Üstad Sezai Karakoç’un Kronolojik Hayat Hikâyesi-1

Namazlarını da mümkün olduğunca kılmaya çalışır. Çok küçükken ilk izlenimi namazı öğrenemeyeceği şeklindedir. Babası kılarken bakar; ona çok karmaşık gelir namazın yapısı. Bunu yapamam diye düşünür. Fakat sûreleri ezberleyip kitaptan namazın nasıl kılınacağını da öğrenince kılmaya başlar. Evlerinde eski ilmihal, Dürr-i Yekta gibi kitaplar vardır. Onları da okur. Cuma namazlarını kaçırmamaya çalışır.

Fahrettin GÜN

     Diriliş mektebinin büyük ustası, hayatını “İslâm’ın Dirilişi’ne vakfeden büyük şair ve mütefekkir Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021 salı günü öğle saatlerinde her fani gibi Hakk’ın rahmetine kavuştu. 17 Kasım 2021 çarşamba günü Şehzadebaşı Camii’nde kılınan ikindi namazını müteakip çok seçkin bir topluluk tarafından cenaze namazı kılınarak, Şehzadebaşı Camii’nin haziresine defnedildi. Böylelikle Mehmed Âkif’den, Necip Fazıl’dan sonra yaşayan en büyük şair ve düşünür de ötelere yürümüş oldu. Mevlâ rahmet eyleye…

     Sezai Karakoç’un ötelere gidişinden sonra büyük bir elem ve keder içinde uzun süre düşündüm. Dünya bilincini, diriliş öğretisiyle önümüze bir sofra gibi seren bu büyük şair ve mütefekkire dair yazmak zorlu bir işti. Ne yazacağımı düşünürken onun 25 Temmuz 1988’den başlayarak 5 Şubat 1992 yılları arasında yüz on üç bölüm halinde yazdığı “hatıratını” baştan sona tekrar okudum. İslâm’ın dirilişi uğruna yalnızlığı, münzeviliği ve maddi yoksulluğu seçerek mânevî zenginliği benimseyen hayatı, ötelere gidişinin acı ve elemini daha bir irileştirip, daha bir katmerleştirdi.

     Üstad Sezai Karakoç, hatıratını Diriliş dergisinde yazmasına karşın kitaplaştırmadı. Ziyaretlerim sırasında iki kez ısrarla hatıratını kitaplaştırmayı talep etmeme karşın, “Hatıratı kitap olarak yayınlamayı düşünmüyorum. Yayınlamaya kalksam tekrar onu yeni baştan gözden geçirmem, yeni baştan yazmam gerekiyor…” ifadeleri karşında bizim payımıza edep ve adab gereği yalnızca susmak düştü.

    Aslında neden hatıratını kitap olarak yayınlamadığına dair, hatıratı yazarken yeterince ipuçları veriyordu. Şöyle ki:

     “Hatıralar kadar insana azap verici ne vardır? Yaşananlar bir kere daha yaşanmış gibi oluyor. Hayatın acı olaylarını insan yeniden yaşamak istemez. Hatırlamaksa ayrı ıstırap. Günle karşılaştırınca çocukluk yılları, çok başka bir ışık altında gözüküyor insana. Mizaçlarla, geçmişin yorumlanmasıyla ilgili bir yanı olsa da bütün bunların dışında insanın en temiz ve masum idrakle zabtettiği bir zaman parçasının bizde gittikçe daha arı, yüce bir hayat izlenimi kazandığı bir gerçek. ‘Çocukluk cenneti’ her insan için olmasa bile birçok kişi için önemli bir psikolojik dayanak ya da zaaf…”

     Hatıratını tefrika ederken yer yer yine aynı konuya atıf yapıyordu:

     “Geçmiş, çok azizdir bende. Fakat, onu yeniden yaşamak, ıstırap kaynağı. Hele onu anlatmak, daha da beteri. Her şeyi anlatmak imkânsız. Anlatılsa da inanılması imkânsız. Bu bakımdan ne kadar çıplak olarak anlatılırsa anlatılsın hayat, hatıratta kelimelerden örülü bir giysi içinde verilecektir. Hayat ılımlı, hayat vahşi ve yırtıcıdır. Ama en yırtıcı hatırat bile yansıttığı hayatın yanında ılımlı ve ehil kalır.

     Hayat hikâyemi çok genel ve kuşbakışı çizgilerle, ana şemasıyla öz bir şekilde yazmak istiyorum. Kişilere (ki çoğu hayatta) pek dokunmadan. İlerde bunu genişletip daha teferruatlı bir (anılar) oluşturabilir miyim bilmiyorum…

     Hatıralarda olayları mümkün olduğu kadar -olduğu gibi- anlatmaya çalışıyor, kimselerin tahammül edemeyeceği kadar ağır olanlarını ya hiç yazmıyorum veya tahammül edilebilsin diye hafifletiyorum. Gönlüm isterdi ki, herkesten sevgiyle, övgüyle bahsedeyim. Hatta zaman zaman böyle yapmadığım için yanlış mı yaptım diye tereddüde düşüyorum; ‘herkesin iyi tarafını, yaptığı hizmetleri yaz, herkesten sevgiyle bahset, öv geç’ gibi bir düşünce aklımdan geçmiyor değil. Ama Hatıralar bu makamla başlamadı. Nasıl, şarkılar, türküler hangi makamla başlarsa öyle gider, aynı şekilde Hatırat’ta hep aynı havada ve tarzda yürür. Hatıralara başlarken, çok ağırlarını hafifletmek şartıyla, hep hakikati yazmayı prensip kabul ettim. Bugüne kadar da bu ilkeyi izleyerek yazdım. İstedim ki, bizden sonrakiler, gerçek hayatımızı bilsinler, yaşadığımızın hakikatine ersinler. Hangi şartlarda, nasıl bir ortamda görev yaptığımızı, İslâm’ın Dirilişi idealimiz için çalıştığımızı bilsinler. Hayallerinde canlandırdıkları hayatlarımızla kimliklerimizi, gerçek hayatımızla ve kimliklerimizle karşılaştırsınlar bundan sonra daha gerçekçi olsunlar. Bizim neslin, bizden evvelkilerin ve bizden sonrakilerin hatalarını işlemesinler. Birbirlerine daha hoşgörülü, sevecen ve yardımcı olsunlar. Kısa vadeli değil, uzun vadeli düşünsünler.

     Acaba hata mı ettim, diye düşündüğüm oluyor, itiraf ederim. Kimi arkadaşları veya kimseleri kırdığımı biliyorum; niyetim elbet kimseyi üzmek ve kırmak değil. Niyetim, mümkün olduğunca hakikatleri yazıp yeni neslin hayallerle, uydurmalarla, efsanelerle değil, acı da olsa gerçeklerle yetişmesini ve kendisini bekleyen göreve aslanlar gibi girişmesine katkıda bulunmaktır. Çünkü yeni nesle İslâm’ın Dirilişi’ni gerçekleştirmek, Orta Doğu’da İslâm’ın süper gücünü kurmak gibi dev bir görev düşüyor. Bu yüzden yalanlarla bu nesli aldatmak istemedim. Hiç edebiyat yapmaya girişmedim. Hadiseleri adeta belgesel notlar gibi kaleme aldım. Allayıp pullamadım. Hatta hislerime, hayallerime fazla yer vermedim…” diyerek 1992 yılında hatıratını yazmayı sonlandırırken aslında bütünüyle neden hatıralarını kitaplaştırmadığının da cevabını veriyordu.

     O, dost iklimlerinin insanıydı. Düşman ortamlar onu bitirirdi. Ergani’den çıkarak İstanbul’da sona eren hayat yolculuğunda, o İslâm’ın ve insanlığın dirilişi için harlı bir mücadele verdi. Çoğu kez örselendi, kırıldı ve yalnız bırakıldı. Lakin o mümin kardeşleri tarafından kendine yapılan onmazlık ve olumsuzlukları görmezden gelerek yarı aç yarı tok olarak onurlu mücadelesini sürdürdü ve soylu, imrenilecek bir hayat sürerek metafizik donanımın engin ürpertisiyle dolup taşarak “Anlatacaktım ölümlerin / Bir sonbahar eşliğinde/ Bir kış güneşliğinde” şeklindeki mısralarla ölümü anlatıp, ölümün son değil bir diriliş, bir başlangıç olduğunu savladıktan sonra, “Ölümden sonra sonsuz hayat vardır” diyerek fani dünyaya veda etti…

     İşe bizde bu noktada onun yazdıklarından hareketle kronolojik hayat hikâyesini konu edinmeye çalışacağız…

     1933: Kutlu kitap Kur’an‘da ismi geçen peygamberlerden biri olan Zülkifl Peygamberin makamının bulunduğu Zülküfül Dağı eteğindeki Diyarbakır’ın Ergani gibi küçük bir kasabasında, mayıs ayı başlarında dünyaya gelir. Annesinin değişiyle “gülan ayında bir gün”de. Gülan, mayısın eski adı; eskiler gülân derlerdi, yani “güller”. Gülün açıldığı ay anlamına gelir.

      Babasının ona koyduğu ad, Muhammed Sezai’dir. Kur’an-ı Kerim açılarak konur ismi. Nüfus kaydına sehven Ahmed Sezai diye yazılır.

     Babası Plevne Savunması askerlerinden Hüseyin Çavuş’un oğlu Yasin Efendi’dir. Yasin Efendi Kafkas cephesinde savaşa katılmış, iki yıl esarette kalmış biridir. Aile tımarlı sipahidir. Annesi ise nüfus memuru Ahmed Efendi’nin kızı Emine Hanım’dır.

     1934-1936: Bir-iki yaşındayken, Ergani’den El-Aziz’in Maden ilçesine taşınırlar. Bu gidişi hatırlamadığı gibi niçin taşındıklarını da bilmez.

     Çocukluktan hatırladığı ilk anılar, Maden’den başlar.

    1937: Ailecek Ergani’ye tekrar dönüş… Burada okul kitaplarından yararlanarak kendi kendine okumayı öğrenir.

     1938: Bağbozumundan sonra okula başlar. Yaşı çok küçüktür. O zamanlar, ilkokulda, birinci sınıftan önce (ihtiyat sınıfı) denilen bir sınıf vardır. O sınıfa alınır. İhtiyat sınıfında, sıra, sandalye, masa yoktur. Sadece, sınıfın ortasında kocaman bir masa vardır. Masanın içi kum doludur. Öğretmen ve öğrenciler ayakta olarak masanın etrafında dizilir. Kuma parmakla A, B vb. harfler, heceler yazılır. Böylece yazı öğretilir. Bir de her öğrencinin on adet (bir deste) çöpü vardır. Sayılar da onlarla öğretilir.

     Üç ay kadar ihtiyat sınıfında okur. Yılbaşı gelince, müdür onu odasına çağırır. Kısa bir imtihandan sonra birinci sınıfa geçer. Buna sevinir, çünkü okuma yazmayı biliyordur. Kuma harf yazmak ona fazlasıyla sıkıcı gelir.

     1939: Babasının işlerinden dolayı Ergani’den Piran’a göç ederler. Burası iki-üç bin nüfuslu, iki tarafı dağlık, önü ova olan vadide kurulu bir kasabadır. Dicle nehri, kasabanın birkaç kilometre batısından akar.

     1940: Bir yıl kaldıkları Piran’dan tekrar Ergani’ye dönüş… Piran’dan genellikle memnundurlar. İnsanları saf ve iyi yüreklidir. Ancak yine de Ergani’yi özler ve sıla hasreti çekerler. Bir yandan halkla, bir yandan da memur aileleriyle kaynaşmalarına rağmen burada sürekli kalma düşüncesini pek benimsemezler. Sonunda tekrar Ergani’ye geri dönerler.

     II. Dünya Savaşı’nın etkilerinin bütünüyle hissedildiği yıllar… Yokluk ve sıkıntı dolu, ekmeğin karneye bağlandığı yıllar…

     1942: Dokuz yaşındadır ve ilkokul 4. sınıftadır, on yaşında okulu bitirecektir. İlkokul öğretmeni olan amcazadesi ve babası sınıf öğretmenlerine baskı yaparak çok çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen onu sınıfta bırakmasını isterler. Dördüncü sınıfın temel sınıf olduğu ve ilkokulu erken bitirirse ortaokula başlamayıp ara vereceği ve bu süreçte okumaktan soğuyacağı gibi nedenleri ileri sürerek zor da olsa ilkokul öğretmeninin itirazlarına aldırmadan onu ikna edip sınıfta bıraktırırlar. Lakin o kitap okumayı sürdürür. Böylece sınıfta kalmanın derin yenilgisinin acısını ilk kez tatmış olur.

     1943: 4. sınıfı tekrar okur. O yıl yeni bir hanım öğretmen gelir. Başarı, ona ilk darbeyi, zorla sınıfta bırakılmanın acısını çok çabuk unutturur. Böylece dördüncü sınıfta iki yıl okumuş olur.

     1943-1944: İlkokulun beşinci sınıfına geçer. Evlerinde, on beş yirmi kadar eski kitap vardır. O kendi yazımızı öğrenmek ister. Babasına söyler. “Benim zamanım yok, annene söyle o öğretsin” der.  Annesi ise mazeret beyan eder. O, kitapların arasında, yeni harfler kabul edildiği zaman çıkmış bir kıraat kitabı bulur. Bu kitapta hem kendi yazımızla, hem de yeni kabul edilmiş Latin harfleriyle olan alfabe ve kelimeler resimli olarak yer alır. On-on beş gün çalışarak o kitaptan kendi yazımızı öğrenir… Abbasiler devrine ait, Horasan’da geçen bir olayın hikâyesini anlatan bir roman bulur. Heyecanla okur. Bir iki kitap daha okuduktan sonra o zamanın antolojileri gibi (güzel yazılar cinsinden) seçmeler olan bir kitaptan Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid’in, Ziya Paşa’nın, Mehmed Âkif’in, Tevfik Fikret’in, Ziya Gökalp’in, Süleyman Nazif’in yazılarını, şiirlerini okur. Sonra bir İslâm Tarihi’nin 2. cildini okur. Babasına yazıyı öğrendiğini söylediğinde memnun olur. Ona güveni vardır ve babası için bu büyük bir sürpriz olmaz. Onu kahvede müftü efendiye, bir akrabasına imtihan ettirirler. Onlar da hayret eder. Çünkü onun hiç bir hocadan okumadığını biliyorlardır.

     Daha sonra da sürekli okuyarak, hem okumayı hem de kültürünü ilerletir. Okumak onun için büyük bir zevktir. Evde saatlerce okur. Oyuna, gezmeye tozmaya fazla rağbeti yoktur.

      Namazlarını da mümkün olduğunca kılmaya çalışır. Çok küçükken ilk izlenimi namazı öğrenemeyeceği şeklindedir. Babası kılarken bakar; ona çok karmaşık gelir namazın yapısı. Bunu yapamam diye düşünür. Fakat sûreleri ezberleyip kitaptan namazın nasıl kılınacağını da öğrenince kılmaya başlar. Evlerinde eski ilmihal, Dürr-i Yekta gibi kitaplar vardır. Onları da okur. Cuma namazlarını kaçırmamaya çalışır. Hatta okul zamanı derse girmeyip cuma namazına gider. Hocanın hutbesi onda uhrevi âlemden gelen bir mesaj etkisi bırakır. Annesinin, o küçükken mihrabın örtülü yerinde, sancağın saklandığını, günü gelince oradan çıkarılacağını söylemesi, onda camiye karşı daha mahrem ve sırlı bir yaklaşımla bakma duygusunu aşılar. Annesi, bunu, ileride dindarların başkaldıracağı anlamında söylememiştir, bilmediği ilâhi bir hikmetle dine böyle bir yasak geldiğini fakat bunun uzun sürmeyeceğini, yine Allah’ın takdiriyle bir gün insanların hakikatleri idrak edeceklerini ve kutlu sancağı oradan çıkaracaklarını, dinin, İslâm’ın mâneviyatının tekrar hâkim olacağını kastetmiştir. Bunu böyle anlatmamıştır elbet. Ama zaten başka türlü de düşünemez. Hiç kimseyi incitmeyecek bir yapıdadır annesi. O, ancak Allah’ın lütfuyla bir gelişme beklemektedir. Günü gelince, eski güzelliklerin, iyiliklerin geri döneceğine inanç, onun için tabiidir.

      Bilimsel keşifler onda heyecanlı bazı fikirler doğurur. Mekânı, boşluğu ve sonsuzluğu düşünür. Aklı durdurucu bu soruları…

     İşte bu şekilde, ramazanlar, yazlar, bağ bozumları, kış, kar, ekmek karnesi, şiir, monolog, namaz, oruç, kitap okuma derken ilkokulu bitirir.

     Bu arabeşinci sınıf başladığında bağbozumundan dolayı birkaç gün okula geç kalır ve ilginç bir hadise yaşar. Hanım öğretmeni: “Sen nerde kaldın?” der. Sonra, “Sen mahvoldun, sen mahvoldun” diyerek ağlamaya başlar. Daha sonra sakinleşir ve nedenini anlatır. Ergani’de Köy Enstitüsü açılacakmış. Hükümet, emir vermiş, ekonomik durumu pek iyi sayılmayan ailelerin çocuklarını mecburen oraya alacaklarmış. Müdür de bir liste hazırlamış ve onu da o listeye dâhil etmiş, bu, onun mahvolması anlamına geliyormuş. Bunun neden bu kadar kötü bir şey olacağını pek anlayamaz… Babasına söyler, babası ertesi gün okula giderek onu listeden sildirir.

      Haziran’da imtihanlar sırasında her taraf gül kokuları içindeyken Inkılap İlkokulu’nu bitirir ve yeni bir hayatın başlangıcına ermiş olur.

      Parasız yatılı sınavına girmek için yıllar sonra “ruhumun şehri gibiydi” şeklinde niteleyeceği Diyarbakır’a ilk kez gider, sınavı kazanır; doğduğu ve yaşadığı şehir olan Ergani’de ortaokul olmadığından parasız yatılı olarak Maraş ortaokuluna kaydolur.

     1945:  Maraş Ortaokuluna başlar.Maraş, onun çocuk yüreğinin ateş aldığı yerdir. Nitekim Hatıralarında, “Belki ondan önce rüya âlemi gibi bir iç dünyanın sahibiydim. Derinliğe aday bir dünya. Bu, Maraş’ta alev aldı denebilir… Sütçü İmam’ın, çarşaflı kadınlarımıza sarkıntılık etmek isteyen Fransız askerlerine ateş etmesinin birkaç çizgiyle canlandırılışı, kalede sallanan bayrağın hikâyesi, Maraş’ın kurtuluş hikâyesi, adeta her an canlı bir hatıra olarak, hüzün dolu gönlümüze bir avuç umut ve hareket tohumu saçan bir ilâhi lütuf rüzgârı oluyordu…” diye izah eder.

      Mümkün olduğu kadar namazlarını aksatmamaya çalışır. Gizli gizli, köşe bucakta. Yakalandığı takdirde ne olacağı belli değildir. Okuldan atılması bile söz konusudur…

    “Evden götürdüğü bir kaç kitapla da, yine gizli gizli kendi kendine Arapça ve Farsça çalışır. Evde bulup da yanına aldığı o kitaplardan ‘Emsile’yi ezberler, Farsçasını da oldukça ilerletir. Bir yandan da daha çok Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi yazarlarının yer aldığı bir iki eski seçmeler kitabından Mehmed Âkif’in, Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid’in, Süleyman Nazif’in, Tevfik Fikret’in, Ziya Gökalp’in ve diğerlerinin şiirlerini, yazılarını okur. Okul kitaplarıyla yetinmez. Okuduklarıyla da güçlenen, din, millet ve vatan sevgisi, yüreğini dolduran yüce duygulardır o yıllar…”

     Sınıfı geçer ve yaz tatilini Ergani’de ailesinin yanında geçirir. Tatilde olduğu Ağustos ayında Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılır ve savaşın bittiği ilan edilir.

     Her güz, Ergani’de hep aynı şeyler tekerrür eder. Bağbozumu ve kış hazırlığı. Bulgur, kavurma ve diğer zahirenin hazırlanışı. Üzümler taşınır, sıkılır ve ‘bağ pişirme’ böylece başlamış olur. O, okullar başlayınca tekrar Maraş’a döner. Böylece üç yıl, okul döneminde Maraş’ta, yaz tatillerinde Ergani’dedir.

     Orta ikinci sınıfta iken gelen Türkçe hocaları, daha ilk kompozisyondan sonra, onu sırasında ayağa kaldırarak: “bu arkadaşınıza iyi bakın, ilerde…” diyerek çok büyük övgü ve iltifatlarda bulunur. Bir soru sorduğunda, o da usulen, fakat tevazu dairesinde parmak kaldırınca, öğretmeni, “Sen, öyle parmak kaldırmalısın ki tavana değmelidir” der. Tahtaya kaldırılmaktan, hatta bazen yazılı sınavlara bile girmekten muaf tutulur. Bu sıralar okuduğu Safahat, Midhat Cemal Kuntay’ın Mehmet Akif’ine ilâveten hocası da Vadideki Zambak’tan yirmi sayfayı (ki bir öğüt mektubu, yükselme yollarının açıklaması idi) ve bazı kitapları tavsiye eder. Hatta hocası, onun babasına yazdığı mektubu bile izin isteyerek gözden geçirir. Kendisi Arif Nihat Asya’nın öğrencisidir. O sırada yeni çıkan Kanatlar ve Gagalar kitabından getirip almalarını sağlar.

     Namık Kemal, Ziya Paşa, Ziya Gökalp’le ilgili nice şeyler okuduktan sonra eski kültürümüzün engin ufuklarına açılır. Yine okulda Namık Kemal’e dair verdiği konferans ve Hürriyet Kasidesi’ni ezberden okuması hadise olur. O sırada gelen, beden eğitimi öğretmeni, o konferanstan sonra, ona “koca filozof” lâkabını takar, dersinde de ona müsamahalı davranır.

     Maraş’ta ortaokul 2. sınıfa başladığı yıl bir cumartesi günü, çarşıda gezerken, duvarlarda son derece etkili güzel bir afiş görür. Yakında Büyük Doğu dergisinin, ‘Bir nar-ı beyza’ gibi çıkacağını müjdeliyordur. Büyük Doğu’yu tanıyışı bu ilânla olur. Sonra dergi çıkar. Bir bayiye geliyordur. Bazen da kalmıyordur. Birkaç sayı sonra, “Sultan Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” başlıklı şiirin yayınlanışı gerekçesiyle kapatılır. Hükümet, memleketin her tarafında aleyhte mitingler yaptırır.

     Osman Yüksel’in çıkardığı Serdengeçti dergisi eline geçer. Müdür dergilerine el koyar. Daha sonra Büyük Doğu’larıda ellerinden alır.

     Bir arkadaşı, dayısında bulunan Büyük Doğu ciltlerini getirir. Onları da gözden geçirir. O güne kadar İslâm, içinde sakladığı bir inançtır. Kimselere pek açılamaz. Yasak, mazlum ve mağdur bir düşünce gibidir ruhunda. Ama işte, görmüştür, İstanbul’da çıkan bir dergide onu çağdaş üslupla savunan bir kalem vardır. İslâm’ın yükselen yeni, canlı sesidir bu. Bu, onun için büyük bir mutluluk olur. Çünkü, bir umut doğmuştur. Bütün sıkıntıları göğüslemeye hazırdır.

     1946-1947: Orta 2. sınıftageceleri, ders ve ders dışı çalışmalarını sürdürür. İslâm klasikleri de öbür klasikler arasında yayınlanmaya başlanır. Harçlığı çok sınırlı olmakla birlikte kitaplar alır. Attar’ın Pendname’sini yemekhane nöbetinde okur. Mardinli bir arkadaşının evlerinden Mesnevî şerhini, bir de Farsça öğreten birkaç kitap alır. Mesnevî şerhinde hem metin hem lügatler hem anlam hem de açıklama vardır. Bu onun için çok yararlı olur. Adeta Mesnevî’yi anlamaya başlar, hem de ortaokul 2. sınıfa giden biri olarak. Çok erken bir zihin uyanmasıdır bu. İsmail Habib Sevük’ün kitabını okur. Sarıklı İhtilalci Ali Süavi adlı kitabı bulur ve okur. Arif Nihat Asya’nın Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor adlı yeni çıkan kitabını okur. Bir sınıf kütüphanesinde Carlyl’ın Kahramanlar’ını bulur ve okur. Dine karşı bir yasak vardır o sıralar. Bütün ülkede din konusunda büyük baskı vardır. Adeta İslâm demek yasak ve suçtur. İslâm’a nisbi bir hürriyet verilmesi bile söz konusu değildir. Ama o kutsal İslâm’la ilgili ne bulsa okumak ister. Bu süreçte ilk kez dinî dergiler de çıkmaya başlar: Hakka Doğru, Tanrı Kulu, İslâmiyet gibi, Sebîlürreşâd da yeniden çıkmaya başlar. Öte yandan Orhon’dan Sesler, Altınışık, Kızılelma gibi milliyetçi dergiler de çıkar. O okudukça okur. Kısaca geniş bir okuma alanı vardır. Necmettin Halil Onan’ın antolojisinde yer alan divan şairleri başlıklı eserinden bir hayli şiir ezberler. Yukarı sınıftaki bir ağabeyin şiir defterinden ve kitaplarından yine nispeten halk şiirleri dahil enteresan şiirlerle tanışma imkânı olur.

     Ortaokulda çok çalışkan bir öğrencidir. Özellikle Matematik ve Türkçe derslerinde öne çıkan bir öğrenci. Lakin Beden Eğitimi, Resim ve Müzik dersleri pek haz etmediği ve notlarının düşük olduğu derslerdir.

     İlk şiirini de yine ortaokul yıllarında, tatillerden birinde yazar. Kompozisyonları çok iyi olmakla beraber şiir yazmak ya da şair olmak aklından geçmez. Milletine ve yurduna yararlı olma düşüncesindedir. Ama bu hangi şekilde olacaktı? Onu pek düşünmez. Şiiri seviyordur. Şairleri takdir eder, ezberinde de birçok şiir vardır; gerek Divan Edebiyatından gerek sonrakilerden. Ama doğrusu şair olmak gibi bir arzusu yoktur. Belki de onları ve her alandaki büyükleri erişilemez zirvelerde görmekten kaynaklanan bir duygudur bu. Bilim yolunda hizmet gibi bir ideali vardır. İslâm’ı öğrenmek, onun için bir er gibi çalışmak diye de özetler bu durumu. Toplumu yeniden bütünüyle İslâm’a getirecek çalışmalar yasak olduğundan, böyle bir ideal ancak halis bir düşünceyle, samimi olmakla sahip olunabilecek bir fikirdir.

     İşte o da daha çok düşünce ve idealler planında yaşarken, Namık Kemal’in Ziya Gökalp’in yazılarında bile İslâm’a dokundukları yerleri ararken ve eski metinlerden bilhassa İslâm’la ilgili olanlarını okurken, Mehmed Âkif’i bu gözle candan severken, ilk kez yeni yeni çıkan dergilerde bu yönde bir kımıldanış gözlenirken, koyu umutsuzluk bulutunun açılıp kapandığını görüp duygular kaynaşmasını yaşarken, bir yaz tatilinde (ikinci sınıf ya da üçüncü sınıf) bir gün, bahçelerinde, hiç aklında yokken, gelen bir ilhamla şiir yazar. Kafiyeli vezinli dörtlüklerden oluşan bir şiirdir bu. 6-5 hece vezniyle yazmıştır. Ergani adlı ve konulu uzun bir şiir… En ufak bir zahmet çekmemiştir şiiri yazarken. Yaz mevsiminin ve Ergani Dağı’nın getirdiği bir ilhamdır bu. Hiç düzeltme yapmadan geldiği gibi kâğıda geçirmiştir. Kimseye göstermeden yırtıp atar.

     1947-1949: Maraş ortaokulundan mezun olur. Maraş’ta lise olmadığı için yine parasız yatılı olarak Gaziantep Lisesi’nde okumaya başlar. Gaziantep, Diyarbakır’ın, Maraş’ın onun ruhunda uyandırdığı coşkuyu, anaforu, uyandırmaz. O buna aldırmayarak, bir yandan derslerine ağırlık verirken bir yandan da yoğun bir biçimde kitapların gizilgüçlü dünyasında yol almayı sürdürür. Ders dışında bu kez, Batı edebiyatına açılır. Shakespeare’in bütün piyeslerini, Duhamel’in bazı eserlerini, Andre Gide’nin Dünya Nimetleri’ni, Werther’i ve daha birçok klasiği lise birden itibaren hızla okumaya başlar. Kitapları kütüphaneden alır ve kütüphaneden kitap istemeye çekinir genellikle. Kütüphane hep kapalıdır. Sanki kaçamak kitap alıyor gibi bir psikoloji içindedir.

     Edebiyat öğretmenleri, edebiyatı, şiiri ve hele hele Yahya Kemal’i çok seven bir hocadır. Üç yıl boyunca edebiyat derslerine o girer. Edebiyat hocası onu tanıdıktan sonra, üç yıl boyunca sözlü imtihan için hiç tahtaya kaldırmaz. Yazılı imtihanlarda da: “Sen çık, git gez.” dermiş. Ali Nihat Tarlan’ın hazırladığı Fuzuli Divanı çıkınca getirip ona da verirmiş, Karakoç da bir çırpıda okurmuş. Namık Kemal’i sınıfta anlatması için onu görevlendirir. Dört ders anlattırır fakat bitiremezmiş. Öğretmeni, “bu bitmeyecek, bu kadarı yeter” dermiş.

     Yine bu yıllarda, çıktığı sürece Büyük Doğu’yu izler. Maraş’ta henüz lise açılmamış olduğundan ortaokuldan bazı Maraşlı arkadaşları da Gaziantep Lisesi’ne okumaya gelmişlerdir. Onlara, Büyük Doğu’yu okumalarını telkin eder. Necip Fazıl’ın, hemşerileri olduğu için en çok kendilerinin izlemesi gerektiğini onlara anlatır. Büyük Doğu, onun gözünde İslâm’a dayanan yeni bir ideolojinin organıdır. Ona herkes bağlanmalıdır, diye düşünür.

     Ara sıra arkadaşlarla aralarında tartışmaları da olur ama bu pek büyümez. Bu tartışmalardan birinde bir arkadaşı, dayısında Büyük Doğu ciltlerinin olduğunu söyler. Ondan rica eder. Arkadaşının getirdiği Büyük Doğu’nun tanıdığı dönemden önceki sayılarını da okur. O sıralar hastalık sebebiyle revirde yatar ve günlerce dergi okur. Ayrıca, okulda yarı açık depo gibi bir yerde bir oda dolusu dergi keşfeder. O yılların ve daha önceki yılların edebiyat ve kültür dergileri. Ülkü, İnsan, Oluş, Varlık, İstanbul vb. dergiler. Birçok derginin koleksiyonunu orada karıştırma imkânını bulur. Ortaokuldayken de eski Sebîlürreşad’ları gözden geçirir.

     1949: Lise 2. sınıfta Büyük Doğu dergisinin üyelik çağrısına katılır ve kendisine Büyük Doğu üyelik kartı gönderilir.

     30 Kasım 1949: Mensur şiir olan ilk yazısı “Ana-Oğul”, Gaziantep’te çıkan Dernek dergisinde Mehmed Levendoğlu imzasıyla yayınlanır.

    17 Şubat 1950: İlk şiiri ise lise 3. sınıfta yayınlanır. Büyük Doğu’ya gönderdiği   “Sabır” şiiri, gönderilen 300 şiir arasından seçilerek Büyük Doğu’nun 17. sayısında Mehmed Levendoğlu imzasıyla yayınlanır.

     Yeri gelmişken, yaz aylarında çeşitli yerlerde kâtiplik gibi işlerde çalışarak kazandığı parayı babasına teslim ederek aile bütçesine katkıda bulunur.

     1950: Gaziantep Lisesi’nden mezun olur. Liseyi bitirince İstanbul’a gelir ve üniversiteye giriş başvurusunda bulunur. Üstad Necip Fazıl’ı da ziyaret eder. O yaz, ziyaretler ve görüşmeler devam eder. Ekim sonunda sınav sonuçları açıklanır, Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanır. Ankara’ya gider ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya başlar…