Çeviri denince ilk akla gelen şey bir dilden başka bir dile dönüşüm olsa da özünde her dil, kendi içinde de çevirme eylemine ihtiyaç duyar. Herhangi bir metni okurken öncelikle kendimize tercüme ederiz.
Selma Aksoy Türköz
Yazar-Çevirmen

Kelimeler bir dilin esasını oluşturur ve anlamı bina eder, bu binadaki kavram örgüsü ise dil ile ortaya çıkar. Her dilin kendi kavram örgüsünü anlamak, hakiki manaya ulaşmada esastır. Kelimelerin zihinlerde uyandırdığı kavramlar, kültürden kültüre değişiklik arz eder. Bu değişiklikte tarih, dünya görüşü, din gibi unsurlar rol oynamaktadır. “Tanışabilsinler diye”[1] boylara ve kabilelere ayrılan insanoğlu, konuştuğu farklı diller yoluyla bu tanışıklığı farklı zeminlerde yaşar. Bu zeminlerin esasında zihnî, ilmî ve kültürel kodlar yer alır.
Çeviri, bir dilde var olan eserin başka bir dile literal veya mana itibariyle sadece aktarımı olarak düşünülmemelidir. En genel manasıyla çeviri, başlı başına bir düşünce sisteminin başka bir düşünce sisteminde karşılığını bulabilmek ya da en azından ona yaklaşabilmek olarak değerlendirilebilir. Çeviri ince işçilik ve zanaat gerektiren bir dönüşüm sürecidir, bu dönüşümün gerçekleşmesinde sürecin tam olarak algılanamamasından kaynaklanan bazı problemlerle karşılaşılabilir. Ünlü dilbilimci J. Derrida’ya göre bir dil, başka bir dile çevrilirken mevcut olabilecek sorunların hali, bir dilin ya da metnin, başka bir dil ya da metne aktarımınından ziyade dönüşüm süreci olarak ele alınmasında yatar.”[2] Söz konusu bu dönüşüm süreci, bir kültürün diğer kültüre uyarlanmasını gerektirir ve transkreasyon olarak tarif edilir. Bu traskreasyonun gereği olarak kaynak dildeki mesaj, hedef dilin sosyal, kültürel özelliğine ve normlarına uygun yapılmalıdır. İşte o zaman metin başka bir dilde, başka bir kültürde, o kültürün bilinci dâhilinde yeniden inşa edilme sürecine girer. Bu inşa, temelde kaynak dile sadakatin ve hedef dilde yeniden imarın üzerine kuruludur. Burada kaynak dile sadakatin doğru değerlendirilmesi gerekir, motamot çeviriyle sonuçlanan türde olmamalıdır. Sadakat daha çok anlamsal ve bağlamsal düzeyde beraber yürütülür. Her iki dilde de metnin bilincinin verilmesinde elzem bir husus olarak görülebilir.
Bir dilin başka bir dilde yeniden inşa edilebilmesi imkân dahilinde ise de bu inşanın istenilen düzeyde gerçekleşip gerçekleşemeyeceği meselesi eskiden olduğu gibi bugün de çeviri dünyasında cevabı aranan soruların arasındadır. Bu meseleye öncelikle kendi dilimiz açısından yaklaşmak isteriz. Çeviri denince ilk akla gelen şey bir dilden başka bir dile dönüşüm olsa da özünde her dil, kendi içinde de çevirme eylemine ihtiyaç duyar. Herhangi bir metni okurken öncelikle kendimize tercüme ederiz. Her okuyucu başlıbaşına bir çevirmendir aslında. Okuma eylemi, okuduğunu anlama eylemi bir çevirmenlik işidir. Çünkü okuduğumuzu anlamazsak metinle bağ kuramayız ve metnin bizde karşılığı oluşmaz. Aynı toplumun farklı coğrafyalarında yaşayan insanlar arasında bile bazı ifadeler, dilsel ve sanatsal özellikler aynı şekilde anlaşılamaz; çünkü dil, o toplumun farklı yerlerinde aynı kodları taşımayabilir. O hâlde aynı dili, aynı kültürel kodlarla konuşmazken farklı dilleri farklı kültürel kodlarla analiz etmezsek nasıl bir çeviriden söz edebiliriz? Bu kıstas gözetilmeden yapılan çevirilerde ortaya çıkan ürünün sıhhati tartışmaya açılmış olmaz mı?
Söz söylerken, kendimizi anlatırken bir hikâye kurarız, bir hükümde bulunuruz. Eskilerde kullanılan ‘tercüme-i hâl’ ifadesini hatırlayalım. Bugün ‘özgeçmiş ya da biyografi’ olarak ifade edebileceğimiz bu kelimenin orijinalinde bir hâl tercümesinin yattığını görüyoruz. Demek ki biz hâlimizi kendimize tercüme ediyoruz. İnsan esasen her şeyi kendine tercüme eder. Mesela metinle, eşyayla veya tabiatla kurduğumuz ilişki bir çeşit tercüme ilişkisidir. Bir okur olarak edebiyatla kurulan basit ilişki de bundan farklı değildir. Metni okurken aslında kendimize tercüme ederiz. Bu, başka bir dilden yapılan tercümeye benzer. Birkaç dil bilen bir kişi için ana dilinden veya başka dillerden okudukları arasında fark yoktur. O kişi, metni hem ana dilinde hem başka dillerde kendine tercüme eder esasında. Bu tercüme, algının ilk basamağını oluşturur.
Başta kendimizi, sonrasında kendimiz dışındaki bir şeyi algılayabilmek için önce onu anlamamız gerekir. Anlamanın hemen öncesinde yer alan tercüme faaliyeti, kişi ile şey ya da şeyler arasında bir ülfet tesis eder, onları birbirine yaklaştırır. Belirttiğimiz üzere çeviri, anlaşılamayanın anlaşılmasını, müphem olanın bilinir, görünür hâle gelmesini sağlayan yeni bir inşa, yeniden bir inşa faaliyetir. Bu inşadaki hikmet teliftir, ülfetin tesisidir. Bu telifin oluşmadığı yani hangi dilde olursa olsun ülfetin tesis edilemediği tüm çeviriler eksiktir. Mesela bugünün teknolojisinde çevirileri yapay zekalar çok kolay ve hızlı yapabiliyor ama bir tarafı hep eksik kalıyor. Yapay zekaların yaptığı, gramer ve dil bilgisi açısından ideal olabilse de kültürel kodların atlandığı, her iki dilin normlarının gözetilemediği bu kabil çeviriler, başarısız olmaktan öteye gidemiyor, ortaya ruhsuz, bağlamsız hatta bazen gülünç çeviriler çıkabiliyor. Zaten metnin çevrilemeyen yanını da bu kültürel kodlar ve bunların gözetilmesi neticesinde tesis edilebilen ülfet kısmı oluşturuyor. Bu ülfet her ne kadar tam olarak tesis edilemese de çevirmenin yetkinliği ve sürece hakimiyetiyle ideal çevirilere ulaşılabiliyor.
Bir metnin asla tamamen çevrilemez, ulaşılamayan bir yanı hep vardır. Konuyu üst anlatılar açısından ele alacak olursak lafzî ve tefsiri olarak iki başlık altında incelenen kutsal kitap çevirilerinin tüm mana ve kastıyla başka dile tam olarak yapılamayacağı kabul edilir. Kur’ân-ı Kerim’in çevirilerine bu yüzden ‘meal’ ismi verilir. Aynı durum şiir için de geçerlidir. Ünlü edebiyat şahsiyetlerinden Cahız, bir edebi tür olarak şiirin çevrilemeyeceğini ifade ederken, özellikle Arap şiirinin çeviriye konu bile olmaması yönünde görüş bildirmiştir.[3] Edebi dünyada şiirin çevrilemeyeceği çünkü ondaki esasın anlam değil ses olduğunu ifade eden görüşler mevcuttur. Şiirin iddiası anlam üzerine değil, tını ve ses üzerine kuruludur. Gerçi bugünkü öykü anlayışında anlamın geriye çekilip biçimin öne çıktığı çalışmaları okuduğumuzda şiir gibi onların da çevrilemeyeceğini söyleyebiliriz. Postmodern anlamda öykü, bugün geldiği yer açısından biçimin öncelendiği metinler olarak çıkar karşımıza ve bu metinlerin bırakın başka dile çevrilmesini, kendi dilinde tercümeye ihtiyacı olduğu açıktır. O hâlde anlam çoğunlukla çevrilebilse de biçim çeviriye konu bile olamaz, denilebilir. Biçimin ne olduğuna netlik kazandırmak gerekirse, biçim, tema ve içerikten sonra geriye kalan her şeydir; dilin kullanımı, kelimelerin seçimi ve yerindeliği de biçime dâhildir. Mesela Ulysses’i ele alalım. Bu gibi metinler tam olarak çevrilemez, çünkü aşırı biçimseldir, kelime oyunları çok fazladır, farklı dillerden heceler yan yana getirilerek yeni kelimeler, yeni bir terminoloji oluşturulmuştur. Yazılışları farklı ama telaffuzları aynı kelimeler birbirinin yerine kullanılarak bir çeşit akıl oyunları yapılmıştır. Bu tür eserlerde kastedilen anlamla, okuyucuya tercüme edilen anlam aynı olmayabilir. Zaten bu yüzden Ulysses çevirileri özel sözlük ve şerhleriyle beraber yayımlanıyor. Aslında bir çeşit tefsir çalışması yapılmaya çalışılıyor çünkü bu tür eserlerde çeviri, öncesinde anlama, sonrasında yorumlamayla devam eden çift yönlü bir sürece dönüşüyor.
“Sözü, sözden haberi olmayana ulaştırmak; bîhaber olan kişiyi haberdar etmek”[4] şeklinde ifade edilebilen çevirinin, özünde bir iletişim şekli olduğunun altını çizmek isteriz. Bu iletişim, yerli ve yabancı kültürler arasında, o kültürlere özgü kodlarla ilerler. İnsanlar ‘tanışıp, anlaşabilmek’ için yazılı ve sözlü mecralarda kendi dilsel algılarını kullanarak iletişim içinde olmaya devam etmektedirler, nihayetinde dil, bir algılayış biçimidir.
[1] Kur’an Meali (Erişim 18 Aralık 2021), el- Hucurat 49/13.
[2] J. Derrida, “Des Tours de Babel” in J.F. Graham (ed.) Difference in Translation, (NY: Ithaka, Cornell Universty Press, 1985), 21.
[3] Ebu Osman Amr Bin Bahr el-Câhız, Kitabul- Hayavân, thk. Abdusselâm M. Hârun, (Beyrrut: Dâru’l Kutubu’l İlmiyye, 1998), 1/53.
[4] Muhammed Abdülazim ez-Zerkani, Menahilu’l-İrfan fî Ulumi’l-Kur’ân, (Lübnan:Dâru’l-Fikr, 1996), II/79.