Ülkemizin Manevi Mimarlarından Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi’yi Talebesi Dr. Metin Erkaya’ya Sorduk

14 Kasım günü cuma namazından önce, Süleymaniye Camii’nin içi, dışı, avlusu ve çevre sokaklar, yollar cemaatle doldu. Yurdun hemen her tarafından ve yurtdışından gelenler görülüyordu. Üzgün fakat çok vakarlı bir kalabalık vardı. Hemen herkes sessiz sessiz ağlıyordu.

İNSİCAM

1- Merhum Hocaefendi ile tanışmanızdan bahseder misiniz?

Lisede öğrenciydim. Okuduğum kitaplardan bir kâmil mürşidin gerekli olduğunu öğrenmiştim. Yıldız Teknik Üniversitesi Mühendislik’te okuyan bir ağabeyimiz (Rüstem Altınbaş), Hocaefendi’den bahsetti. İskenderpaşa Camiinde yaptığı zikirle ilgili bir sohbeti kasetten dinledim. Çok etkilendim. Kendisini ziyaret etmek istedim.

Yazın İstanbul’da, YTÜ Mühendislik’te okuyan arkadaşların bir kampı varmış. Kampa katılmak için Rüstem Ağabeyle birlikte İstanbul’a gittik. Ortaköy’de Abdurrahman Paşa Köşkü’nde kalıyorduk.

Bir pazar günü (09.07.1972) hadis dersi için İskenderpaşa Camii’ne gittik. Kendilerini ilk kez o zaman gördüm. Yüzleri aydınlık, uzunca beyaz sakalları pırıl pırıldı. Çok heybetli görünüyorlardı. İçimi bir heyecan kapladı, aklımdan her şey gitti. Gözlerimi ayıramıyordum, hayran hayran bakakaldım.

Bir ara içimden, “Acaba bana bakarlar mı?” diye düşündüm. Göz göze geldik. Tesadüf mü diye üç kez daha denedim. Her seferinde gözümün içine bakıyorlardı. Keşif sahibi bir zat olduklarını anladım. Ertesi hafta hadis dersinden sonra evde ziyaret ettik, zikir dersi tarif ettiler. Tarif edilmez bir sevinç içindeydim.

1973 yılında lise bitti, üniversite giriş imtihanına girdim, İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazandım. İlk iki yıl İskenderpaşa Camii’nin yurdunda kaldım. Hocamız caminin imamı idiler. Beş vakit namazda camide oluyorlardı. Okul dışında iken namazları ardında kılıyorduk. Sabah evradına, Hatm-i Hàcegân’lara katılıyorduk. Pazar ve Cuma gün yapılan hadis derslerini takip ediyorduk. Kendisinden a’zamî derecede istifade etmeye çalışıyorduk.

3. sınıftan itibaren Vefa’daki İlim Yayma Vakfı Yurdunda kaldım. Temsilcilik, gece memurluğu, yurt doktorluğu gibi görevlerde bulundum. Yurtta kalan arkadaşlarla fırsat buldukça namazlarda İskenderpaşa Camii’ne giderdik. Hadis derslerine, camideki programlara katılırdık, arkadaşlarımızı da davet ederdik.

Öğrencilik dolayısıyla vefatlarına kadar İstanbul’da kaldım. Bu sebeple pek çok kereler huzurlarında bulundum. Uzaktan yüzüne bakmaya doyamazdık. Yakınında olduğumuz zaman, bakmaya cesaret edemezdik. Yanında iken aklımızda olanları unuturduk. Bir şey sordukları zaman zor cevap verirdik. Saatlerce otursak, yanından kalkmayı canımız istemezdi. Çok etkileyici bir zât idi.

Çok merhametli ve şefkatli idiler. Özellikle hacca giderlerken çok duygulu olurlardı. O gün, genellikle işrak namazından sonra, bazen caminin içinde, bazen dışında elini öpmek için sıraya girerdik. Hüzünlü ve yaşlı gözlerle herkese tek tek teveccüh ederlerdi. Elini öperken, çok yavaş bir sesle:

—Cezâke’llâhu hayran kesîrâ” (Allah seni çok çok hayırlarla mükâfatlandırsın!) dediklerini duyardık.

El öpmeler bittikten sonra, ellerini kaldırıp dua ederlerdi. Duanın yarısına gelmeden gözlerinden yaşlar dökülmeğe başlar, sesleri ağlar gibi olur, duayı tamamlayamadan müsaade isteyip ayrılırlardı. Uzak bir yere gidecek şefkatli bir babanın, küçük çocuklarından ayrılması gibi bir hal içinde olurlardı. Müthiş bir sevgi ve şefkat numûnesi idiler.

Bu sevgi ve şefkat, bütün davranışlarında görülürdü. Caminin içinde otururken, birisi gelse kulağına bir şey söylese; onu dinlerler, sıkıntısını gidermeğe çalışırlardı. Genellikle namaz çıkışlarında, problemi olanlar cami ile evin arasına sıralanırlardı. Herkesi tek tek dinler, uygun tavsiyelerde bulunurlardı. Kendisiyle görüşen kimse elini çekmedikçe, onun elini bırakmazdı. Elini öptüğümüz zaman sıkıntılarımız gider, gönlümüz huzurla dolardı.

Son görüşmemiz:

6 Kasım 1980 Perşembe günüydü. Rahatsız olduklarını ve Hicaz’dan döneceklerini duyduk. Öğle namazından sonra, caminin avlusunda beklemeye başladık. Saat ikiye beş kala arabayla geldiler. Arabadan indirip tekerlekli sandalyeye koydular. Sandalyeyi kucaklayıp merdivenleri indirdiler. Çok bitkin bir haldeydiler. Başlarında örme bir takke vardı. Yüzleri sararmıştı. Hüzünlüydüler. Sakallarındaki o canlı parlaklığın yerini, gümüş renginde bir solukluk almıştı. Vücutları zayıflamıştı.

Merdivenlerden indirildikten sonra, o tekerlekli sandalyenin içinden hafifçe sağa doğru döndüler:

“—es-Selamü aleyküm!” dediler.

Sesleri çok zayıftı. Eve götürüldüler. Bu kendilerini son görüşüm oldu.

Herkes çok üzgündü, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Hiç kimse doktorların dediklerine inanmak istemiyordu. Bu endişeli durum, 13 Kasım 1980 Perşembe günü yerini gözyaşlarına bıraktı. “Her gelen gitse gerektir!” dedikleri, kendileri için de vâki olmuştu. Acı haberi duyanlar camiye toplanıyorlardı. Caminin içinde herkes Kur’an okuyor, hazin bir sessizlik herkesi kuşatıyordu.

14 Kasım günü cuma namazından önce, Süleymaniye Camii’nin içi, dışı, avlusu ve çevre sokaklar, yollar cemaatle doldu. Yurdun hemen her tarafından ve yurtdışından gelenler görülüyordu. Üzgün fakat çok vakarlı bir kalabalık vardı. Hemen herkes sessiz sessiz ağlıyordu.

Cuma namazı kılındı. Cenâze namazı kılındı. Namazdan sonra, tabut eller üstünde kabristanın kapısına doğru yönelince, pek çok kardeşimizin kendisini tutamayıp hüngür hüngür ağladığı görülüyordu. İzdihamdan dolayı çok az kimsenin kabristana girmesine izin verdiler. Namaz süresince hafif hafif yağan yağmur hızlandı. Cemaat mahzun, boynu bükük camiden dağıldılar.

2- Atmış yetmiş yaşlarındaki bir şeyh efendinin, üniversitede okuyan gençlerle ilgilenmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Hocamız sadece okuyan gençlerle ilgilenmiyordu. Kapısı her yaştan, her kesimden insana açıktı. Vaaz ve sohbetlerine her kesimden katılanlar vardı. Fakat üniversiteli gençlerin Hocamıza ve sohbetlerine özel bir ilgisi vardı.

Gerçi şairin biri şöyle diyor:

Aşk odu evvel düşer ma’şûka, ondan âşıka…

Şem’i gör kim, yanmadan yandırmadı pervâneyi!

“Sevgi ateşi ilk önce sevilenden başlar, sonra sevene sirayet eder.” diyor. Buna göre Hocamız gençleri seviyor, onlara teveccüh ediyordu ki, gençler de Hocamızı sevdiler, ona rağbet ettiler, sohbetlerine devam ettiler.

Bunun muhtelif sebepleri olabilir:

1. Üniversitede okuyan gençler bilgi seviyesi bakımından, zekâ ve kabiliyet bakımından seçilmiş kimselerdir. Onlardan daha kısa sürede, daha iyi sonuçlar alınacağı için onlarla daha çok ilgilenmiş olabilir.

2. Gençler eğitime, öğrenmeye, değişime müsaittir. Belli bir yaştan sonra insanların düşünceleri sabitleşir. Okuyan gençler devamlı propaganda altındadır. İnançsız öğretmenler, hocalar devamlı onları dinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Onun için onlarla daha çok ilgilenmiş olabilir.

3. Tanzimat’tan beri ülkemizin bozulması, okuyan gençler vasıtasıyla olmuştur. Bugünün gençleri yarının büyükleri, devlet adamları olacaklardır. Onların iyi yetişmesi, ülkemizin geleceği için önemli olduğundan gençlere yönelmiş olabilir.

Hocamız caminin yurdunda kalan öğrencilerle yakından ilgilenirdi. Hacdan geldiklerinde topluca ziyaret ederdik. Zaman zaman pazar sabahları yurtta cemaatle birlikte kahvaltı ederlerdi. Zaman zaman harçlık verirlerdi.

Cumartesi günleri diğer yurtlarda kalan arkadaşları ziyaret ederdik, pazar günkü hadis dersine çağırırdık. Gelen arkadaşlara yurtta akşam yemeği ikram ederdik.

Yurda yeni geldiğim günlerde bir gün memlekete giderken Hocamızla vedalaştım. “Memleketin neresi?” dedi. “Ankara, Sincan…” deyince;

“—Orada bizim Mühendis İsmail Turan Ağabeyimiz var, ona selâmımı söyle!” dedi.

Böylece İsmail Turan Hoca ile tanışmama vesile oldu. Tanıştık, sohbet ettik. Bu sefer onun selâmını Hocamıza getirdim.

1974 Aralığında YTÜ Mühendislik’te olaylar oldu. Bazı arkadaşlar aranıyordu. Cami derneği, bunu bahane ederek yurdun bir kısmını boşaltmak, bizi yurttan atmak istedi. Hocamız razı olmadı. Fakat 1975 Ekim’inde bizim yurttan çıkmamızı istediler. Hocamız’a danıştım; “Çıkın diyorlarsa, çıkın!” dedi. İlim Yayma Vakfı Yurduna çıktım. Giderken Hocamıza uğradım. “Evlâdım, burası sizin… Burada her zaman çorbanız hazır!” dedi.

Her gün bir vakit de olsa İskenderpaşa Camii’ne namaza gidiyordum. Bir ara imtihanlar vardı, birkaç gün gidemedim. Sonra tekrar gittim. Namaz çıkışında, “Yâhu sen nerelerdesin, kaç gündür görünmüyorsun?” dedi. İskenderpaşa Camii Yurdu’ndan ayrıldıktan sonra da ilgilerini sürdüler.

Caminin yakınında yurtlar vardı: Vakıflar Yurdu, Fetih Yurdu, İlim Yayma Vakfı Yurdu… Buralarda dindar öğrenciler kalıyordu. Camiye yakın oldukları için sohbetlere gelmeleri kolay oluyordu.

Pazar günü yapılan hadis derslerine grup grup öğrenciler gelirdi. Vaazdan sonra caminin avlusunda öbek öbek sohbet ederlerdi. Camiden ayrılmak istemezlerdi.

Gençler yatsı namazlarına da gelirlerdi. Namazdan sonra Hatm-i Hàcegân’a katılırlardı. Namazdan sonra herkes birbiriyle görüşür, tanışır, musafaha ederdi. Çok muhabbetli bir topluluk teşkil ederlerdi. Geç vakitlere kadar caminin avlusunda dururlardı.

Kandil geceleri, Cuma günü sabah namazından sonra ve Cuma namazından sonra Hocamızın eli öpülür, camide musafahalaşma yapılırdı. O da gençlerin çok hoşuna giderdi.

Mısırlı Prof. Dr. Muhammed Harb anlatıyor:

“1973-1979 Yılları arasında doktora için İstanbul’da kaldım. Bir arkadaş vasıtasıyla Hocaefendi’yle tanıştım, sohbetlerine devam ediyordum. Hocaefendi benimle özel ilgilenir, zaman zaman evine yemeğe çağırırdı. İlk zamanlar Türkçem iyi değildi. Bir gün dedim ki:

‘—Efendim, ben Türkçe bilmiyorum, ama sizin sohbetinizi tamamen anlıyorum. Bu nasıl oluyor?’ dedim.

Yüzü kıpkırmızı oldu. Kerametinin söylenmesini istemezdi.”

3- Sizce Hocaefendi’nin öne çıkan temel özellikleri nelerdir?

Uzun boylu, iri yapılı, yakışıklı, uzun sakallı, güleç yüzlü, görkemli bir insandı. Kılık kıyafeti, düzgün ve uyumluydu. Genellikle şalvar ve cübbe giyerlerdi. Bir yere gitseler, insanlarda ilgi ve saygı uyandırırlardı.

1973 yılında Hocaefendi Ankara’da misafirdi. Yahya Oğuz’un evinden, Prof. Dr. Ahmet Rumeli’nin Aşağı Ayrancı’daki evine gideceklerdi. Cuma namazı için evin yakınındaki bir mescide gittik. Namaz çıkışında cemaat kapının önünde bekliyordu. “Kim bu mübarek zat?” dediler. Hürmetle elini öptüler.

Mütevâzı ve sabırlıydı. Yolculuklarda, özellikle hac yolculuklarında sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammül ederlerdi.

İsmail Turan Hoca anlattı:

“—Bir hac mevsiminde akşam vakti Hocamız’ı ziyarete gittim. Yanımda ikram etmek içi bir miktar muz almıştım, çok memnun oldu. Sabahtan beri bir şey yememişti. Kimseye de şikâyet etmemişti.”

Müridlerine karşı da çok sabırlıydı. Özellikle Hasib Yardımcı Efendi’den ve Abdülazîz Bekkine Efendi’den kalma müridler çok serbest hareket ederlerdi. Şeyhlerinden bahsederler, hatta onlar hakkında ilâhi söylerlerdi. Hocaefendi hiç sesini çıkarmazdı.

Bazen de ziyaret için usûl adap bilmeyen birileri gelir, uzun konuşmalar yaparlardı. “Sus be adam, millet seni mi dinleyecek!” demezdi.

Bildiği bir konu kendisine anlatılırken, ilk defa duyuyormuş gibi dinlerler, anlatan kimseyi mahcub etmezdi.

Gece ibadetlerine düşkün idiler. Sabah namazlarını cemaatle kıldıktan sonra mutlaka işrak vaktine kadar mescidde beklerler, iki rekât işrak namazını kılıp öyle giderlerdi. Bu arada Huva’llàhü’llezî ve Yâsîn okunurdu. Cuma günleri Duhân Sûresi de okunurdu. Sonra hazırladıkları Evrâd kitabından o güne ait dualar okunurdu. Sonra Hatm-i Hâcegân yapılır, dua edilirdi.

Akşam namazından sonra camide altı rekât evvâbin namazı kılarlardı. Yatsıdan sonra Hatm-i Hâcegân yaptırırlardı.

Ramazanlarda teravih namazlarını hatimle kılarlardı. İki hafız onar onar kıldırırlardı. İki rekâtta bir selâm verirlerdi.

Ramazan’ın son on gününde mutlaka i’tikâfa girerlerdi. Hasta oldukları son yılına kadar hiç aksatmadılar.

İrşad çalışmaları herkese yönelikti. Kapısı ziyarete açıktı. Gündüz vakitleri her zaman ziyaretçi kabul ederdi. Namaz çıkışlarında isteyen herkesle görüşür, problemlerini dinlerdi.

Nakşilere mahsus bir zikir olan Hatm-i Hâcegân’ı camide yaptırır, tarikat mensubu olsun olmasın herkes katılabilirdi. 7 Fâtiha, 100 Salevat, 79 Elem neşrah leke, 1001 İhlâs-ı Şerif, 100 Salevat ve 7 Fâtiha, bir aşr-ı şerif usûlüne uygun olarak hazır olanlara dağıtılır, okunurdu. Hocaefendi duasını yapardı.

Pazar günleri ikindiden sonra bir saat, Cuma günleri öğleden önce kırk beş dakika Râmûzü’l-Ehâdîs kitabından hadis okur, açıklamasını yaparlardı. Râmûzü’l-Ehâdîs, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi (1813-1893) hazırlanmış 7101 hadis ihtiva eden bir kitaptır. Hadisler alfabetik sıraya göre sıralanmıştır. 1864 yılından beri Gümüşhaneli dergâhında okunup, izah edilmiştir. Tekkeler kapatıldıktan sonra hocaefendiler bu dersleri camilerde devam ettirmişlerdir.

1977 yılından sonra pazar günkü hadis derslerini Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocamız yapmaya başladı. Mehmed Zâhid Kotku Hocamız Cuma namazından sonra 15-20 dakika süren konuşmalar yapıyordu.

Hocaefendi her yaz Anadolu’ya seyahate çıkar, muhtelif şehirlerdeki talebelerini ziyaret ederdi. Bu arada uygun yerlerde sohbetler, hadis dersleri yapar, muhtelif kesimlere ulaşmaya çalışırdı.

1967 ile 1976 yılları arasında her yıl halvet yaptırırlardı. Halvetler Receb ayında Regaib gecesi başlar, Şa’ban ayının 15’i Berat gecesine kadar, kırk gün kadar devam ederdi. Hocaefendi’nin nezaretinde, kapalı bir mekânda gündüzleri oruç tutarak, iki cüz Kur’an okuyup zikirler, murakabeler yaparak; iftarda bir tas yağsız, tuzsuz yeşil mercimek çorbası, 150 gr. ekmek; sahurda 21 tane rezaki üzümü+150 gram ekmek yemek suretiyle özel bir eğitim görürlerdi. Tuvalet ve abdest için oradan ayrılabilirler; Cuma namazı için yakın bir camiye gidebilirlerdi.

Anadolu’nun muhtelif yerlerinden, Karadeniz’den şeyh efendiler olgun müridlerini seyr ü sülûk için Hocaefendi’nin halvetine gönderirlerdi.

Ramazan’ın son on gününde İskenderpaşa Camii’de i’tikâfa girerlerdi. İ’tikâfta da yine Halvetteki programlar uygulanırdı. Hocamızın nezaretinde muhtelif zikirler, murakabeler yapılırdı. Vakti müsait olmadığı için halvete giremeyenlere, Hocamız i’tikâfı tavsiye ederdi.