Hayat, bir yanıyla imha, öteki yanıyla imardır. Bu yüzden inşanın hayat boyu devam ettiğini, bunun bir süreklilik işi olduğunu söylüyoruz. İnsanın hayatı gibi, şehrin de hayatından söz etmek mümkündür.
Bilal Kemikli
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi

Esasen yazının başlığı, “şehri kim inşa eder?” şeklinde olacaktı… Elbette inşa etmek, başlı başına bir sürece işaret eder. Fakat bu süreç, öyle tarihin bir döneminde olup biten zamana delalet etmez. Ta başlangıcından itibaren devam ede gelen bir süreçtir bu; an içinde yenilenen, yapılan ve yıkılan şehir! Tıpkı insan gibi, inşa faaliyeti mütemadiyen devam eder.
İnşayı imar anlamında kullandığımız gibi, imha anlamında da kullanırız. Zira yapılmak, evvelemirde yıkılmak değil midir? Yıkılmadan yapılmaz insan; alışkanlıklarını, zihninde oluşan paradigmaları, kanaatlerini ve kişiliğini oluşturan bütün o maddi ve manevi hallerini bir bilgenin huzurunda yıkmadan gerçek anlamda farkındalığına ulaşman ve kendin olman pek mümkün değildir. Çünkü yıkılmadan yapılma iddiası, esası itibariyle eklemelerle var olmadır; bu da ancak hantallık demektir. Diğer bir ifadeyle yanlış atılmış, ivedi kurulmuş bir temelin üzerinde inşa faaliyeti gerçekleşemez. O bakımdan, evvelemirde yıkılmak, sonra onarılmak… Bu biraz da dolu bardağı boşaltıp, sonra doldurmaktır. Boşalmamış bir bardağa siz taze ve temiz su doldurup içemezsiniz. Dolayısıyla inşanın imarla birlikte imha tarafı olduğunun ayrımına varmak lazım.
Hayat, bir yanıyla imha, öteki yanıyla imardır. Bu yüzden inşanın hayat boyu devam ettiğini, bunun bir süreklilik işi olduğunu söylüyoruz. İnsanın hayatı gibi, şehrin de hayatından söz etmek mümkündür. Şehir, canlı bir bünyedir; doğar, büyür, bazen doğal felaketler bazen savaşlarla tümüyle yıkılır, adeta yokluğa mahkûm olur. Ama kimi şehirler var ki, onlar antik kentler tabirinin ihsas ettiği anlamla söyleyeyim, sureta yokluğa mahkûm olsalar da, mana itibariyle geride bıraktıkları maddi ve manevi miraslarıyla adlarından söz ettirir; bazen yapılan kazılarla ve bu kazılarda ortaya çıkan zenginlikleriyle, bazen de yetiştirdiği âlim ve bilgeleri, söze dönüşen hatıraları ve efsaneleşen kahramanlarıyla da inşa faaliyetini sürdürür. Bunun ayrımına, her hangi bir antik şehri ziyaret ettiğinizde yahut tarihi metinleri veya mitolojik içeriğe sahip edebi eserleri okuduğunuzda yahut dinlediğinizde varırsınız.
Bendeniz birkaç yıl önce ziyaret ettiğim Türkmenistan’ın Mehne şehrinde bu ayrıma varmıştım. Bu ziyaret, Şehir Hayat ve Derviş’te “Mene Babanın Huzurunda” başlığıyla yazıya da hayat vermişti. Mehne, kara kum çöllerinin ve geniş steplerin ortasında kurulmuş, Ebû Sâid Ebü’l-Hayr isimli bir büyük bilgeyi yetiştirmişti. Bu büyük bilgenin izinde biz bu şehre geldiğimizde geride sadece Sultan Sencer’in inşa ettirdiği söylenen türbenin kaldığını görmüş, diğer sivil ve resmi hayatın izlerini ise, adeta küçük tepecikler haline dönüşmüş olan kerpiç yığınlarından yola çıkarak tespit etmiştik. Evet, ortada şehre dair izler vardı, ama kum fırtınalarının tesiriyle de yokluğa mahkûm olmuştu. Ne var ki, o haliyle de inşa devam ediyordu; dünyanın farklı yerlerinden gelen ilim adamları, şehrin manevi sahibi Mene Baba’nın (Ebû Sâid) huzurunda cem olmuştu. Bundan daha iyi inşa olabilir mi? Şehir, yetiştirdiği bilge üzerinde sizi düşündürürken, kendi tarihsel sürecini de idame ettirmeye devam ediyordu.
İnşa sürecine bu denli vurgu yapmam, sadece şehrin dinamik yapısına atıfta bulunmak için değildir. Evet, şehir dinamiktir. Ama burada başka bir kastım daha var; o da, yazının başındaki soruda münderiçtir. Şunu demek istiyorum: Şehri bidayette elbette bir insan, kabile, topluluk veya devlet kurar. Fakat bu kuruluş, devam eden inşa süreci dâhilinde o şehrin yetiştirdiği değerler, özellikle de bilge ve kâmil insanlarıyla yenilenir, değişir dönüşür. Elbette fetihler, işgaller, göçler, doğal felaketler, manevi cezalar gibi amillerle de şehir yenilenir, değişir ve dönüşür. Hatta milletlerin içine girdiği kültür havzaları, harici tesir altında kaldıkları medeniyet veya ülkelerin yönlendirmesiyle de bu yenilenme, değişme ve dönüşme süreci cereyan eder. Bunların ekseriyeti, zorunlu tadilat ve değişimlerdir. Mesela Saraybosna’da, Ilıca istikametinden Başçarşı’ya doğru giderken, Avusturya’nın işgal ettiği dönemlerde inşa ettiği eserleri görürsünüz. Bu eserlerin bir kısmı, Osmanlı dönemine ait tekke, medrese ve mabetler ile kimi sivil ve resmi binaların yıkıntısı üzerinde kurulduğunu öğrenirsiniz. İskenderiye semtinde eski bir tekkenin izini sürerken, sadece “Tekke Sokak” ibaresini gördüğümde, mimari yapıyı koruyamasalar bile, semte değer veren mekânın adının korunduğunu görmüştüm. Aynı durumu ülkemizde tarihi şehirlerimizden her hangi birinde kolayca tespit edebiliriz. Maalesef dışarıda gördüğümüzü, içerde de görmemiz mümkündür. Tanzimat’la birlikte esen Fransız tarzının tesiriyle değişen resmi ve sivil mimari, dönemin siyasi ve iktisadi bakış açısının şehre şekil verdiğine tanıklık eder. Keza içinde yaşadığımız dönemde, yıkılan tekke, medrese ve camilerin yanında apartmana dönüşen konakların hikâyesini duymayanımız yoktur.
İnsan değişiyor, şehir de değişiyor. Değişen şehir yeni nesillere hayat veriyor. Fakat bütün bunlarla birlikte, bizim şehir tarihimize genel bir nazarla bakarsanız, onları yenileyen ve asıl mecrasına oturtanların kâmil insanların olduğunu görürsünüz. Şehirlerin sâhib-i manevisi olan kâmil insanlar şehri yeniler, değiştirir ve dönüştürür. Nitekim Bursa’da Emir Sultan’ın ve Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin huzuruna varıp şehri o eski tarihiyle temaşa ederseniz, bu iki kâmil ve bilge insanın şehri ne denli inşa ettiklerini fark edersiniz. Esasen şehir, asıl onların dokunuşuyla gerçek hüviyetine kavuşur. Çünkü orada sadece türbeler, cami ve yokluğa mahkûm edilmiş tekke ve medrese kalıntıları arasında, sevginin, tesamühün ve dayanışmanın izlerini görürsünüz. Nice bilgece sözler, nice kemâl hikâyeleri dinlersiniz. Size bir şeyler anlatan kimsecikler olmasa da, o mekân konuşur. Türbeler konuşur, kubbe, mihrab ve işte oradaki şadırvan konuşur… O ses, sizi yeniler, sevgiyle etrafınıza nazar edersiniz. İmdi soruyorum: Şehri şehir yapan da bunlar değil mi?
Siz ne derseniz deyin, benim için bu böyledir: Şehir tarihi ve haliyle sizi kucaklar. O kucakladıkça siz şehirli olursunuz. Bursalı olmak, emir Sultan’dan şehre nazar etmekle, oradaki dile aşina olmak, oradaki sesin ve musikinin ritmine teslim olmakla mümkün olacaktır. Keza Ankaralı olmak da öyle; Hacı Bayram’ın huzurundan kaleye, Aktaş’a, İsmet Paşaya ve şehrin semasını adeta yırtar gibi çıkan gökdelenleriyle Yenişehir bölgesine, Çankaya’ya bakın… Bakın, şunu göreceksiniz: Bir şehirde doğmak yahut yaşamak, oralı olmak, şehirli olmak anlamına gelmez! Şehirli olmak için, o kargaşadan azade, gelip Hacı Bayram-ı Veli’yle halleşmek lazım. Halleştikçe, şehre dokunuşunuz değişecek, onunla gerçek anlamda buluşacaksınız. Ve inşa, bu dokunuş ve bu buluşmayla devam edecek… Siz de şehri inşaya katılacaksınız.