Sosyal medyanın psikolojik ve toplumsal etkilerini anlamak, sorunları tespit etmek ve değerlendirmek için kıymetli hocalarımızdan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sayar’a üç soru yönelttik. Verdikleri cevapları, ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
İNSİCAM

- Sosyal medya kullanıcılarında en çok ne tür psikiyatrik sorunlarla karşılaşmaktasınız? Bunlardan korunmak için sosyal medya kullanıcılarına neler önerirsiniz?
Sosyal medya kullanımının doğrudan sebep olduğu psikolojik bir rahatsızlıklardan bahsedilmesi, belki bir bağımlılık türü olarak ekran bağımlılığı haricinde çok mümkün değil. Bu durumda dahi video oyunları ve farklı dijital uygulama bağımlılıklarının da sosyal medya kullanımıyla birlikte, ekran bağımlılığı olarak değerlendirildiğini unutmamalıyız. Ayrıca, sosyal platformların insanlara sunduğu imkânların, aslında konvansiyonel insan ilişkilerinin barındırdığı arazların (gösterişçilik, haset, tahakküm, önyargı, aşağılama, manipülasyon, kitle psikolojisi vb türden farklı kompleksler) daha hızlı, daha kolay ve daha az sorumluluk yükleyen çeşitlemeleri olduğunu hatırımızda tutmamız gerekiyor. Yine aynı sebepten, sosyal medya mevcut sorunları hızlandırıyor, yoğunlaştırıyor ve yaygınlaştırıyor. Yani bizatihi ortamın yapısal olarak algoritmasında mündemiç hız, demokratiklik, anonimlik, mesafelerin ilgası, çokluk ve çeşitlilik gibi avantaj olarak sunduğu unsurları, sosyal medyanın bu rahatsızlıkları etkisinde gözlemliyoruz. McLuhan’ın tabiriyle ‘medium is message’, ortamın kendi hedefleri, verilmek istenen mesaj her ne olursa olsun, mesajı da kendi mantığı doğrultusunda dönüştürüyor. Artık mesafelerin ayırdığı insanlara da ulaşabiliyor; acı, kayıtsızlık ve tahakküm.
Byung Chul Han, geçtiğimiz yüzyılın hastalıklarının vasfının ağırlıklı olarak dış kaynaklı, yani patojenler ve bulaşma, temas sonucunda gerçekleşen türden hastalıklarken; bu yüzyılda artık otoimmün hastalıkların insanları güçten düşürdüğünü, insanlık yetilerini engellediğini ileri sürüyor. İnsanın dış bir otorite kaynağı tarafından değil, kendi kendince yenip tüketildiği depresyon, kaygı bozuklukları ve tükenme sendromlarını, ruhsal hastalıklar bahsinde bu skalada değerlendiriyoruz. Bunun bir nedeni, sermaye dünyasının terminolojisinin kavramları ve değerlerini, gündelik hayata transfer etmemizle gerçekleşen kitlesel ‘karakter aşınması’. Yani kişinin tıpkı bir şirkette önüne konulan performans hedeflerini gerçekleştirme zorlamasına maruz kaldığı gibi performans toplumunun değer sistemini özümseyerek, kendi kendine başarı kriterleri koyması ve bunlar karşısında kendini başarısız hissetmesi -ki işin doğası budur, çoğunluk başarısız olmadığı takdirde az sayıdaki insan kazanamaz. Ama en az onun kadar etkili olan katalizör bileşen, başarının yahut başarısızlığın kriterleri her ne ise bunun görünürlüğünün artmasıdır. En temelde tüketim imkânlarının artışıdır, başarının kriteri. Bunu yalnızca mal tüketimi olarak değerlendirmek de yanlış; bilakis imtiyazlıların en alt kademesinde mal tüketimi (yeni kıyafetler, ev, araba vs), orta kademede deneyim tüketimi (terfiler, kutlamalar, lüks restoranlar, tatiller, heyecan verici aktiviteler) en üst kademesinde ise zaman tüketimi (uzlete çekilmiş zengin, ferrarisini satan bilge, kendini küresel insani projelere, kültüre adayan seçkinler vs) imtiyazı yer alır. Ancak bunların tamamı, aslında son kertede kişinin kendini bir mal gibi pazarlaması anlamına gelen tüketimcilik gereğince, teşhir edilir. Gösterilemeyen şeyler ise, başarısızlık hanesine yazılır. Sosyal medyayı yoğun olarak kullanan insanlar, bu parlak yaşamların teşhiri karşısında kendilerini daha yoğun olarak başarısız, hüsrana uğramış, öfkeli, kıskanç ve kaygılı hissederler.
Ancak özellikle kaygı durum bozukluğu açısından başka bir faktör de kötü haberlerin, spekülasyon ve manipülasyonun yani belirsizliğin çarpan etkisi nedeniyle daha fazla görünür olması. Geleceğin belirsizliği, daima kaygı durum bozukluklarını çoğaltır ve derinleştirir.
Yaygın olarak danışanlarımızın mustarip olduğu bu rahatsızlıklar dışındaki nevroz ve psikozlarda da sosyal medya kullanımının etkilerini görebiliyoruz. Çünkü sosyal medyanın yarattığı kitlesel psikoloji dolaşıma girdiğinde, her psikolojik rahatsızlığın seyrini az veya çok etkiliyor. Bir kısmında, ortamın ruhu nedeniyle rahatsızlık daha ağır seyredebilirken, bir kısmında ise sosyal medya sayesinde ulaşabildiği insanlarda yarattıkları hasar nedeniyle başka insanların sorunlar yaşamasına neden oluyor. Mesela sosyal medya bir taraftan narsist kültürü beslerken, bir taraftan da narsistlerin, anti sosyal kişilik bozukluğuna sahip sosyopatların oyun sahasına dönüşüyor. Kendi egolarını tatmin etmek için insanlara musallat olup, yeni, güncel yöntemlerle kötülük yapıyorlar. Siber zorbalık, manipülasyon, gaslighting gibi farklı tarzlarda olsa da muhatabının ruh sağlığını, izzet-i nefsini, yaşam sevincini, hevesini, insanlara ve kendine güvenini yıkan sonuçlar yaratıyor bu yöntemler. Bazen anonim bazen de farklı hesap kullanıcısı kimlikleriyle (farklı cinsiyet, yaş, sınıf, meslek, medeni durum vs) davrandıkları için ekseriyetle de hiçbir sonuca katlanmadan ardında ruh sağlığı bozulmuş bir dizi insan bırakıyor bu tür insanlar. İkili çıkmaz kuramına göre; herkesin ruh sağlığı eğilimleri ve direnci, gerçek hayat ve sanal ortamlarda farklı seviyede çelişik mesajların üstesinden gelmeye güç yetirememesi nedeniyle, bir kimsenin çelişkili talepleri karşılamaya çabalarken şizofreniye sürüklenmesi gibi bir ihtimal de doğuruyor.
- Son araştırmalarda sosyal medya kullanıcılarının, FOMO yani “olan biteni kaçırma korkusu”nu sıkça yaşadıkları ortaya çıkmakta. Bu durumun psikolojik açılımı ve ailelerin buna karşı yaklaşımı nasıl olmalıdır?
Sosyal medyanın yarattığı bir başka algı da dünyanın her yerinde veya her ülkede sürekli çok önemli olayların kesintisiz ve yoğun şekilde meydana geldiği. Bu gerçekten de böyle elbette ancak pek çok olay aslında insanların ne önlem alabilecekleri ne de sonuçları karşısında bir şey yapabilecekleri gelişmeler. Veya arkadaş-takip listemizdeki insanların hayatlarına dair paylaşımlarının neredeyse tamamına yakını bizi hiçbir şekilde alakadar etmeyen içeriklere sahip. Ama sosyal medyanın doğası, bunca olay sanki şahsen bizim başımıza geliyormuş gibi zamanı ve mekânı sıkıştıran bir etki yaratıyor. Haber akışında, paylaşımlarda karşımıza çıkan olayların kümülatifi bizim baş edebileceğimizin kat be kat üzerinde. Hâl böyleyken, insanlar bu yoğun temponun dışında kaldıklarında dışarıda gürül gürül akan bir yaşamdan ihraç edildikleri, sürgüne gönderildikleri gibi bir hissiyata kapılıyorlar. Haberdar olamamak onlardaki kaygı seviyesini artırıyor. Fear of missing out (Fomo) bir şeyleri kaçırma korkusu zaten risk toplumunda yaşayan günümüz insanının kaygılarının yönetilemez hâle geldiğinin göstergesi. Akıllı telefonların bilgiye her an erişim sağlaması nedeniyle bu rahatsızlık için kullanılan bir başka ifade de nomofobia. Hızlı değişen gündem, ekonomik parametrelerin baş döndürücü değişimi, insanların cafcaflı ve cazip yaşamları, benzerlerimizin katılıp da bizim haberdar olmayabileceğimiz etkinlikler, tüketim seçeneklerinin bolluğu, paylaşımlarımızın aldığı tepkilere dair skorlar ve yorumlar hepsi sürekli gözümüzün ekranda olması dürtüsü yaratıyor. Kötü haber bağımlılığı tarzında tezahür eden türüne de doomscrolling deniliyor son zamanlarda. İç karartıcı, şeamet tellalı felaket haberlerine rastlayana dek ekranı kaydırıp durmak pek çok insanın yaptığı bir şey artık. Ancak her yerde olmak, hiçbir yerde olamamak anlamına geliyor.
Ekranlarda berhava edilen dikkatimiz, içinde bulunduğumuz andan, sevdiklerimizden ve gerçek- mühim meselelerden çalınıyor. Daha geniş gruplar arasındaki etkileşim sayısını ve ilişkiyi takip etmek için daha geniş korteksli bir beyne ihtiyaç duyuyoruz. Robin Dunbar, korteks ile grup büyüklüğü arasındaki orana göre yaptığı hesaplar neticesinde, bir kişinin yönetilebilir ilişki kurabileceği kişi sayısının en fazla yüz elli olabileceğini tespit etmişti. Hem ilkel kabile ve komün tarzları hem de iktisadi işletme istihdam dağılımlarının ilginç şekilde bu sayı civarında yapılandırıldığını da görüyoruz. Yani arkadaş listelerimizde yer alan yüzlerce binlerce kişiye ayıracak ilgi için fiziksel donanımımız da yetersiz. Sevdiklerimiz, hemen yanımızdaki insanlardan tüm ilgimizi esirgemeden bu insanların veya olayların pek azına dahi dikkatimizi veremeyiz. Uzakları yakınlaştırırken, yakınlığın sıcaklığına olan talebimizi azaltıyor sosyal medya ve diğer dijital iletişim yöntemleri. Oysa insanın zihinsel ve ruhsal gelişimi için hayati bir ihtiyaçtır yüz yüze, yakın ve yoğunluklu bu ilişkiler.
- Bundan sonra sosyal medya, hayatımızın bir parçası olarak kalmaya devam edeceğe benziyor. Çünkü hayatımıza dâhil olan her yenilik, bir süre sonra yerleşik ve terk edilemez hâle geliyor. Sağlıklı, verimli, nitelikli bir sosyal medya kullanımı için birey, toplum ve devlet olarak neler yapılmalıdır?
Tüm çalışma, tüketim ve sosyal ilişkiler, sosyal medya ve gelişmiş bu iletişim teknolojileri çerçevesinde inşa ediliyor artık. Yaşam pratiklerimiz akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla beraber, özellikle son on yılda radikal şekilde dönüşüme uğradı. Bunun geri dönüşü de toplumsal ölçekte mümkün görünmüyor. En azından çalışma hayatının, özel hayatı istila etmesine engel olacak yasal düzenlemelerin getirilmesi için girişimlerin başlatılması gerekiyor. Pandeminin evden çalışma rejimini dayatması ile birlikte zaten insani ölçeği aşmış olan çalışma saatleri, amir ve müşterilerin özel hayat alanına taşan müdahaleleri, tahammül sınırlarının epey ötesine geçti. Bildiğim kadarıyla Avrupa’da birtakım çalışmalar başlatılmış durumda, esnek çalışma saatleri adı altında insani ihtiyaçları düzleyen bu iş gücü sömürüsünün önüne geçmek gerekiyor.
Temiz bilgiye ulaşmak hepimizin hakkı, bu sebeple dezenformasyon, manipülasyon ve yalan haber içeren paylaşımlarda bulunan sosyal medya hesaplarının takibinin yapılması ve sorumluların cezalandırılması konusunda kamu otoritelerinin ciddiyetine de ihtiyacımız var. Aynı şekilde siber zorbalık, linç, insana manevi açıdan zarar veren davranışların da cezalandırılması konusunda gerekli yasal düzenlemelerin yapılarak uygulamasında hassasiyet gösterilmesi de lazım.
Ancak, toplumsal tedbirlerden daha acil ve daha yönetilebilir olanı, kişisel birtakım tedbirler almak. Sadece az sayıda güvenilir bilgi kaynaklarını takip etmek, şahsen tanıdığımız insanlar dışında sosyal medya üzerinden arkadaşlık veya romantik ilişkilerden kaçınmak, değerli insanlarla tanışılması halinde bunlarla muhakkak yüz yüze ilişkilerin kurularak oradan da arkadaşlığın sağlamasının yapılması, hayra hizmet eden, güzellik hissini yayan, bilgi ve feyz veren insanlar dışında çok fazla insanla etkileşime girilmemesi, sosyal medya üzerinden iletişimimizde de adab-ı muaşeret kurallarına riayet edilmesi, öncelikle uygulamaya koyabileceğimiz hassasiyetlerdir. Dolayısıyla, çok fazla sayıda insanın takip edilmesi baskısından da kurtulmak, daha az sayıda insanla muhatap olmak, daha az yoğunlukta etkileşime maruz kalmak gerekiyor. Ekran karşısında geçireceğimiz zorunlu olmayan saatleri azaltabilmek için de gerekli bu tedbir. Zira insanın neşesi, hüznü ve ifadesini yansıtan yüz yüze, sıcak ilişkilere ihtiyacı vardır. Sohbet etmeye, muhabbete, hasbıhale ihtiyacımız var, tabiatın güzelliğine ruhumuzu açacağımız tecrübelere ihtiyacımız var, ruhumuzu ve zihnimizi besleyecek yavaş ve derin okumalara, temaşaya ve tefekküre ihtiyacımız var. Tüm bunlar için gereken zaman, ömür sermayesinden çalınarak ekranlarda ziyan ediliyor. Vaktimizle birlikte duygularımızı, bir başkasıyla yek dil olabilme yeteneğimizi de kaybediyoruz. Ve tüm bunlar yeri asla doldurulamayacak, telafi edilemez kayıplar. Yaşamımızın nihai kaygısından, anlam ve güzellik kaynağı en değerli şeylerden bizi uzaklaştıran bu manasız kakafoniden, uzaklaşmak ve yüzlerimizi ekranın ışığından geri çekmemiz gerekiyor.