Kil Tabletlerinden e-Kitaba Yazının Serüveni

Dijital yayıncılığın kolay üretilebilir olmasının yanı sıra erişebilmenin önünde neredeyse bir engel bulunmaması başta olmak üzere yayıncı ve okuyuculara getirdiği yenilikler saymakla bitmez.

Ali ÖZTÜRK

Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

 “Kalemle (yazmayı) öğretendir.” ·

Yazının bulunması ile birlikte üzerine kazınacağı maddeler de tarih içerisinde çeşitlilik ve gelişme göstermişti. Önceleri, muhtemelen ne bulunduysa, ağaç, taş, kemik, deri vb. nesnelere kazınan yazılar, kalıcı hâle getirilmek için kayalara, kil tabletlerine, papirüse ve nihayet kâğıdın icadıyla birlikte kâğıtlara yazılmaya başlandı. Diğer materyallerden farklı olarak üzerine yazılı olan kâğıdın, önceleri dürülerek tomar hâline getirilmesi, sonraları yaprakların iki kapak arasına alınarak kitaba dönüşmesiyle birlikte inancın, düşüncenin, insanlığın ortak tecrübelerinin yayılması ve gelecek kuşaklara aktarılması kolaylaşmış oldu.

Kitap, yüzyıllar boyu bilginin muhafaza ve yayma aracı olarak kaldı, hâlâ da öyledir. Bununla birlikte, tarihî süreç içerisinde kâğıdın, ciltçiliğin, kaligrafinin, nakkaşlığın gelişmesiyle estetik bir hâle gelmiştir. Önceki devirlerde yazıların iptidai yöntemlerle basılı hâle getirildiği bilinmekteyse de Alman J. Gutenberg’in 1447 yılında yazılı sayfaların birbirinin aynısı olarak çoğaltılmasına imkân veren baskı mekanizmasını icadıyla, kitabın uzun tarihinde yeni bir çığır açılmış oldu. Matbaanın yaygınlaşması ile sayısı hızla artan kitaplar, bilim ve kültür hayatının en önemli kaynağı olmayı sürdürmüştür. Günümüzde elektronik yayıncılığın, klasik baskı teknolojilerinin önüne geçmesi ile tarihe karışması beklenen kitap, kıdemli ve asil konumundan güç alarak itibarını hâlâ muhafaza etmektedir.

Matbaanın icadından bu yana geçen süreyi dikkate alacak olursak dijital yayıncılığın hayatımıza henüz yeni girdiğini söylemek mümkündür. Çok hızlı gelişen elektronik iletişim ve bilgi teknolojileri, pek çok alanda olduğu gibi hayali zorlayan imkânları yayıncılık hayatına da sunmuştur. Dijital yayıncılığın kolay üretilebilir olmasının yanı sıra erişebilmenin önünde neredeyse bir engel bulunmaması başta olmak üzere yayıncı ve okuyuculara getirdiği yenilikler saymakla bitmez. Eski bir kitabı, makaleyi elde etmek için hayli zaman harcayan araştırmacı ve okuyucular için belki en faydalı tarafı, baskısı kalmamış matbu kitapların, süreli yayınların, özellikle ilmî makalelerin taranarak elde edilmiş birebir elektronik sürümlerine ve hatta elyazmalarının dijital görüntülerine birkaç tuşla erişebilme imkânı sunmasıdır, denebilir. Elektronik kopya ile birlikte hızlı erişilebilirliğin yanı sıra maliyet ve kâğıt israfı da önemli ölçüde önlenmiş oldu. Bugünden geriye doğru bakıldığında gerek matbu gerekse gayri matbu eserlerin fotokopi, faksimile, mikrofilm gibi görece eski teknolojilerle çoğaltıldığı ve yüksek maliyetle okuyucuya ulaştığı dönemler, henüz dün diyebileceğimiz yakın geçmişe aittir. Fotokopi makinasının hayatımıza girmesiyle birlikte yazı çoğaltmanın ne kadar kolaylaştığını, başlangıçta pahalı olsa da gitgide ucuzlayarak özellikle başta eğitim öğretim ve idari işlemlerin vazgeçilmez demirbaşı haline geldiğini seksenli doksanlı yılları yaşayanlar bilirler. Fotokopi makinelerinin yaygınlaşması ile öğretmenlerin sınav sorularını elle ya da daktilo ile mumlu kâğıtlara yazıp bastıkları teksir makinelerinin pabucunun dama atıldığı gerçeği Z kuşağına nasıl anlatılabilir, bilemem. Daktilo yazı aracı olarak fonksiyonunu neredeyse yitirdi. Seksenli yılların sonunda hayatımıza giren ve gelecekte mekanik daktilonun yerini alacağı düşünülen elektronik daktiloyu, o günleri yaşayanlar bile hatırlamıyor. Oysaki ne büyük bir devrimdi. Mekanik daktiloda yanlış basılan bir tuşun bedeli vardı. Bir nevi daktilo silgisi olan daksil ile -bugün sadece mürekkepli kalemler için kullanılıyor- hatalı harfin/kelimenin kapatılması gerekirdi.

Oysaki elektronik daktilo, bir satırı yazdıktan sonra alt satıra geçmeden kontrol etme imkânı veriyor ve yanlış harf silinerek yenisi yazılıp alt satıra geçiliyordu.

Matbaalarda modern ofset baskı öncesinde özellikle nakışlı eserleri basmaya elveren taşbaskı tekniği, çoğunlukla da dökme hurufata dayanan mekanik baskı makineleri kullanılırdı. Kalıplara dökülerek değişik puntolarda yüzlerce harf elde edilir ve kitap, gazete basımında bu harfler tek tek dizilerek matbaa makinesine konurdu. Dizgi işini yapan bu ustaya mürettip denilirdi. Matbaa mürekkebini alan harfler kâğıdın üzerine makine ile basılır ve bir ön kopya alınarak musahhihin önüne giderdi. Musahhih kelimenin doğru dizilip dizilmediğini kontrol ederek tashihini yapar ve gerekli düzeltmelerden sonra okuyucu ile buluşacak noktaya gelirdi. Her ne kadar musahhihlerin kontrolünden geçse de mürettiplerin dikkatsizlikleri yüzünden kitaplarda hatalı basımın önüne geçmek oldukça zordu. Bu yüzden kitapların sonuna eklenen “hata-sevap cetveli” başlıklı bir çizelge ile hatalı basılan kelimelerin doğrusu karşılarına yazılırdı ki yanlış anlamalara fırsat verilmesin. Eskiden gazete, dergi ve kitaplarda yanlış dizilen harflerden dolayı rastlanan hatalar için “mürettip hatası” denilmiştir. Bu hataların yazarı mahcup edecek seviyeye çıktığı da görülmekteydi. Matbaa kullanılmadan önce el yazısı ile yazılan kitaplarda, resmi belgelerde böyle bir hataya rastlanmışsa ona da “kâtip sehvi” denilerek kusur kâtibin üzerine yıkılmıştır. Elyazması eserlerde ise sıkça rastlanan bu nevi hatalar kontrolden geçtikten sonra derkenarda “sah kaydı” denilen Arap alfabesiyle Sad ve Ha harflerinin yazılmasıyla düzeltilmiştir. Elyazması eserlerde nüshanın değerini artıran bir müdahale olarak kabul edilen sah kaydı, resmi evrakta yazının doğruluğunu tasdik bir nevi paraf/imza işlevi görmüştür. Bütün vaktini hat sanatına ayırmış ya da bir nevi maişet temini için hattatlık yapanların hataları ise “Küllü hattâtin câhilün / bütün hattatlar câhildir.” genellemesi ile bütün meslek sahiplerine fatura edilmiştir. Oysaki Fuzûlî’nin,

Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin

Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler

Gâh bir harf kusûruyla eder nâdiri nâr

Gâh bir nokta sukûtuyla gözü kör eyler

beddua mısralarının hedefinde ise sadece gerekli titizliği göstermeyen “kâtib-i bed-tahrîr” bulunmaktadır.

Hatasıyla sevabıyla günümüze ulaşmış olan bütün yazma ve basma müktesebatımız bizler için kıymeti paha biçilemez bir hazine değerindedir. Bugün bir yazma esere, eski harfli dergi, gazete ya da kitaba ulaşmanın ne kadar kolay olduğunu söylemeye gerek yok. Hatta Latin harfli eski eserler için dahi bu kolaylık var. Dünyanın sayılı kütüphanelerindeki elyazması eserlerin önemli bir kısmına birkaç tuşla erişilebiliyor artık. Tokyo’dan Toronto’ya pek çok üniversite yazma, basma ellerinde eski eserlere dair ne varsa elektronik ortamda çarşaf çarşaf yayımlıyor. Bugün araştırmacılar kütüphaneye dahi gitmeden istedikleri çoğu yazma eseri cihazlarına indirebiliyor. Sadece nadir eserler değil, telif ücretleri ödenen birçok yeni eser de kütüphanelerin elektronik raflarında yerini almış durumda.

Oysaki bir yazma eserin kopyasını temin edebilmek için yakın geçmişte ciddi bir zahmete katlanmak gerektiğini, baskısı nadir eserlerin ise sadece belirli kütüphanelerde görülebildiğini hatırlatmak gerekiyor. Geçmişte yazma eserleri temin etmenin yolları sınırlıydı. Ya satın alınır ya miras yolu ile intikal eder yahut da bir hattata yazdırılmak suretiyle kopyasına sahip olunurdu. Satın aldığı eserler ile Millet Kütüphanesi’ni kurmuş olan Ali Emirî Efendi’nin, sahibinin satmaya yanaşmadığı eserler için hattat kiralayarak istinsah ettirdiği biliniyor. Kitap bizatihi değerli bir varlıktı ve kitaba sahip olan kişi ilk yaprağına düştüğü “temellük kaydı” ile bu değeri belgelerdi. Eğer kitaplar vakfedilmişse muhtelif yapraklarında vakfedenin mührü yer alır, bir kütüphanenin mülkiyetinde ise kütüphane mührü bulunurdu. Bu sayede kitabın zaman yolculuğundaki güzergâhları da tespit edilmiş olurdu.

Peki, kitaba sahip olma imkânı bulamayanlar için durum ne idi? Onlar da bir mabedi, bir büyüğü ziyaret eder gibi kitabı bulunduğu yerde ziyaret ederlerdi ki bu durum doğrudan kitaba verilen değer ile ilgiliydi. Kitabı ziyaret etmek, kitabı görmek, incelemek ve kitap ile ilgili birinci elden bilgi sahibi olmak, daha da önemlisi bir görevin ifası anlamına geliyordu.

Her şeyden önce yazma bir eser, eşi olmayan bir hazine değerindedir. Nüshalarının çokluğu onu biricik olmaktan alıkoymaz. Zira bir eserin iki nüshasının aynı hattatın elinden çıksa bile birbirinin aynı olma ihtimali neredeyse imkânsızdır. Bir yazma eser ya cildi, kâğıdı, hattı, tezhibi vs. sanat hususiyetleri bakımından ya da muhtevası ve ünik nüsha tabir edilen yegâne nüsha olma durumuna göre kıymetlendirilir. Eserin “müellif hattı” olması ise kuşkusuz ilave bir kıymet demektir. Bir yazma eser, bir şahıs gibi düşünülmelidir. Nüfus cüzdanlarında nasıl şahsı tanımlayan bilgiler bulunursa kütüphane kayıtlarında da yazma eseri tanımlayan bilgiler yer alır. Demirbaş numarası, cildi, şirazesi, mıklebi, kâğıdı, hattın türü, varsa tezhibi, yazı ve kâğıt ebatları, müellifi, müstensihi, telif ya da istinsah tarihi, varak/yaprak sayısı, satır sayısı… Bütün bunlar onu aynı soydan olsa bile diğer aile fertlerinden ayıran bilgilerdir.

Sonuç olarak, her kolaylığın bir bedeli olduğu, faydaları kadar -hadi zararları demeyelim- zayileri olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Elektronik ve dijital yayıncılığa karşı efelenmenin faydası yok; ama nereden nereye geldiğimizin bilinmesi gerekiyor. Bu alandaki teknoloji öylesine hızlı gelişiyor ki on yıl öncesine ait kimi elektronik âletlerin, programların müzelik duruma geldiği görülmektedir. İlim ve kültür hayatında bilgiye ulaşmanın önünde engel olarak duran birçok husus bugün artık vâki değil.

Peki, bunca erişim kolaylığına rağmen tarih, kültür ve medeniyete dair araştırmaların niteliği eskiye nispetle ne durumdadır? Sorulması ve üzerinde kafa yorulması gereken soru, bu olsa gerek.


· Alak Sûresi 96/4