemde yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasal krizlerin de etkisiyle Toplumsal Gerçekçi sinema, Ulusal Sinema, Milli Sinema ve Devrimci Sinema gibi tabirler ve buna uygun film örnekleri görülmüştür. Ancak bu dönemler sinemamızda köklü bir gelenek, değişim ya da bir üslup olarak kalıcı olamamıştır. Türkiye’de iç göçün yaşandığı, kentleşmenin arttığı, kültürlerarası etkileşimin yeni kültürler ürettiği 1950’lerden günümüze toplumun gündemiyle, yaşayışıyla, beklentileriyle ve dertleriyle ilgilenen Türk Sinema anlayışı, kısa ve değişken bir süreç izlemiştir.
Türk Sinemasının, ülkenin kendi kültürel, sosyal, siyasal ve ekonomik koşulları içinde bir akım üretmesi ya da bir akıma dâhil olabilmesi, dünya sinemasına bir katkı sunabilmesi açısından önemlidir elbette ancak sinemanın toplumla ilişkisini kurabildiği bir söylem üretebilmesi en azından kendi insanı için elzemdir. Bu anlamda akım olamasalar da birer furya olarak sinemanın bu dönemleri önemsenmesi gereken bir konudur.
Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş evresi uzun yıllar boyunca Türk halkını kültürel yaşayış anlamında Batı ve Doğu, gelenek ve modern arasında bırakmıştır. Bir yandan modern hayat ve Batı kültürüne uyum sağlamaya çalışılırken bir yandan da dini ve kültürel kimlik korunmaya çalışıldı. Bu ikilem ve bocalama durumu toplumsal hayatın her alanında olduğu gibi sinemada da kendini gösterdi denilebilir. Sinemada bir üslup oluşturabilmek için öncelikle biçim ve öz birliği gereklidir. Eski yöntemlerin, alışkanlıkların terk edilmesi yeni ve istikrarlı bir usulün yöntem olarak belirlenmesi gerekir. Avrupa ve Amerikan sineması özelinde genel olarak sinemaya tüketici ve müşteri konumunda oluşumuz biçim ve öz uyumsuzluğunu getirmiştir. Sinema, bir yandan uzun yıllar boyunca yeni bir eğlencelik icat gibi görülürken diğer yandan Batı kaynaklı sinematografi zihinlere işlendi. Genel olarak bu durum biçim ve öz birlikteliğinin oluşmasını engelledi. Bir anlamda sinemada sanatsal kimliğimiz daha doğmadan sakat bırakıldı.
Sanatsal anlamda özü oluşturan, toplumun siyasal, ekonomik, psikolojik yapısı; yine sanatsal anlamda biçimi oluşturan, gerçekçi, gerçeküstü, geleneksel ya da modern bir üslup belirlenerek verilebilir. Bu uyumun yakalanabilmesi kültürel hayatın canlılığıyla yakından ilgilidir. Toplumun eskiden beri var olagelen kültürel hayatı yaşama biçimleri, aktifliği, üretkenliği ve canlılığı sinemaya da yansıyabilmelidir. Türkiye en son cumhuriyetle birlikte yeni bir kültürel yaşayışa yönelmiş ve bu durum bazı karmaşık durumları oraya çıkarmıştır. Zaten kendisi Batı icadı olarak görülen sinema bu karmaşık ruh halinden nasibini almıştır. Buna rağmen 1960’lı yıllarda sinemamızda Toplumsal Gerçekçilik, hayatın güllük gülistanlık olmadığını ve toplumun içinde bulunduğu sıkıntılı durumları gerçekçi bir şekilde ifade etmeye çalışmıştır. 1965 ve sonrasında Halit Refiğ gücünü halktan alan, kalk için film üreten Ulusal Sinemayı ortaya atmış ve kuramsal olarak geliştirmeye gayret etmiştir. 1970 yılında, “Umut” filmiyle aslında oyuncu olarak halka mâl olan Yılmaz Güney, devrimci bir sinema anlayışını temellendirmeye çalışmıştır. Yine 70’li yıllarda Yücel Çakmaklı kendi öz kültürümüz ve dini değerlerimizi ön plana çıkaran Milli Sinema vurgusunu yapmıştır. Bahsi geçen dönemler Türk Sineması için önemli olmakla birlikte birkaç sinemacıyla ve sınırlı sayıda filmden ibaret olduğu için geliştirilememiş ve derinlikli olamamıştır.
Günümüze geldiğimizde sinemamızda hala ne bir akımdan ne de bazı çalışmalar olsa bile bir furyadan bahsedebiliyoruz. Dünya ülkelerinin geçtiği savaşlarla, yıkımlarla ve türlü insani dramlarla dolu karanlık yıllardan bizde geçtik ve geçiyoruz. Askeri darbelerden, ekonomik krizlerden ve hatta son dönemi katarsak salgın hastalık sürecinden geçiyoruz. Ancak ne var ki bu yaşananlar sinemamıza ısrarla yansımıyor. Hâlâ sinemaya seyirci, hâlâ sinemaya müşteri durumunda kalıyoruz. Hatta ne yazık ki bunun aksini gösterecek bir bilinci yeterince ortaya koyamıyoruz.
Özellikle öncesi ve sonrasıyla savaşlar ve askeri darbeler, toplumları baskılayan buhranlı dönemlerdir. Her dönem kendi içinde değişik şartlar, ortamlar ve imkânlar sunar ve bu süreçler sanatta ve sinemada bir şekilde ifade edilir. 27 Mayıs’ın 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün oluşturduğu toplumsal ortam yukarıda bahsedilen sinema furyalarına dönüşmüştür. Hal böyleyken 1997 28 Şubat darbe ortamı, 2003 ve AK Parti hükümeti yılları, e-muhtıralar, 2013 Gezi Parkı olayları ve ortamı, FETÖ ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle; 11 Eylül saldırıları, İslamofobi, Arap Baharı süreçleri ve daha birçok iç ve dış siyasi, ekonomik ve toplumsal bunalımlar sinemamızda en küçük bir sanatsal ifade gücü oluşturmadı. 28 Şubat ya da 15 Temmuz darbeleri üzerine film yapmak bahsi geçen sorunun çözümü değildir. Çözüm Türkiye halkının 27 Mayıs darbesinden beri birbirleriyle bağlantılı olan askeri ve siyasi ortamın toplum psikolojisini ne ölçüde ve nasıl etkilediğini gösterebilen sinemasal bir üslup ortaya koyabilmektedir. Müslüman düşüncenin kimlik vurgusu ve varoluşu siyasi olduğu kadar sanatsal olarak da öncelenmelidir. Hiç şüphesiz 28 Şubat süreci Müslüman kimliğin bir mücadele alanıydı ve bir toplum psikolojisi ortay çıkardı. Ancak ne sebebi, ne sonucu ne de mücadelesi Türk Sinemasına bir söylem olarak yansımadı. AK Parti hükümetinin dindar nesil vurgusunu yapabildiği bir vasatta sinemada hala bir kıpırdanma yoktu. Nihayet 15 Temmuz ve sonrası süreçte hala sinemamıza yansımış bir söylem üretebilmiş değiliz. Bu durumun siyasal ve maddi imkânlarla değil farkındalıkla ilgili şüphesiz ortadadır.
1960’lı yılların Türkiye’si ve imkânlarıyla oluşturulabilen sinemasal ortam, söylem ve filmler 2020 Türkiye’si ve imkânlarıyla söylenemiyor ve geliştirilemiyorsa burada en azından sanatsal anlamda bir ilerlemeden değil ancak bir gerilemeden bahsedebiliriz.