Endülüs’e Son(suz) Bakış

Endülüs büyük bir medeniyetin sesi, ilmin ve sanatın serpilişi, büyük doğumların ve büyük acıların tanığı! Geçmiş zamanlardan kalma aydınlığın ışıttığı kubbede İslam’ın hasretle yoğrulan nuru ve o nurun dokunduğu aynalar, aynalarda akslar. Her yansımada Endülülüs’ün selamı tarihten gelen, içimizde büyüyen.

Firuze YİĞİT

          “Gün doğmadan” diyeceğim gözlerim doluyor.[1] Cebelitarık’ın suretini buğulayan sis, bir yorgunluk gibi çöküyor kirpiklerimize gün henüz doğmadan. Tüm yolculuklarımız gün doğmadan başlamamış mıydı, Endülüs’e gelişimiz dahi. Öyleyse niçindi bu ağırlık, fetih şuurunun ağırlığı mıydı Tarık bin Ziyad’ın omuzlarından yükselerek uzanıp gelen? Bu duyuş ve düşüş; dağın eteklerine parça parça bulutların, bir fikrin karmaşık hislere tesadüfüydü. Bunu, gönlümü yerle bir eden Endülüs’ün kalbinde anlayacaktım.

          Sevilla’da ya da benim tercihimle İşbiliye’de – nedense İşbiliye fonetik olarak daha mistik geliyor- birinci durağımız İber-Amerikan Exposu için inşa edilen Plaza de Espana. Burası müdeccen mimarinin örneğini gördüğümüz ilk yer olması bakımından önemli bir meydan. At nalı kemerler ve geometrik desenler bize ileride şahit olacağımız mimari yapıların mükemmelliğini fısıldıyor. Daha sonra rehberimizin deyişiyle Giralda minaresine geliyoruz. Endülüs’te ilk defa minare göreceğim için çok heyecanlıyım. Müslüman coğrafyada yaşamanın alışkanlığıyla gayriihtiyarî “ezan okundu mu” diye geçiriyorum içimden, başımı kulenin en tepesine kaldırırken. Hayallerime ket vuran çan sesiyle irkiliyorum. Nereden bilebilirdim Muvahhidler döneminden kalma bu heybetli minarenin üstüne çan konulduğunu. En büyük hayal kırıklığımın bu olacağını sanarak kendimi İşbiliye’nin dar ve çiçekli sokaklarına atıveriyorum. Ortası havuzlu mekânlarıyla Alkazar Sarayı, limon ve portakal kokusuyla avluyu donatıyor. Her ne kadar saray Kastilya-Leon kralı Zalim  I. Pedro  için yapılsa da taşlara şekil veren el Müslüman olunca, İslam mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak görenleri mest ediyor. Akşamüzeri, nehir kenarında gözcülük yapan Altın Kule’yi selamlayarak şehre veda ediyoruz.

          Kurtuba’da İbn Hazm, İbn Rüşd ve Maimonides’in heykellerine bakarken Garaudy’nin ‘Endülüs’te İslam & Düşüncenin Başkenti Kurtuba’ kitabı hatırıma geldi. Kurtubayı düşüncenin başkenti yapan salt sahip olduğu cevher değildi, o cevherin neşvünema bulması için gerekli iklim bizzat yöneticiler tarafından sağlanıyor ve destekleniyordu. Bunun en bariz göstergesi Endülüs Emevi halifesi II. Hakem’in yaptırdığı kütüphanede 400.000 kitabın bulunmasıydı.

          İlmin aydınlattığı yolu adımlayarak Guadalquivir üzerinden Kurtuba Ulucami’ne ulaşıyoruz. I. Abdurrahman’ın yapımına 786’da başladığı ve zaman içinde kapasitesini artırmak amacıyla yapılan eklemeler sonucu orijinal halinden oldukça farklılaşan bu eser İslam medeniyetinin en büyük üçüncü camisi olma özelliğine sahip. Mimari yapısını daha iyi anlayabilmek için tam ortasındaki 16.yüzyılda Rönesans üslubuyla yapılan Katedralin varlığına perde çekerek başlıyoruz. Sütun üstünde sütun, kemer üstünde kemer; kırmızı beyaz renkler çıkıp birbirinden iç içe girer. Ve çift katlı kemerler ardında oymalı mermer mihrap; loş ışıklar ardında harikulade tezyinat. Gün ışığını kesecek şekilde eklenen Katedral, mihrabı teknik olarak karanlıkta bıraksa da bu müstesna mihrap, mozaikler ve altın yaldızıyla tüm ilgiyi üzerine çekiyor. Katedralin beyaz mermerlerinden fışkıran, ışık almasın diye kısılan gözler, burada huzura açılıyor birer birer…

          Mihrabın üzerindeki kufi hattan uzanır yedi kat göğe bitki motifleri ve devam eder salınarak merkezden mukarnaslar üzerinde yükselen kubbede. İhtişamıyla büyülendiğimiz kemer ve sütunların ardında zarafete açılan kapıdır bu ve kubbe ki gök kubbeden daha fazlası; yol olur maveraya sessiz sedasız. Varlıkta ise bir kilit, mihrabın önünde demirler, birkaç metre berisinde. Biz, fotoğraf çekerken turistler gibi, öz varlığımın nişanesi; secdesiz ve duasız, öyle mahzun geldi ki bilemedim o muydu mahzun olan ben mi. Diz çöküp bağrında Arş-ı Alaya uzanmayan el de biçare, içini dökemeyen dil de. Zamanın durmasını istediğim nadir vakitlerden biriydi mihraba teslim olurken gözlerim, dursun istedim yelkovan, bıraksın akrebin peşini, bıraksın meşgaleyi, buradan çıkıp da yapılacak işleri…

          Olmadı elbet, ardımda gönül yaram… Gırnataya doğru yola çıktık. Endülüs’ün göz alabildiğince uzanan zeytinliklerinin arasına karışmak istedim, yoruluncaya dek koşmak, el değmemiş olana sığınmak ve birinin altında uyuya kalmak. Belki o zaman Kurtuba’nın çinilerine uyanırdım ezanla parlayan, belki o zaman diriliş nesline kavuşurdum saf tutan… Olmadı elbet, bana Kurtuba’dan hicran ve gözyaşı kaldı.

          Endülüs’te son günümüz. İslam’ın buradaki son kalesi: Gırnata, moriskoların son yurdu. Ve İslam mimarisinin zirve çizgisindeki saray. Elhamra’yı muhakkak bir de gece görmeli. Gündüzden geceye neler sığmadı ki… Sarayın günümüzde mevcut olan bölümleri I. Yusuf ve V. Muhammed tarafından yaptırılmış. Birbiriyle bağlantılı sayısız salonların açıldığı avlular yeşille dinlenirken saraya adını veren ‘el-hamra(kırmızı)’ sıfatının her türlü tonlamasını meşk ediyor gözlerimiz. Nakış ve yontuların kuşattığı duvarlar bu hareketlilikle asla yormuyor bilakis o sonsuz beyazlık ruhumuzu dinlendiriyor. Beyazda kaybolan renk yelpazesini taçlandıran o naif nakış; “لَا غَالِبَ إِلَّا اللَّهُ”. Sanıyorum başka bir mekân yoktur ki Allah adını bu kadar zikretsin. Allah’tan başka galip olmadığını tüm dünya milletlerine haykıran bu efsunlu saray, üzerinde görkemi ve inceliği taşırken bir yandan da bize ölümü fısıldıyor. Avludaki havuzlara yansıyor o muazzam saray. Suya aksediyor kâinat; pürüzsüz bir görüntünün dalgalarda süzülüşünü izliyoruz. O sırada  Cennet’ül Arif’ten gül kokuları geliyor burnumuza. Notalarla buluşması gibi envai çeşit rengin, hayat bulması bu nadide çiçeklerin… Küçük havuzlarda şakırdayan su ve gül kanadında Elhamra, güneşin aydınlığını ödünç verdiği kırmızı çiçekler, selama durmuş emaneti bekler! Nice şahitlikleri vardı şu saçılan tohumların, şu açılıp kapanan tarihe. Ve şahit olsundu kalbimi Endülüs’te bıraktığıma.

          Endülüs büyük bir medeniyetin sesi, ilmin ve sanatın serpilişi, büyük doğumların ve büyük acıların tanığı! Geçmiş zamanlardan kalma aydınlığın ışıttığı kubbede İslam’ın hasretle yoğrulan nuru ve o nurun dokunduğu aynalar, aynalarda akslar. Her yansımada Endülülüs’ün selamı tarihten gelen, içimizde büyüyen.

          Endülüs’e son bakış ve veda… Bir ekim akşamı, rüzgârın hafif esintisiyle kıpırdayan ışıklar Elhamra’nın duvarında yeniden doğmaktalar. O doğuşta boyanır varlık yokluğun rengine, kapılmadan varlığın vehmine, ümidi saklı tutup bu topraklar üstüne, biliyorum ki bir gün…


[1] Sezai Karakoç Rabbine kavuşalı dört gün oluyor.