Nasıl ki bereket, insanın kazancına, malına, parasına yani toplamda bütün ekonomik varlığının çok ötesinde ölçülemeyen bir değer olarak ifade buluyor ise aynı şekilde takva da insanın bizatihi kendisine anlam yükleyen ölçülemeyen bir değerdir.
Derviş Çelebi

Ekonomideki bereket kavramının sosyal hareketlerdeki karşılığının, ahlâk ya da daha doğru bir adlandırma ile takva olduğunu düşünmekteyim. Nasıl ki bereket kavramının modern iktisatta bir karşılığı yok ise ne yazık ki takvanın da modern sosyal bilimlerde bir karşılığı yok.
Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek” anlamlarına gelen, “vikaye” mastarından türeyen takvâ kelimesi, Seyyid Şerîf el-Cürcânî tarafından şu şekilde tarif edilir: “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır, bu da ceza almayı haklı kılan davranışlardan nefsi korumak suretiyle gerçekleşir.” (et-Taʿrîfât, “vḳy” md.). Takva kelimesinin kökündeki “ittikâ”, “takî”, “etkâ”, “müttakî” gibi türev ve fiilleri Kur’ân-ı Kerîm’de 285 yerde geçmektedir. Kur’ân’da ve hadislerde takvâ, bazen sözlük anlamında bazen de “Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak azabından korunma” anlamında kullanılmaktadır. (TDV İslâm Ansiklopedisi, cild:39)
Bu açıklamadan hareketle, takvayı haram olan şeylerden kaçınmak, sevap olan şeylere yönelmek olarak özetlemek mümkündür. Halk irfanındaki karşılığı ise güzel ahlâk sahibi olma yolunda çaba göstermektir, diyebiliriz. Nasıl ki bereket, insanın kazancına, malına, parasına yani toplamda bütün ekonomik varlığının çok ötesinde ölçülemeyen bir değer olarak ifade buluyor ise aynı şekilde takva da insanın bizatihi kendisine anlam yükleyen ölçülemeyen bir değerdir.
Modern toplumların açmazı ise tam da bu noktada başlıyor: Her şeye metrik bir tanım getirme, ölçeklendirme hastalığı. Gelişmişlik düzeyini kişi başına düşen milli gelir, elektrik tüketimi, araç sayısı gibi ölçeklendirmeler üzerinden tanımlayan modern parametreler, kişi başına düşen antidepresan miktarıyla yüzleşmek zorunda kaldıklarında meseleyi halının altına süpürmeyi tercih ediyor. Yine modern tıp, açıklayamadığı bir olayla karşılaştığında Freud’un arkasına sığınmayı ya da stres faktörü deyip geçmeyi tercih ediyor.
Peki, genel olarak tüm halkımız ve özelde İslâmî hareketlere mensup topluluklar bu durumun dışında mıdır? Maalesef değil. İstikametini Batı’ya çevirmiş, modernleşmenin ayak izlerini takip eden ülkemizde de durum benzer şekilde seyretmektedir. Sürekli artan tüketim ve gelir rakamları üzerinden tarif edilen mutluluk, kendi tanımı içinde toplumun bütün kesimleri tarafından kabul görüyor gibidir. Ne kadar sahip olursan ya da ne kadar tüketirsen o kadar mutlu olursun, mottosuna teslim olmuş gibi gözükmekteyiz. Fakat ne gariptir ki, memleketin en çok da bu üst gelir grubu insanları, psikoloji ve psikiyatri kliniklerine “müşteri” oluyor.
Kimse yanlış anlamasın, yoksulluğa övgü dizecek falan değilim. Biliyorum ki yoksul kesime mensup insanlar da mutluluktan uçmuyor. Bir lokma bir hırka edebiyatına, başta gençlerimiz olmak üzere herkesin karnının tok olduğunun farkındayım. Ancak zenginliğe övgü düzme konusunda da aynı hassasiyeti göstermeliyiz değil mi? Burada dikkatinizi çekmeye çalıştığım şey, mutluğun, erdemli olmanın, zenginlik ya da yoksullukla doğrudan ilişkili bir şey olmadığı; insanın sahip olduğu ahlâkla ilgili olduğudur. Ve yine en çok ahlâk erozyonuna, neredeyse bütün iletişim kanalları üzerinden kutsanan makam, mevki ve para yol açmaktadır.
Kullandığımız kavramlar zihniyetimizi; kullandığımız araçlar, para makam vs. ise bu araçlara yüklediğimiz anlamı-hayat felsefesini inşa ediyor. Adınızın Müslüman olması, Müslümanca bir düşünce yapısına sahip olduğunuz anlamına gelmiyor çoğu zaman. Bunca yalan dolan, istismar, hırsızlık, teşhircilik kısaca tuğyan, işte bu adı Müslüman olan seküler zihnin, amelleri olsa gerek.
Toplumun geneli için ahlâklı olmak, daha dindar kesim için ise takva sahibi olmak konusunda bir kafa karışıklığı olduğunu sanmıyorum. Hepimizin malumu ki artık bilgiye ulaşmak, yaygınlaşan iletişim araçlarıyla birlikte eskiye göre çok daha kolay. Dolayısıyla, sorun bilmekte değil; daha ziyade bu bilginin pratiğe dönüş biçimindedir. Günümüzde, hakikatin hikmetten uzaklaşarak bir kırılmaya uğradığına şahit olmaktayız. Bu süreçte iyilik, kendi olmaktan uzaklaşarak bir gösteriye; zaman zaman da Hristiyan kültürde aşina olduğumuz günah çıkarma seanslarına dönüşüyor. Özellikle sosyal medyada ya kurumsal ya da kişisel fenomenler üzerinden bir iyilik fetişizmine şahit oluyoruz. Günün sonunda, salt iyiliğe övgüden ziyade iyiliği yapanı yüceltmeye yönelik bir imaj çalışmasının olduğunu görüyoruz. Oysa kadim kültürümüzde, iyiliğin gizli yapılmasının tavsiye edildiği bilgisine sahibiz. Belki de takva kavramına yüklediğimiz anlamın kırılmasının bir sonucudur. Bence bu kavram üzerinde, İslâmî temsil iddiasında olan mensuplar olarak yeniden düşünmeliyiz. Kişisel kanaatim, takvanın dışa dönük bir çabadan çok içe dönük bir yolculuk olması gerektiği şeklindedir. İnsan, öncelikle kendi eksiklerini görerek onu onarmaya yönelik bir çaba içerisinde olmalıdır. Oysa günümüz insanı, daha çok kendini ve yaptıklarını ön plana çıkartarak ekranda olmaya yönelik bir çaba sarf etmektedir. Bu yolculuk iyilik adına bile olsa, yolculuk esnasında kırılmaya uğrayarak aracın amaca dönüştüğüne şahit oluyoruz. Dolayısıyla, kendini dönüştüremeyen kişinin toplumu dönüştürme çabası karşılık bulamaz. Daha fenası ise, takva yönünde değiştirmeye çalıştığı toplumla beraber başka bir aklın nesnesi durumuna düşer.
Böylelikle, bireyden topluma doğru bakarsak eğer; bu zihinsel kırılmanın nesnesi durumundaki bazı Müslüman camiaların kazandıkları siyasal konjonktürün bir illüzyona yol açtığını düşünmekteyim. Kaldı ki, bunu nüfusa oranladığımızda oldukça küçük bir orana tekabül ettiği hepimizin malumudur. Yine etkinlik ve sayısal katılım üzerine inşa edilen kimlik ve amel ibrazının, sorunlu ve gerçekçi olmadığını düşünmekteyim. Belki bu konu başka bir yazının konusudur ancak konunun bağlamı ile ilgili olduğu için zikretme ihtiyacı duydum. Çünkü İslâmî camiaların STKlaşma sürecinin de bir tür sekülerleşme semptomları gösterdiğini, bu durumun ise kendi çalışmalarının niteliğinde bir kırılma ve tehdit oluşturduğu endişesini taşımaktayım. Bu anlamda çalışmalarımız, evet yine modern yöntemleri dışlamadan ama geleneğimizden ilham alarak gerçekleşmelidir. Tabiri caizse kullandığımız kavramların fabrika ayarlarına dönmesi gerekiyor. Bu bağlamda, toplumu takva ekseninde dönüştürme iddiasına uygun bir zihin yapısını kuşanmak ve bu davranış modeliyle amel eden bir avuç insanı yetiştirmek mümkün olabilir. Bu yol, zor ama test edilmiş mümkün bir yoldur. Vesselam.
