HAL EVİNDE HAL OLANLARIN SIĞINAĞI DİVRİĞİ ULU CAMİİ

Ben kendi adıma, mümkün olduğu kadar gezen, gezmeden önce gittiğim yerlere ilişkin ufak çaplı araştırmalar yapan ve eğer var ise, o şehirlerle veya tarihi eserlerle ilgili kitapları okumaya çalışan birisiyim.

Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Bu sene yaz tatilinde sadece dört günlüğüne Sultan Şehre uğrayabildim. Farklı meşgaleler, bitirilmesi gereken işler, verilmiş sözlerin çokluğu bu seneki sıla ziyaretini azami ölçüde kısa tutmama sebep oldu. Bu kısa ziyaret günlerinin birini, daha evden ayrılmadan birkaç gün önce, Divriği’ye ayıracağımıza karar vermiştik. Daha doğrusu, bundan birkaç yıl evvel Doğan Kuban’ın Divriği Mucizesi’ni okumuş, o mucizeyi, yerinde görüp ziyaret etmeyi planlamıştık. Ama her sene beklenmedik bir mani çıkıyor ve bu düşümüzü gerçekleştiremiyorduk.

İşin doğrusu, dost meclislerinde konu bir şekilde Şifahane’ye veya Ulu Camiye gelince, gözler yer yer memleketçilik yapan fakire dikiliyor, ama o oralara ilişkin sadece okuduğu birkaç kitaptan yola çıkarak bir şeyler söylüyor, işi geçiştiriyordum. Ama içten içe de Divriği’yi ziyaret edememenin ezikliğini yaşıyordum. Esasen çeşitli vesilelerle yurt içinde ve dışında farklı gezilere katılmış birisi olarak, kendi şehrimi gezemememin affedilir bir yanı olmasa gerektir. Lakin çoğumuz da böyle değil miyiz? Doğup büyüdüğümüz veya sonradan gelip yerleştiğimiz, yaşadığımız şehirleri yeterince tanımıyoruz. Ben kendi adıma, mümkün olduğu kadar gezen, gezmeden önce gittiğim yerlere ilişkin ufak çaplı araştırmalar yapan ve eğer var ise, o şehirlerle veya tarihi eserlerle ilgili kitapları okumaya çalışan birisiyim. Fakat bir türlü Divriği’ye yolumu düşürememiştim.

İki sene kadar önceydi sanırım, Tıp Tarih Kurumu Ulusal tıp Tarih Kongresini Sivas’ta ve Divriği Şifahanesinde gerçekleştirmeyi planlıyordu. Bu projeye bir ocaktan geliyor olmam dolayısıyla “Halk Hekimliğinde Sivas’ta Ocak Kültürü ve Lokman Baba Ocağı” başlıklı bir tebliğle katkıda bulunmak istedim. Ne var ki, daha acil yetiştirmem gereken çalışmalar vardı ve ne ilgililere böyle bir talepte bulundum ve ne de bu tebliği hazırlayabildim. Bu vesileyle hem Divriği’yi görme imkânım olacaktı, hem de orada bulunan Olukman Köyünü Ziyaret etmiş olacaktım. Çünkü her ne kadar Pirkinik’te büyümüş olsam da, arkadaşlarım ve dostlarım beni oralı sansa da, aslında ben merkez Karaçayır Nahiyesine Bağlı Olukman Köyü nüfusuna kayıtlı bir aileye mensubum.  Bizim aile, köyün kurucusu Lokman Baba’dan geliyor ve bir ocak sahibidir. Acaba Divriği Olukman Köyü ile bir yakınlık var mıydı? Bunu merak ediyordum. Ama gidip göremedim, yerinde inceleme fırsatı bulamadım. Bununla birlikte geçtiğimiz sene Valiliğimiz Selçuklular Döneminde Sivas başlıklı güzel bir sempozyum organize etti ve kadirşinas dostlar vesilesiyle fakiri de davet etmişlerdi. Bu sempozyuma, farklı bir programım dolayısıyla, bir gün geç katılma imkânım oldu. Orada Kadı Burhaneddin’in Divanı’ndan yola çıkarak şiir ve iktidar konusunu tahlil eden bir bildiri sunmuştum. Toplantının sonrasında, katılımcılara Divriği’yi de içine alan bir gezi programı hazırlamışlar. Buna katılabilirdim. Olmadı.

Bu sefer, daha Bursa’da, evden çıkmadan Divriği gezisine karar vermemiz isabetli oldu. Şimdi düşünüyorum da bir şehre gitmek için, sadece karar vermek ve düşünmek yetmiyormuş; önce oraya hazır hale gelmek lazımmış. Daha doğrusu, şehir sizi çağırmalıymış. Yoksa çağrısız ve hazırlıksız gidilen şehir, size her ne kadar sokaklarını ve tarihi yapısını gösterse de, gerçek yüzünü, zaman ırmağına rağmen ayakta durabilen tarihini ve gizemini tam olarak sunmazmış.  Bu bakımdan bir yandan şehri temâşâ edip, öte yandan da Divriği Kalesi’nden bu güne kalan surların fotoğrafını çekerken Divriği’ye gitmenin ayrımına varmıştım: Divriği’ye gitmek, Mengücekoğlu’nun tarihine gitmek, Selçuklu’ya gitmek, Ortaçağın gizemli sembolik dünyasına gitmektir.  Kaleden şehri temâşâ ederken Anadolu’nun bugün gözden ırak olan bu köşesinde, Ortaçağ’ın merkez şehirlerinden birine hayat veren Mengücekoğlu Ahmet Şah ve eşi Turan Melek Hanım’ın hayaline dalıp gittim… Ruhları şâdolsun. Anadolu sultanları ve beyleri, tarihe sadece yaptıkları savaşlarla kayıt düşmemişlerdir. Pek çoğu Ahmet Şah gibi, idare ettikleri şehirleri yeni baştan imar ederek ve

O’nu ötelere taşımışlardır. Nedense bizim mimari tarihimiz, çoğu kere, dini, sosyal ve siyasi tarihimizden kopuk okunmaktadır. Parçalayarak anlamaya çalışıyoruz. Bu sebepten de tarihimizi bihakkın anlayamıyor, anlamlandıramıyoruz. Divriği Kalesinden bakıyorum da, tarihimizi anlama ve anlamlandırma konusunda pek çok problemlerimizin olduğunu görüyorum. İşin ehli ne der bilemiyorum, ama şöyle düşünüyorum: Bir milletin yahut şehrin tarihini iki şekilde tahrip edebilirsiniz; bir onu tamamen duygusal ve ideolojik zeminde okumak, iki onu bir bütünün parçası olarak görememek, parçalamak… Biz ne duygusal zeminden belgeye doğru yeterli adımlar atabildik, ne de parçalamacı zihniyetten azade olabildik.

Yanlış tarih okumalarının en belirgin tahribatı, tarihi şehirlerde görülebilir. Kendi ellerimizle yıkıp yok ettiğimiz eserleri bir düşünelim. Birkaç yıldır tarihi bir şehirde Bursa’da yaşıyorum, ama girdiğim her sokakta, hemen her gün bir tahribatla karşı karşıya kalıyorum. Hamasi tarih anlayışları, hamasi nutuklara imkân verse de tarihi olduğu gibi korumaya ve yarına taşımaya fırsat vermiyor. Madem tarihi olduğu gibi yarınlara taşıma konusunda bir çabamız yok, bari tahrip etmesek; ona gölge olmayı bıraksak. Her ne ise, Divriği de önemli bir tarihi şehrimizdir. Bugün gözden ırak olması hasebiyle, diğer tarihi şehirlerimizde görülen tahribata pek uğramamış. Bu sebepten dar sokakları, eski konakları ve kümbetleriyle tarihte yolculuk yapmanızı kolaylaştırıyor. Kalkıp 1228’e gidiyorsunuz, orada “taş u toprak arasında” bir şehri inşa ederken kendilerini de inşa ettiklerinin bilincinde olan baş mimar Ahlat’lı Hürremşah’ın huzuruna çıkıyorsunuz. Hürremşah’ın huzuru, Doğan Kuban’ın Divriği Mucizesi olarak nitelendirdiği Ulu Cami ve Şifâhâne’dir.  Divriği’ye gitmek, esasında Hürremşâhın huzuruna çıkmaktır.

“Ulu cami” tabiri, Selçuklu’nun bu topraklara kazandırdığı en önemli ufuklardan biridir. Cum’a namazında şehir sakinlerini bir araya cem etmek için kurulan ulu camiler, ilk dönem İslam Mimarisi‘nin sütunlar üzerine oturan düz dam ve örtülü avlu şeklinde yapılan camileri örnek alınarak inşa edilmiştir. Selçuklu, gittiği pek çok şehre bir ulu cami yaptırmıştır. Bu camilerin en önemlisinin huzurundayız. Doğan Kuban kitabında şöyle yazar: “Mengücekoğlu hükümdarı Ahmed Şah ve karısı Turan Melek’in isteğiyle 1228’de yapımına başlanan Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi’nin mimarı, Ahlatlı Hürremşah’tır. Fakat bu külliyenin kapı bezemelerindeki soyut figürlerin adı bilinmeyen heykeltıraşının, dönemin taş işçiliğini aşan, özgün bir üslubu vardır. Divriği Mucizesi’nin ana konusu, gözden kaçmış bu öncesiz ve sonrasız üslup, bu eşsiz taş bezemeler….”  Bu son iki cümleyi anlamak için, kalkıp buralara gelmek lazım; o soyut figürleri yerinde görmek, taş işçiliğini yüce bir sanata dönüştüren o isimsiz sanatkârın düşünmek ve bu eşsiz bezemelerle geri gelinmesi zor bir ufka açılmak… Bu şehir sizi çağırmalı ve bu ufka alıp götürmeli.

O eşsiz bezemeleri, figürleri amatör bir sanat tarihçisi bakışıyla anlamak ve okumak biraz güç bir iş. Daha evvel, okuduğum Divriği Mucizesi, çok önceleri bir ödev dolayısıyla incelediğim Traugott Wöhrlin’in Bir Cami ve Darüşşifa İle Karşılaşmalar kitabından hatırlamaya çalıştığım bilgiler yeterli olmuyor.  Oysa Wörhlin’in kitabı, daha çok bu figürlerin felsefi yorumunu ele veren bir eserdi… Olmuyor. Böylesi mekânlar, rehbersiz gezilmiyor. Mutlaka yanınızda işin ehli olan bir kâmil insan olmalı ve o anlatmalı, Süleyman mührünü, laleleri, gülleri, yılan ve kartal figürlerini… Yoksa her bir figürde kaybolup gitmeniz içten bile değil. Kitabeleri, gücümüz yettiğince okumaya çalışıyoruz; ama içlerinde zorlandıklarımız da az değil.

Bir şehre gidersem, mutlaka oranın aşinası olmuş bir ehil kişiyi ararım. Bu ehil kişiye ulaşmak bazen güçtür. Ama genellikle, gittiğim şehirde bir tanıdığım yok ise, en azından idarecilerinden birini ziyaret eder çayını içer ve şehre ilişkin bilgi almak isterim. Divriği’de yıllar önce görev yaptığım bir üniversiteden öğrencim var; edebiyat öğretmeni… Nasıl olsa yazın memleketindedir. O bize rehberlik eder, ya da uygun bir rehber bulur diye düşünüyorum. Lakin şehre girerken aradığım öğrencimin köyde olduğunu öğreniyorum. Bunun üzerine, yolda hemen karşıma çıkan Müftülük işaretine uyarak, tanımadığım müftünün çayını içip, Ulu Camii ve Divriği’nin diğer tarihi camileri etrafında bir sohbet umuduyla yola koyuluyorum. Müftülüğe geldiğimde, yıllardır görüşmediğimiz bir dostun kapısını çaldığımın farkında değildim. Evet, Divriği’ye gelirken çocuklarıma söylemiştim, biz Ahmet şahın ve Divriğili azizlerin misafiriyiz diye… Şah misafirliği böyle olsa gerek. İlk kapıyı çalmanızda bir tanıdıkla, kadim bir dostla karşılaşıyorsunuz. Öyle oldu; müftü bey öğrenciliğinden tanıdığım bir dostmuş… Onun delaletiyle Camiyi en iyi bilen kâmil bir er kişi bize Ulu Cami’yi ve Şifa haneyi gezdirdi.

Fotoğraflar çektim… Notlar aldım. Ama ne garip tecelli ki, Divriği notlarının da içinde bulunduğu akıl defterimi bir başka yolculukta kaybetmişim… Geride dimağımızda bıraktığı lezzet ve çekilen birkaç fotoğraf kaldı. Ha bir de şu var; Ulu Cami’nin avlusundan şehri temâşâ ederken kendi kendime tutturduğum Kul Himmet Üstadım’ın bir deyişi.

Gel seninle bir ahd’aman edelim

Hal evinde hal olalım sevdiğim

Bağlanalım bir ikrara duralım

Yaradana kul olalım sevdiğim

Kul Himmet’in bu deyişini kim bilir kaç kez dinlemişimdir. Lakin burada kendi kendime mırıldanırken, bu mısraların üzerinde şimdiye kadar pek düşünmediğimi farkettim. Divriğili âşık Kul Himmet Üstadım yâre böyle sesleniyordu: “Hal evinde hal olalım sevdiğim!” Çoğumuzun yaptığı gibi dinlediğimiz bir güfte, bir şiir, daha doğrusu bir deyiş bir nutuk olan bu şiiri de öylesine okuyup geçmişim. Oysa şairin yâre bu feryadı, asırlar boyu Divriği’de, Sivas’ta, Kırşehir’de Hacıbektaş’ta velhasıl Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde dilden dile, gönülden gönüle aktarıla gelen bir çağrıydı.

Bu çağrıyı burada daha iyi duyuyorsunuz. Bakımsız, yok olmaya terkedilmiş, yaşlı bir yakınımız gibi ilgi bekleyen bu yüce anıt… İşte bizim gerçek yârimiz, kültürümüz, dünümüz yarınımız… Mimar Hurremşâhın yonttuğu taşlarla ve Tiflisli Ahmed’in oyduğu ahşaplarla “hal olan” ve nice âşık için asırlarca “hal evi” olan o koca Mabed, orada, bütün o yıkılmaya ve yok olmaya yüz tutmuş kapılarını, Tâç Kapısını, Çarşı Kapısını ve nihayet Şâh Kapısını açmış halleşmek isteyen gönülleri bekliyor. Ne duruyorsunuz? Yola çıkma zamanı değil mi?