Söz konusu olan kültürel hafızamızsa, gerisi teferruattır…
Hamdi AKYOL
Yazar-Mütercim

80 milyonu aşkın nüfusu, muazzam bir öğrenci kitlesi, bir dönem dünyaya hükmeden bir devletin mirası bir coğrafyada yaşıyoruz. İslâm ile tanıştıkları andan itibaren de dinin bayraktarlığını yapmış, bununla yetinmeyerek her türlü ilim sahasında döneminin çok çok ilerisinde faaliyetler yürütmüş bir kültürel geçmişe sahip ecdadımızla övünüyoruz. Ancak her canlının ölümü tadıcı olması misali, devletler de bir süre sonra tarihin sayfaları arasında yerlerini alıyor, onların bıraktığı yerden başka biçimde bir şekilde hayat devam ediyor. Bu çerçevede, matbaanın görece geç gelmiş olmasına rağmen oldukça zengin bir kültürel geçmişe sahip olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dikkatli korunmuş el yazmaları, 1800’lerin ikinci yarısında başlayıp 1900’lerin başlarında zirveye çıkan yayıncılık faaliyetleri, geçmişimizin yüz akı.
Ancak Osmanlı imparatorluğunun yıkılıp yerine Cumhuriyet rejiminin tesis edilmesiyle birlikte yaşanan kritik bir kırılma noktası var ki, Türk milletinin hafızasını bir anda ortadan kaldırmış, silikleştirmiş, köksüz hale getirmiş: Harf İnkılabı. 10 sene süren bir zaman diliminde eski harflerle okuyup yazabilen sadece eski nesil kalmış, sadece Latin alfabesi ile okur ve yazar yeni bir nesil hızlı bir şekilde yetiştirilmiş.
70’lerin başlarından itibaren, Tercüman 1001 Temel Eser ile birlikte, Arap alfabesi ile yazılmış Türkçe metinler, yeni nesillerin istifadesine sunulmak üzere Latin alfabesine çevrilmeye başlanmış ve bu halen devam etmekte olan bir süreçtir. Dönemsel özelliğe sahip, bugünün okuruna çok fazla bir şey ifade etmeyen, içeriğindeki bilgilerin güncellenmiş olması nedeniyle ilmi kıymeti kalmamış kimi eserleri dışarıda bırakırsak, bugün için bile anlamlı olan eserlerin önemli kısmının günümüz okurunun istifadesine sunulduğunu söylersek, çok yanıltıcı bilgi vermemiş oluruz. Ancak geride halen “Osmanlıca bilmeyenler”in de istifadesine sunulmayı bekleyen yüzlerce kıymetli eser mevcut.
80’lerin ortasından itibaren başlayan, Dünya ile entegre olma, serbestiyet rüzgârı, kültürel alanda da ciddi atılımlara sahne oldu. İki elin parmakları adedince olan yayıncı sayısı bir anda arttı, yüzlerce yeni yayınevi kuruldu, yeni açılan üniversiteler ve artan nüfusla birlikte, bu kitlelerin teveccüh gösterdiği alanlarda alabildiğince bir kitap yayıncılık faaliyeti görüldü. Tabiri caizse, başlarda “sellemehüsselâm” yapılan yayıncılık faaliyetleri, ülkenin bu alandaki uluslararası hukuk işleyişine entegre olmaya başlamasıyla birlikte yeni bir forma büründü. Uluslararası anlaşmalar, yayıncıların yayınlayacakları kitapların sahiplerinin haklarını teminat altına alıyordu ve bu ülkemiz için yeni bir durumdu. Daha önce sadece tercüme ettirilip, mütercime bir ücret ödeyerek yapılan kitap neşri, artık sözleşmeler, kanunlar, yönetmeliklerle kuşatılmıştı. Hatta bu konuda bizzat şahidi olduğum trajikomik bir olay, bu zihniyet değişiminin çarpıcı örneklerinden biri olmuştur.
Bir yayıncı, ölümünün üzerinden 50 sene geçmiş yabancı bir yazarın çok önemli ve hacimli bir eserini tercüme ettirip basıyor. Ancak başka bir yayıncı, yazarın varisleri/yasal temsilcileri ile sözleşme imzalamış ve yayın haklarını devralmış. Hakları kendinde olan kitap başka bir yayıncı tarafından pat diye yayınlanınca, kendileriyle irtibata geçip diyorlar ki: “Artık olan olmuş, bunun hakkı bizdeydi ama siz basmışsınız. Bari bizim masraflarımızın bir kısmını üstlenin, elinizdeki stoklar bittikten sonra da basmayın, böyle sulh yolu bulalım.” Ancak eseri basan ve yeni duruma adapte olmamış diğer yayıncı bu teklife ters bir şekilde cevap verince, yayın haklarını elinde bulunduran yayıncı olaya öfkeleniyor. Ters cevabın dersini vermek için, o yayıncının listesinde telif hakkı alınmamış diğer tüm kitapları didik didik edip tespit ederek hepsiyle sözleşme imzalıyor, mahkeme kararıyla da diğer yayıncının tüm kitaplarını müsadere ettirip satışını engelliyor.
Bütün bunlar yaşanırken, benzer bir zihniyet değişimi, telif eserler için de ortaya çıktı. Çoğunlukla eser sahibinin mirasçılarından habersiz, izinsiz kitaplar neşreden yayıncılar, özellikle de bandrol yönetmeliğinin çıkması ile birlikte, yayınlayacakları eserlerle ilgili hak sahipleriyle yapılmış sözleşmeleri ilgili kurumlara ibraz etmek zorunda bırakıldılar. Özellikle geniş kitlelerin ilgisini çeken kimi yazarların eserleri için yayıncılar arasında kıyasıya bir yarış yaşandı, çok büyük meblağlar karşılığında transferlere şahit olduk. Büyük sermaye sahiplerinin de topa girmesiyle ortalık toz duman oldu.
Tabii 2000’lerin başı ile birlikte, uluslararası telif hukukuna tam bir entegrasyonun sağlanması ile ortaya çıkan, hukuka tamamen uygun ama milli kültürümüzü baltalayan çok ciddi bir durum da var: Mirasçıların keyfiliği…
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri kanunun kemale ermesi ve uluslararası hukuka tam bir entegrasyonun sağlanmasıyla birlikte yayıncıların önündeki seçenekler şunlardı:
1. Yayıncı, telif bir eser için yazarı hayattaysa, neşredeceği kitap ile ilgili sözleşme imzalar.
2. Yayıncı, hayatta olan yabancı yazarın kitabı için kendisi veya yasal hak sahibi ile sözleşme imzalar.
3. Yayıncı, ölümünün üzerinden henüz 70 yıl geçmemiş yerli veya yabancı yazara ait eserleri neşretmek için, yasal mirasçılar veya hak sahipleriyle sözleşme imzalar.
4. Yayıncı, eser sahibinin ölümünün üzerinden 70 yıl geçmişse, kimseden izin almaksızın dilediği kitabı serbestçe neşredebilir.
Özellikle üçüncü madde, içerdiği teknik zorluklar bir yana (hak sahibinin kim olduğunun tesbit edilmesi ve akabinde bu kişi veya kişilere ulaşma güçlüğü gibi…), mirasçıların akıl almaz talepleri ile de uğraşmak, yayıncılar için oldukça yıpratıcı bir süreç oldu ve bu durum halen de devam etmekte. Üstelik kanun ve yönetmeliklerin istisnai haller için bir hüküm bildirmemesi durumu var ki, evlere şenlik denebilir.
Yazar 1961 yılında vefat etmiş. Öksüz ve yetim olarak büyümüş, hiç evlenmemiş ve dolayısıyla mirasçısı da yok. Bu yazarın eserini neşretmek için bandrol müracaatı yaptığınızda, ölümünün üzerinden henüz 70 yıl geçmemiş olduğu için ilgili kurumlar sizden varis ile yapılmış bir sözleşme talep ediyor. Ancak sorun şu ki, ortada bir varis yok? Bununla ilgili bir belge ibraz etmeniz halinde bandrol verebileceğini söylediklerinde, yapmanız gereken bir sulh hukuk mahkemesine müracaatla bu duruma ilişkin bir belge talep etmek. Ancak bu müracaatınız da ilgili kişinin mirasçılarından biri olmadığınız için mahkeme tarafından geri çevriliyor. Bu “Burası Türkiye” tepkisi verilecek kısırdöngü, yayıncıyı gerçeğe aykırı beyan ve belge ibraz etmeye mecbur hale getiriyor. Bereket versin kanunlardaki açıklar kimi zaman lehe de kullanılabiliyor. 5846 sayılı FSEK gereğince, kanuna aykırılık iddiasında ancak hak sahipleri bulunabiliyor. Hiç mirasçısı olmadığı bilinen yazarların kitaplarını yayınlamak isteyenler, yazarını ya “anonim” göstermek veya gerçekte olmayan bir mirasçıya ait olduğunu öne sürdüğü gerçekdışı bir sözleşme ile eseri yayınlayabiliyor.
Oysa bu konuda bir yönetmelik düzenlenmesi mümkün. Çünkü günümüz yayıncısı genellikle telif ödemekten kaçıyor değil. Sadece ortada böyle bir muhatap yok. Kanuna bir ilave yapılarak, mirasçısı tespit edilemeyen eserler için yetkili mahkemelerin veya meslek birliklerinin oluruyla yayım izni verilmesi, bir bilirkişi marifetiyle tayin edilen telif miktarının belirli bir süre mirasçı ortaya çıkıncaya değin bir banka hesabında bloke edilmesi ile sorun çözüme kavuşturulabilir.
Bir başka yazar, 1975 yılında 98 yaşında vefat etmiş. Sadece 1903 yılında yaptığı ilk evliliğinden olan iki oğlu var, ancak Fransız olan anne, daha Türkiye Cumhuriyeti bile ortada yokken gerçekleşen evlilikten olan çocuklarını alarak Fransa’ya dönmüş. Sonrasında kimse kimseyi aramamış, sormamış. Çocukların veya onların çocuklarının veya torunlarının bile hayatta olduğu meçhul. Nerede yaşadıkları, nasıl bir soy isim aldıkları meçhul. Ancak kanunlar size, bu mirasçılara ulaşıp izinlerini almayı zorunlu kılıyor. Siz de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı birinin yazdığı Türkçe bir kitabı yayınlamak için, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bile olmayan, muhtemelen Türkçe bile bilmeyen ve artık Türklükle, Müslümanlıkla alakası kalmamış Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ları bulmak için samanlıkta iğne aramaya koyuluyorsunuz.
Bir başka yazar daha… 1957 yılında ölmüş, çok önemli bir asker ve siyaset adamı. Biraz önce bahsettiğimiz örneklere göre daha şanslı olabiliriz, çünkü mirasçıları var, kim oldukları belli. Tek yapmamız gereken, kendilerine ulaşıp dedelerinin eserlerini yayınlama arzumuzu dillendirmek ve sözleşme imzalamak. Çünkü onun hatıraları, diğer kitapları, hepsi bizim siyasi ve askeri tarihimiz açısından birbirinden kıymetli. Ancak bu yazarın önemli bir özelliği, ömrü Mustafa Kemal ve CHP’ye muhaliflikle geçmiş, ancak armut dibine düşmemiş, çocukları ve torunları ise dedelerinin aksine koyu Atatürkçüler. Sırf ideolojik bir sebeple, ne kadar çok para teklif ederseniz edin, eserlerin neşri için sözleşme imzalamıyorlar. Elinizde sözleşme olmayınca da yapabileceğiniz bir şey yok. Boynunuzu büküp, kös kös geri dönüyorsunuz. Bunun mukabilinde, yakın tarihimizin en tartışmalı olaylarına dair birinci ağızdan bilgi ve belgeler kamuoyu ve ilim çevrelerinden uzaklarda, 70 yıllık sürenin geçmesini bekliyor.
Bir başka isim daha… Türk sağının, muhafazakâr kesimin önemli ideologlarından biri. Genç yaşta vefat ediyor. Kitaplarını neşreden yayıncının sözleşme süresi bittiğinde, varisleri sözleşmeyi yenilemiyorlar. Gerekçe olarak da eserleri kendilerinin kuracağı bir yayınevinde yayınlayacaklarını gösteriyorlar. Ancak 30 yıla yakın bir süre, bu eserler sadece nadiren bazı sahaflarda bulunabildi.
Yine Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve Meşrutiyet yıllarının önemli aktörlerinden biri, eski Osmanlı askeri. Hatta 150’likler arasında yer almış, ömrünün sadece son birkaç yılında ülkeye dönebilmiş bir isim. İki ayrı evlilikten 15’e yakın çocuğu, bu çocuklarından da 100’e yakın torunu var. Çocuklar ve torunlar birbirleriyle kavgalı, kendi aralarında uzlaşıp mirasçısı oldukları paşanın kitapları için basım izni vermiyorlar.
Örnekleri daha da artırmak mümkün, biz bu kadarıyla iktifa edelim.
*
Kanunlar, elbette kendilerine bağlı kalmamız gereken, toplumun düzen içinde yaşamasını temin eden en önemli unsurlardan biri. Bu anlamda fikri eserlerin sahiplerinin mirasçıları da elbette menkul ve gayrimenkul miras unsurları gibi, babalarının/dedelerinin yazdıkları kitaplarda, kanunların belirlediği süre için hak sahibidir. Ancak fikri bir eserin mülkiyet hakkını koruma kaygısıyla çıkılan yolun, kimi zaman ülkenin yetiştirdiği önemli bir ismin çok önemli kitaplarının yoklara karışmasına sebebiyet verebiliyorsa, orada galiba biraz düşünmek, istisnai haller için istisnai hükümler getirmek gerekiyor. Özellikle ideolojik gerekçelerle basımı engellenen eserlere ilişkin, gerekirse bir komisyon veya Kültür Bakanlığı, basit bir tescil ve istimlak ile bu türden eserleri uhdesine alabilir. Veya konunun ilgilisi ve hukukçular bir araya gelip, üzerinde herkesin uzlaşacağı başkaca bir formül üretebilir.
Söz konusu olan kültürel hafızamızsa, gerisi teferruattır…