Bir hayat rehberi olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in 103. sûresi olan Asr sûresi, zamanın ve sabrın önemine dikkat çekerek insanlara bu konuda yol göstermektedir.
Nurullah DENİZER
Doç. Dr., Uşak Üni. İslami İlimler Fak.

Hız, XXI. yüzyılın insanlığa sunduğu en büyük hizmetlerden birisidir. Özellikle iletişim ve ulaşım alanında teknolojinin sunduğu imkânlar, hayatın her alanına yansımış durumdadır. Teknolojinin dolaylı yoldan getirdiği pasif bir dayatma neticesinde, insanlar hızlı yaşamakta, hızlı yaşamak zorunda bırakılmakta ve bu durumun zorunlu bir sonucu olarak daha da hızlı olmak istemektedirler. Bütün bu hız arzusu, yaşamı daha hızlı seyrettirme iştiyakı getirirken kaçınılmaz olarak da insanları daha sabırsız ve tahammülsüz yapar. Sabırsızlık ve sabırsızlığın getirdiği tahammülsüzlük, hem bireysel hem de toplumsal hayatta ciddi sorunların ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Yaşamlarını istedikleri/gerektiği kadar hızlı sürdüremeyen insanlar, bir yandan strese girerek iç huzurlarını kaybetmekte diğer yandan bu huzursuzluklarını sosyal çevrelerine de yansıtarak toplumsal boyutta bir huzursuzluğa sebep olmaktadırlar.
Günümüzde, hayatın çeşitli alanlarında sahip olduğumuz bu hız imkânının bazı olumsuz sonuçlar doğurduğu aşikârdır. Fakat bu imkânın, yaşama artı bir değer katması da beklenmektedir. Hız ve bilgiye ulaşma olanakları, geçmişteki bir bilim insanının ömrü boyunca sahip olabileceği tüm bilgilere dakikalar içinde ulaşma rahatlığı sağlar. Buna rağmen ortaya koyulan eserler ise tatmin edici olmaktan uzaktır. Dolayısıyla, bilgiye ulaşmada sağlanan hızın getirisi olan zaman tasarrufu, maalesef etkin ve faydalı bir şekilde değerlendirilememektedir.
Çok değil iki yüzyıl önce, haftalarca hatta aylarca sürecek meşakkat ve can güvenliği garantisi bulunmayan bir yolculuk, bugün birkaç saatte ve son derece konforlu bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Buna rağmen uçuşlarda yaşanan küçük bir gecikme, havayolu şirketlerine tepki oluşturduğu gibi bu gecikmeye maruz kalan insanları da olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Yahut trafik ışıklarında beklerken, öndeki aracın gecikmeden hareket etmesi için defalarca hiç çekinmeden basılan korna bize sabrın bulunmadığını müşahede ettirmektedir. Aynı şekilde, birkaç yüzyıl önce uzaklardaki yakınlarına, sevdiklerine mektup gönderen kimseler, gönderilerinin akıbetini bile bilmeden umut ve sabırla cevap beklerlerken; günümüzde akıllı telefonlardan gönderilen iletilere, beklenilen cevabın birkaç saniye gecikmesi bile insanları sabırsızlandırmaya kâfî gelmektedir. İnsanlar bu sabırsızlık nedeniyle, tabiri caizse, sebepleri oluşturmadan sonuçları elde etme gibi muhal bir arzuya sahip olmanın kıyısında durmaktadırlar.
Peki, bunca sürat talebimiz ve işleri görmedeki hızlılığımızdan ötürü ‘kazandığımız’ zamanı nasıl kullanıyoruz? Geçmişteki insanlar, günümüz insanından çok daha ‘yavaş’ yaşamalarına rağmen bizim yapabildiklerimizin çok üstünde eserler ortaya koymuşlardı. Birkaç yüzyıl önce yaşamış bir bilim adamının yahut bir edebiyatçının tüm hayatı boyunca ulaşabileceği bilgiye, bizler bugün oturduğumuz yerden sadece birkaç saat hatta birkaç dakika içerisinde ulaşabilmekteyiz. Bununla birlikte ortaya konulan ürün -her devri kendi şartları içerisinde değerlendirmek kaydıyla- bizleri pek de tatmin edecek düzeyde değildir. Zira, geçmişe nazaran çok daha fazla zamanımız ve imkânımız olmasına rağmen bu avantajlar, ortaya konulan ürüne yansımamaktadır. Öyle ise hızlılık arzusu ile sabırsızca elde ettiğimiz bilgiler, artan zamanın ilerlemek için yeterli gelmediğini düşündürmektedir.
Burada değinmemiz gereken -modern hayatın insanoğlunun bilinçaltına kodladığı bir diğer husus- yeni olan her şeyin iyi olduğu sanrısıdır. Kapitalizmin beslendiği temel öğe olan tüketim, müşterileri yeni ve hızlı olan ürünlerin daha iyi olduğuna ikna etmektedir.
Öyle ki; henüz piyasaya çıkmamış bir telefon modeli için sabırsızlanan, hatta satışa çıkacağı tarihin günler öncesinde mağaza kapılarında uzun kuyruklar oluşturarak bekleyen insanlar, garipsenmemektedir. Franz Kafka, Aforizmalar kitabında şöyle bir ifadeye yer verir: “İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için cennetten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: Sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötürü geri dönemiyorlar.”[1] Zaman kazanma gayesinin meydana getirdiği sabırsızlık, yine zamanı elde edince ortaya çıkan tembellik, modern zaman insanının içinde bulunduğu paradokslardan biri olarak karşımızda durmaktadır.
Bir hayat rehberi olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in 103. sûresi olan Asr sûresi, zamanın ve sabrın önemine dikkat çekerek insanlara bu konuda yol göstermektedir. İmam Şâfiî’nin hakkında, “Vahiy olarak bu sûreden başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, şu pek kısa sûre bile insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmeye yeterdi. Bu sûre Kur’ân’ın bütün öğretilerini kucaklıyor.” beyanı, her çağın insanına olduğu gibi modern zaman insanına da hitap etmektedir. Zamanın kıymetini bildiren ve sabırsızlığa reçete sunan Asr sûresinin meâli, şöyledir:
“Asra/zamana yemin olsun ki[1] insanlar gerçekten büyük bir zarar ziyan/hüsrân içindedirler.[2] Ancak iman edip iyi işler/sâlih amel yapanlar ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bu durumdan müstesnadır/zarar, ziyan ve hüsrana uğramayacaklardır.[3]”
Asr sûresi, zamana yemin ederek başlamaktadır. Müfessirler burada zikredilen ‘asr’ kelimesini ikindi vakti, ikindi namazı, mutlak zaman, Hz. Muhammed’in asrı ve âhir zaman gibi farklı şekillerde tefsir etmişlerdir. Bu manalar içerisinde, sûrenin içeriğine ve mesajına en uygun düşen ‘mutlak zaman’ anlamıdır. Buna göre, sûrenin başında zamana yemin edilerek onun insan hayatındaki yerine ve önemine dikkat çekilmiştir. Çünkü zaman, insanın hayatını içinde geçirdiği ve her türlü eylemlerini gerçekleştirebildiği bir imkân ve fırsat alanıdır. Yüce Allah, böyle kıymetli bir gerçeklik ve imkân üzerine yemin ederek zamanın önemine dikkat çekmiş; onu iyi değerlendirmeyen insanın, ikinci âyette belirtilen deyimle ‘hüsran/ziyan’ üzere olacağını hatırlatmıştır. İnsanın hüsranda oluşunun zamana yemin edilerek bildirilmesi, geçen zamanın kişiyi ahiret hesabına yaklaştırdığı, bu zamanı iyi ve yararlı işlerle doldurmayanların ise mutlak anlamda hüsranda olduğu haber verilmektedir.
Fahreddîn Râzî, pazarda buz satarken ‘Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!’ diye bağıran bir satıcıyı duyduktan sonra, bu sûrenin anlamını idrâk ettiğini ifade etmiştir. İnsana verilen ömür, buz gibi hızla erimektedir. Ömrün yanlış işlerde kullanılarak ziyan edilmesi ise insanı hüsrana sürüklemektedir. Bu nedenle zaman üzerine yemin edilmesinin anlamı, sonraki âyette belirtilen dört özellikten yoksun insanın hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna işaret etmektedir. Üçüncü âyette zikredilen dört özelliğe sahip kimseler, hüsrana uğramaktan istisna tutulmuştur. Buna göre, hüsrandan kurtulmanın birinci şartı imandır. İman, Allah’ı tek ve ortaksız ilah olarak kabul etmek ve kulluğu sadece ona yapmak olarak özetlenebilir. İkinci şart olan sâlih amel tabiri, ibadet ve ahlâka dair olan bütün güzel işleri kapsar diyebiliriz. Allah’a ibadet etmek sâlih amel olduğu gibi muhtaçlara yardım etmek, zulme ve zalimlere karşı mücadele etmek, adalet, doğruluk, iyilik ve takva üzere yaşamak, helal kazanmak, aile, akraba, vatan ve millete karşı görev ve sorumlulukları yerine getirmek de bütünüyle sâlih amel kapsamındadır.
Hüsrana uğramamak için gerekli olan üçüncü ve dördüncü şart, insanların birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmesidir. Hakkı ve sabrı tavsiye, öncelikle bu görevleri kişinin kendisinin yerine getirmesi gerektiği anlamında olduğu kuşkusuzdur. Hakkın ve sabrın tavsiye edilmesinin istenmesi, kişinin imanının ve işlediği sâlih amellerin bireysel boyutta kalmaması, toplumsal düzeye yayılması gerektiğine matuftur. İnsan bâtıla karşı durduğu gibi, insanlara da batıla karşı hak üzere olmalarını ve sadece bu vasatta sınırlı kalmamak üzere her konuda sabırlı olmaları gerektiğini tavsiye etmelidir.
İkinci şarttaki ‘sâlih amel’in içinde hakkı ve sabrı tavsiye etmek de vardır. Fakat bunlar, hem bireyin erdemini ve hemcinslerine karşı sorumluluk bilincini yansıttığı gibi hem de bireyi aşarak toplumsal yararlar doğurduğu için önemi ayrıca zikredilmiştir.
Hakkı ve sabrı tavsiye, toplumsal hayat ve birlikte yaşamanın getirdiği bütün ahlâkî görevleri içine alan geniş kapsamlı bir görevdir. Hakkın karşıtı bâtıldır; bâtıl ise inanç ve bilgide asılsızlık ve yanlışlığı, ahlâkta kötülüğü içine alan bir kavramdır. Ayrıca hak, adaletle de yakından ilişkilidir. Bu açıdan âyette insanların âdil olmaları yani herkesin hakkına razı olduğu ve herkesin hakkının korunduğu toplumsal bir adalet sisteminin kurulması gerektiği de anlatılmaktadır.
İnsanları hüsrandan kurtaracak şartlardan dördüncüsü olarak sabrı tavsiye etmek zikredilmiştir. İman, sâlih amel ve hakkın yanında olmak, her bir Müslümanda olması gereken temel özelliklerdir. Bununla birlikte sayılabilecek onlarca ahlâkî özellik varken dördüncü madde olarak özellikle sabrın zikredilmesi, onun ne kadar önemli ve gözetilmesi gereken bir haslet olduğunun bariz işaretidir. Ayrıca ifade etmek gerekir ki burada tavsiye edilmesi emredilen sabır, iman, sâlih amel, hak ve hayır yolundaki sabırdır. Zulme ve kötülüğe tepki vermemek, zorluklarla imkânlar çerçevesinde mücadele etmemek sabretmek değildir.
Bu bağlamda Asr sûresi, en kısa sûrelerinden biri olmakla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün dinî ve ahlâkî yükümlülüklerin ve öğütlerin özü sayılmaya değer bir anlam zenginliğine sahiptir.
Mehmet Âkif Ersoy’un Safahât[2] kitabında, sûreyle ilgili şu dizeleri dikkat çekicidir:
Hâlikın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak»
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!
Hani, ashâb-ı kirâm, ayrılalım, derlerken
Mutlaka sûre-i Ve’l-asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh:
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebât. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.
Netice itibariyle denilebilir ki, sabır çizgisinin üzerinde zulme müsaade etmeden ama hakkı destekleyecek şekilde bir denge yürüyüşü yapmak, modern zamanın hızının oluşturduğu sabırsızlık ve tahammülsüzlüğü mağlup etmek adına son derece önemlidir. Sâdî Şirâzî’nin dediği gibi sabır acı olsa da meyvesi tatlıdır. Sabretmeye dahi sabır gösterilmediği günümüz şartlarında Hz. Yakub’un ‘sabr-ı cemîl’ini elde etmek için gayret etmek, Asr sûresinde de belirtildiği gibi bizi hüsrandan kurtaracak bir anahtar olacaktır.
[1] [1] Franz Kafka, Aforizmalar, (çev. Yekta Majiskül), 6. bs. (İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları, 2015), 13. (3. Nolu Aforizma).
[2] [2] Mehmed Âkif, Safahât, (Altıncı Kitâb: Âsım), Sebîlürrşâd Kütübhânesi Neşriyâtı, İstanbul 1342, s. 93.