Bütün mesele mânâsını kaybeden maneviyatta, kutsiyetini yitiren mukaddesatta ve hafızası çöken muhafazakârlıkta odaklanmaktadır.
Hüseyin AKIN
Şair-Yazar

Lise birinci sınıf, herkes gibi benim de kafamdan çekilip bir belirsizliğe doğru sürüklendiğim yılların başlangıcını teşkil ediyordu. Bakınız hâlâ “oluşturuyordu” yerine “teşkil ediyordu” diyorum. Ne Türkçe biliyorduk o yıllar ne Arapça ne de herhangi bir yabancı dil. Anlayacağınız Anadolu’dan İstanbul’a doğru giden göç katarına takılmış kafileden biri olarak kendi dilimin de yabancısıydım. Dil bizim muhafazakâr ortamlarımızda hiçbir zaman önemli bir mesele olarak görülmemişti. Hatta ne vakit böyle bir mesele zihnimizde depreşirse, ümmet çizgisinden kayma endişesiyle bize kendimizden şüphelenmek gerektiği telkin edilmişti.
Arapça o kadar kutsal bir dildi ki (cennette de bu dili konuşacaktık) yanına bile yaklaşamıyorduk. Muhafazakâr, mukaddesatçı ortamlarda kutsal olanın yakalanamazlığı, ifade edilemezliği ve kavranamazlığı diye bir şey vardı. Tanrı kelimesini kalabalık içerisinde söylemeye çekinir Allah’a “Tanrım” diye hitap etme ihtiyacını kendi yalnızlığımızda tek başına kaldığımız zaman gidermeye çalışırdık. Dil öğrenilmezliğini çok erken yaşta kavramıştık. Sürekli fiil çekimi yapmayı virt edinmiştik: Ketebe, keteba, ketebu, ketebet, ketebeta, ketebne…Arapça daha o yıllarda bana çektikçe uzayan bir şey gibi gelmişti. Hocalarımızda ne Kur’an’ın anlamını öğretme heyecanını görebiliyorduk ne de bir dili adam gibi öğrenebileceğimize dair güven verip ümit aşılayan bir cümleyi. Nasıl olsa ana dilimiz vardı, kimimiz Bayburt, kimimiz Siirt ve Batman, bazılarımız da Karadeniz şivesiyle de olsa derdini anlatacak düzeyde Türkçe biliyordu. Daha fazlası maazallah Türkçülük, ırkçılık falan olurdu.
Ne denli kırık dökük aksanla konuşursak o denli ümmet bilincine yakın olduğumuzu ortaya koymuş oluyorduk(!) Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi edebiyatçı yazarlar sanki daha dünyaya gelmemiş gibi yoktular. Bu yazarlar dünyaya gelseler bile bizim dünyamıza gelmiş değillerdi. Mısır, Pakistan, İran, Cezayir, Suriye mahreçli (bakın yine köken ya da orijin demedim) yazarların Türkçeye çevrilen eserleriyle iktifa ediyor, diğer bir tabirle yetiniyorduk. Din ile dil arasındaki geçişliliğin farkında bile değildik. Hangi dil olursa olsun dil çeşitliliğinin yaratıcının yaratma hikmetini çözmemiz için bir ayet (iz, işaret) olduğunu nice sonra fark ettik: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.) Farklı diller farklı millet ve ümmetler gibi yaratışın ihtişamını içinde barındırırlar. Aynı zamanda bir nimet ve ilahi bir lütuftur dil. Şu ayetlere içimize doğru eğilerek bakalım: “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.” (İbrahim, 14/4), (‘Ey Muhammed! Biz, Allah’a karşı gelmekten sakınanları Kur’an ile müjdeleyesin, inat eden bir topluluğu da uyarasın diye, onu senin dilin ile (indirip) kolaylaştırdık.’ (Meryem, 19/97)
Bu ayetlerde dilin mesajı, muhataba en güçlü ve en anlaşılır biçimde ulaştırmakta vasıta olduğu anlatılmaktadır. Aynı zamanda dil kolaylaştırıcı bir unsurdur. Modern zamanlarda dil ile kalp ve dil ile kafa arasındaki rabıta, kesintiye uğradığından dilden sadır olan sözün müessir gücü zayıflamış ve dil tıkanıklığa maruz kalmıştır. Onun içindir ki dil şimdilerde iletişimden ziyade iletişimsizliğe sebep olan bir enstrümandır. Yukarıda mevzuya kapı araladığım liseli yıllarımın başında dil ile münasebetim dilin kıyısında ona koruculuk yapıp gerektiğinde methiyeler düzmekten ibaretti. Türkçe içine doğduğumuz, Arapça içinde debelendiğimiz, İngilizce ise içinden çıkamadığımız bir dildi. Bu ahvâl ve şerait ile (bakın yine durum ve koşullar demedim) ömrümün on beşinci yaşında defterimin bir kenarına şunları yazmıştım:
“Örnek, yanıt, sorunlar, olasılık, ivedi/ olanaklar, bilinçler, karmaşık bir melodi/ Dut ağacında kestane, söğüt dalında yemiş/ Kimisi talep etmiş, kimileri istemiş/ Gebe kalmadan doğum bilemem nasıl iştir/ Gömüt kabirden doğmuş altı aylık bir P.çtir. / Cinsimize el konmuş, ardından cinsel doğmuş/ Dinimize el konup o dahi dinsel olmuş” Bu minval üzere sürüp giden şiirin sonu “Hay senin şu dilini eşek arısı soksun!” şeklinde bitiyordu.
Aslında benim o yaşlarda türlü etkileşimlerle yazdığım bu dizeleri daha öz ve daha vurucu biçimde Cemil Meriç üstadımızın söylediğini yıllar sonra öğrenecektim: “Kamusa uzanan el namusa uzanan eldir.” Kamusla namus arasındaki ilginin bir milletin zihnini boşaltılması ile alakalı bir felaketin anlatımı olduğunu da anlamakta gecikmedim. Fakat sözcükler arasında (bu sefer “kelime” demedim) hangisi dokumuza ve kokumuza uygun hangisi değil hiçbirimiz bunu kestirebilecek durumda değildik. D. Mehmet Doğan ağabeyin ifadesiyle “Türkçe düşünmek, Türkçeyi düşünmek” safhasına geçebilmemiz için daha çok mesafe almamız gerekiyordu. Arapça düşünerek istikamet belirlememiz mümkün müydü gerçekten? İkide bir şerit değiştirmemiz yetmiyormuş gibi yön değiştirmeye (Şimdi de istikamet kelimesinin yerine yön dedim) kalkmamızdan anlaşılıyor ki Arapça bizi ne Arap yapıyor ne de Türk. En önemlisi vaat etmesine rağmen kimseyi ümmet de kılmıyordu.
Yaşadığımız anlam kargaşasının sebebi aslında yakalandığımız dil anaforundan başka bir şey değildi. Ludwig Witgenstein ve Heidegger geçti anlam dünyamıza sürünerek, gençliğimizin olgunluk yaşımızla buluştuğu noktada. Martin Heidegger kulağımıza çok hoş gelen bir aforizma ile “dil varlığın evidir-die sprache ist das haus des seins” demişti. Dil meselesinin din sorunsalından çok da ayrı bir şey olmadığını ilk o zaman fark etmiştik. Sonra dile getiremediğimiz şeylerin düğümünü çözmek iddiasıyla Ludwig Wittgenstein gelip şu sözüyle tam göğüs kafesimizin üstüne oturmuştu: “Söylenebilir ne varsa, açıkça söylenebilir; üzerinde konuşulamayan konusunda da susmalı.”
Galiba biz Wittgenstein üstadın bu sözünü öğüt belleyip üzerinde konuşulamayan bir sürü şey konusunda susmayı tercih etmiştik. Böylelikle suskunun dili konuşmanın dilini geride bırakmıştı. Hatta muhafazakâr bir tavır olarak bir adım daha ileri giderek konuşurken bile susuyorduk. Kelimeleri kullanarak susmak bir tür hiçbir şey söylememekti. Benim oturduğum mahallede insanlar uzun süre bunu yaptılar. Allahtan ki beden dilleri kafa dillerinden daha anlaşılır olup itirafa yakın durduğundan ne demek istediklerini bir süre sonra anlamakta gecikmedik.
Alfabede hiçbir kuşak türüyle izah edilemeyen benim de içinde bulunduğum kuşak dinde yaşadığı çıkmazları ve açmazları dilde yaşayan kuşaktı. Dilimizin çarkı dönmediği için dinimizin şaftı da kayıyordu. İslam’ın temel kaynaklarını anlamaya hazır bir idrak geliştiremediğimizden din dili de bu konuda işe yaramıyordu. Dinde iki cami arasında beynamaz görüntüsü dilde mekteple-okul ya da okul ile medrese arasında cahil manzarasıyla örtüşüyordu. Halbuki insan dilinin döndüğünce ne insan ne de Müslüman olur. Ancak ve ancak insan gönlünün ve idrakinin nispetince hem Müslüman hem de insandır. Anlamın berhava olduğu bir dünyada kelimelerin ve dilin de bir cümleye vasıl olacak mecali kalmayacaktır. Bütün mesele mânâsını kaybeden maneviyatta, kutsiyetini yitiren mukaddesatta ve hafızası çöken muhafazakârlıkta odaklanmaktadır. Zira savaşı kesmek yerine başlar kestiren, zehirli aşı yağlı ballı aşa çevirmek yerine yağlı ballı aşı ağulu aşa dönüştüren dilin ekseninden kaymasıdır yaşadığımız.
Hangi dile çevirsek yine de dile gelmeyen bir şey var; işte o!