Biz insanız ve hepimiz göçmeniz; çünkü ruh taşıyoruz.
Mustafa Özsaray
Dr. Öğretim Üyesi, FSMVÜ İslâmî İlimler Fakültesi

Son yıllarda İslâm ülkelerinde yaşanan savaşlar ve iç karışıklıklar sebebiyle Türkiye’ye sığınanlar oldu. Bunun dışında Asya ve Afrikalı bazı göçmenlere şehirlerimizde şahit olmaktayız. Afganistan’da Taliban’dan kaçan yeni göçmenlerin yollara düştüğü ve bunların bir kısmının da ülkemize gelmek istediği basında yer almaktadır.
Amerika ve Avrupa ülkelerinin sömürgeci politikalarının doğurduğu göç meselesi, Rusya ve Çin’in yeni paylaşım savaşlarına dâhil olmasıyla büyüme eğilimi içindedir. Dolayısıyla göçmenlik bütün dünya ile birlikte ülkemizi de etkilemeye devam etmektedir. Bu mesele gelecek uzun yıllar boyunca da gündemde kalacaktır.
Bütün dünya ile birlikte ülkemizi de etkileyen göçmenlik meselesi bugünlerde kamuoyunda hararetle tartışılmaktadır. Göçlerin yaşandığı ilk günlerden beri göçmenlerin yaşadığı zorlukları anlayıp dinî ve insanî duygularla onlara sahip çıkanlar ve yardımcı olanlar olduğu gibi iş kaybı ve demografik yapının bozulması endişesiyle bunlara karşı gelenler de olmaktadır. Öte yandan halk istemiyor bahanesiyle göçmenleri ötekileştirerek kitleleri harekete geçirmek isteyenler bu meseleyi kaşımaktadır. Bazı siyasîlerin oy alma amacıyla yaptıkları kışkırtıcı ve bölücü söylemler ve icraatlar ise kitleler arasında gerginliğe sebep olabilecek tehlikeli bir yöntemdir. Oysa milletimizin bu sıkıntılı süreçte göçmenler üzerinden ikiye ayrılmaması ve nahoş olaylara yol açabilecek gerilimin yatıştırılması için akl-ı selime ihtiyaç vardır. Ülkemizin ileri ülkeler seviyesine çıkma hedefinden sapmasına yol açacak ve içinden çıkılamayacak bir kaosa düşmesine sebep olabilecek her türlü ayrıştırma çabalarına engel olunmalıdır. Çeşitli bahanelerle denenen bu bilindik yönteme bu sefer göçmenlik meselesi üzerinden başvurulduğu açıktır. Devletimiz ve milletimiz bu meseleye nasıl bakmalı ki kitlesel ayrıştırma çabaları boşa çıkmalıdır. Kuşkusuz, devletin alması gereken önleyici tedbirler konusunda siyaset bilimciler, iktisatçılar, hukukçular, milli savunma ve istihbarat uzmanları, gazeteciler ve yazarlar gerekli açıklamaları yapmaktadır. Tabii ki sömürgeci devletlerin İslam âleminde ortaya çıkardıkları kaos planının uygulanmasından kaynaklanan bu meselenin siyasî, iktisadî ve psiko-sosyal yönüyle ilgili devlet gerekli tedbirleri almaktadır. Gelişen şartlara göre bu meseleyi teskin edecek yeni tedbirleri almak da lazımdır.
Göç meselesi ve göçmenlerin geleceği ile ilgili alınması gereken siyasî, idarî, iktisadî, hukukî ve psiko-sosyal tedbirleri işin ehline bırakarak bu meseleye İslâmî ve insanî açıdan nasıl bakılması gerektiği hususuna değinmek istiyorum. En başta, ülkelerindeki istikrarsızlıktan Türkiye’nin de olduğu çeşitli gelişmiş ülkelere iş ve huzur bulma amacıyla sığınan göçmenlerin insan olduğu gerçeği dikkate alınmalıdır. Öte yandan meseleye dünyaya geliş, burada kalış ve tekrar gidiş hakikatini, yani temelde insanın göçle hep karşı karşıya olan bir varlık olduğunu göz önünde tutarak da meseleye bakmak şarttır. Eğer bu bakış açısıyla mesele tahlil edilirse insan bu dünyada yerli mi göçmen mi olduğunu kavrar ve göçmenlere yaklaşımda hakkaniyetli bir tavır geliştirir. Bunun sonucunda çoğu zaman çıkarlarının dürtüsüyle hareket eden insan akl-ı selimle hareket eder ve vicdanının sesine kulak verir.
Biz insanız ve hepimiz göçmeniz; çünkü ruh taşıyoruz. Bize can veren ruhlarımız henüz bedenlere girmeden önce bezm-i elestte idiler. Hani Rabbimizin ruhlarımıza, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusunu sorduğu ve bütün ruhların “kālû belâ” dediği âlemden geldik bu dünyaya. Yani asıl vatanımız Mevlânâ’nın da üzerinde ısrarla durduğu ruhlar âlemi. O hâlde gurbetteki bu kavga niye? Ruhlar âleminde, Rabbimizin sorusu üzerine varlığına şahitlik etmiştik. Rabbimiz bu tanıklığımızı Kur’an’da şöyle hatırlatır bize: “Rabbin Âdemoğullarından- onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? “Elbette öyle! Tanıklık ederiz” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz;”[1] Bu âyete göre, Allah dünyayı yaratmadan önce dünyada yaşayacak olan bütün insanların ruhlarını âlem-i ervahta toplamış ve ayette geçen soru-cevap bu âlemde gerçekleşmiştir. Sonra Allah insanı yaratmak istedi ve onu topraktan halk etti. Sonra ona mekân olarak cenneti seçti. Sonra yeni bir safha gerekiyordu insan için. Bu bir imtihan safhasıydı. Lütuf ve rahatlığın olduğu bir mekândan zıtlıkların her türlüsüyle karşılaşılan başka bir mekâna göç başlayacaktı artık. Ve ilk insan bu hakikatle yüz yüze gelecekti.
Biz insanız ve göçmeniz; çünkü ilk babamız Âdem ve ilk annemiz Havva da yeryüzüne göçmüştü. Dünyaya indirilmeden önce onların asıl vatanları Cennet idi. Orada türlü türlü nimetler içinde idiler. Lakin bir gün yapılmaması emredilen fiili Şeytan’ın vesvesesine uyma sonucu işlemeleri sebebiyle “…Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır…”[2] ilâhî emriyle yeryüzüne indiler. Demek ki insanın asıl vatanı paylaşamadığımız ve çok tutkulu şekilde sarıldığımız bu fânî dünya değil imiş. Buraya Allah’a kulluk yapmak için indirildik ve imtihandayız. Bu imtihan ölümle noktalanacak ve tekrar ruhlarımızla bedenlerimizin birleşeceği ve hesap vereceğimiz asıl vatanımıza döneceğiz. İşte bu yüzden imtihan gibi dünya da geçici; çünkü sonuçlarının değerlendirilmesi için imtihanın süreli olması lazım. Mahşerde hesaba çekilme sonrası Cennet ve Cehennem var. Rabbimiz böyle takdir buyurmuş. O halde paylaşamadığımız ve birbirimize dar ettiğimiz bu dünyanın fânî olduğunu unutmamamız gerekir. Ölüm sonrası çıkacağımız yolculuk ise bâkî olacak. Bundan dolayı hikmet ehli dünyaya dâr-ı fenâ, yani yokluk ülkesi ve ölüm sonrası hayatın yaşanacağı âleme ise dâr-ı bekâ, yani ebedîlik ülkesi kavramlarını karşılık olarak bulmuşlardır. Bu kavramlaştırma ile istemişlerdir ki insan zihni ebedî olana fânî olandan daha fazla değer versin. Bunu iyi algılasın ve ona göre hareket etsin. Burada belirtelim ki dünya fânî olmakla birlikte bir nimet ve emanettir. Müslümanın görevlerinden biri de nefsini ıslah ile birlikte dünyayı da imar ve ıslah ederek Rabbinin rızasına uygun bir hayatı tesis etmeye çalışmaktır. Mal ve mülkün asıl sahibi âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Kader-i ilâhî gereğince ebedî olan fânî olan yerde kazanılacaktır. Dünyalığı kalbe yerleştirmek ve onun sevgisiyle oyalanıp fânî olanla ömrü tamamlamak, hele fânî olan yerde başkasına zulmetmek en büyük hüsrandır.
İnsanın dünyadaki göçmenliğini Resulullah Efendimiz (s.a.v.) çok güzel tasvir etmiştir. Allah Resûlü’nün yanında hasır izini gören sahabîler kendisine bir döşek temin etmek isteyince onlara “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim” buyurmuştur.[3] Durum bu kadar açıkken ebedî olanı umursamayıp niçin fânî olan paylaşılamaz? Niçin bu fânî dünyada çeşitli sıkıntılar sebebiyle yerlerini değiştirmek zorunda kalan insanlar dışlanır? Bu, dînî, aklî ve vicdanî bir tutum değildir. Bu, insanın aslını, neslini, dünyadaki konumunu ve vazifesini bilmemesidir. Hepimiz göçmeniz ve paylaşamadığımız bu dünyadan bir gün göçeceğiz. Kendini asıl gören, göçmeni yabancı gören kendine yabancıdır aslında.
Biz insanız ve göçmeniz; çünkü bilinen çağlardan beri tarih, insanların sürekli göçlerinden ve yeni yurt arayışlarından bahseder. Yeryüzüne inen ilk insandan itibaren bu göç serüveni günümüze kadar devam etmiş ve kıyamete kadar da sürecektir. Sadece güne bakarak insanın göçmenlik hakikatini anlaması imkânsızdır. Geçmiş, an ve geleceği birlikte değerlendirirsek aslımızı neslimizi daha iyi kavrar ve şu fânî âlem için dünyayı ve yurdumuzu dünyevî anlamda göçmen konumuna düşmüş insanlara dar etmeyiz. Pek tabii ki çeşitli sebepler yüzünden başka bir ülkeye veya şehre göçenlerin de oralarda yaşayanlarla iyi geçinme yükümlülükleri vardır.
Herhangi bir zaman dilimine takılmadan şöyle bir tarihe bakalım. Yaşadığımız toprakları mallarını ve canlarını feda ederek vatan yapanların da ata yurtlarından koparılan ve yeni yurt arayışında olan göçmen atalarımız olduğunu fark ederiz. Yine akan tarih içinde anayurdumuz içinde de göçü sürüyor hepimizin. Nerelisin sorusuna çoğumuz asıl memleket şura; dedelerimiz şuradan gelmiş; ben şurada doğdum büyüdüm; şu şehirde okudum; şimdi burada çalışıyorum demiyor muyuz? O halde kendini asıl görüp bir şekilde çoğunluğu İslâm coğrafyasından ülkemize göçmek zorunda kalan insanları dışlayanlar hem dinî hem de tarihî açıdan konuyu düşünürlerse bu dışlayıcı tutumun yanlış olduğunu anlayacaklardır.
Yaşadığı şehirde göçmen olmasını istemeyenler, Allah göstermesin, bir gün kendileri aynı akıbetle karşılaşırlarsa ne yapacaklar? Bugün sınırlarımız dışından ülkemize sığınmak zorunda kalan insanlara yabancı gözüyle bakıp dışlayanlardaki bu tutum, aslında bu sorunla karşılaşılmadan önce yurt içi göç hadiselerinde de ortaya çıkan yanlış bir tutumdur. Şaşılacak bir haldir ki bir yere zaman bakımından önce gelip yerleşen sonra geleni istemiyor. Kuşkusuz göçler sırasında yerleşiklerin hukukuna riayet edilmelidir ama gelenlerin de insanlık bakımından desteğe ve korunmaya ihtiyaçları olduğu unutulmamalıdır. Başka bir seçeneğimiz yok; insan olduğumuzu ve hepimizin aslında göçmen olduğumuzu fark etmemiz gerekiyor. Biz Müslüman bir milletiz, tarih boyunca dünya nimetlerini ensâr-muhâcir kardeşliği ile paylaşmayı becerdik; bugün de yarın da bu anlayışla bu meselenin üstesinden gelmek zorundayız.
[1] A’râf, 172.
[2] Bakara, 36.
[3] Tirmizî, Zühd, 44.