Sezai Karakoç’un “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirine alımlama estetiği penceresinden baktığımızda ötesi söylenmeyerek bırakılan mana alanlarıyla karşılaşırız. Fakat bunlar şairin yok sayılıp okurun rahatça at oynatacağı meydanlar değildir.
A. Ali URAL
Yazar

Maç bitmeden oyuncuları kenara alıp tribündeki seyirciyi sahaya indiriyor edebiyat hakemleri. Birdenbire seyircilikten oyunculuğa terfi ediyor okurlar. Çünkü onlara “Bir edebiyat eserinin anlamı metnin içinde hazır olarak beklemez, ipuçlarından hareketle okur kendi anlamını arar,” denmiştir. Bu yeni oyunculara arayışlarında tecrübe, bilgi, birikim ve beklentileri eşlik edecek. Anlam aramak, hazine aramak kadar zor ve heyecanlıdır çünkü. Her işaret kıymetli, her esinti cevherdir. Okur, yazarı, edebi metni ve o metnin oluştuğu ortamı tanımak bu “alımlama edebiyat üçgeni”nde rotasını bulmak zorundadır. Olay, karakter, zaman ve mekân sis içindedir ve okur bu muğlak alanlara bir bir kendi fenerinin ışığını düşürecektir. Pasif okurluk bitmiş aktif okurluğun bayrağı dalgalanmaya başlamıştır.
Alımlama estetiği, metnin değerlendirilmesinde okuru merkeze taşıyan bir edebiyat kuramı. Almanya’da Konstanz Üniversite’sinde temelleri atılan, Wolfgang Iser, Hans Robert Jauss, Stanley Fish tarafından geliştirilen bu kurama göre bir edebi metin yazarın çizdiği sınırların ötesinde anlamlar taşıyabiliyor, onun bilerek ya da istemsizce bıraktığı boşluklar okurun muhayyilesi tarafından doldurulabiliyor. Edebi metni mutlak gerçeklik olarak nitelemiyor alımlama estetiği. Okurla yapılan bir anlam alışverişinden söz ediyor. Bu açıdan baktığımızda edebi eser gerçek içinde yeni bir gerçeklik oluşturuyor deyip noktayı koyamıyoruz. Bir adım daha atarak üçüncü boyuta okurun aktif olduğu alana geçiyoruz. Üç gerçeklik iç içe bu kuramda: Hayatın, eserin ve okurun gerçekliği.
Umberto Eco, “Okur, kendi dünyası içinde taşıdığı birikim kaynaklarıyla metinle temasa geçecek, onunla kendi iç dünyası arasında yaşanan sürçmeyle metin üzerinden alımlamalara başlayacaktır,” diyerek gerçekler arasındaki bu geçişkenliğe işaret etmekte, Roland Barthes daha ileri giderek okurun doğuşunu yazarın ölümüne yani okurun dizginleri ele geçirmesine bağlamaktadır. Okurun doğuşuyla birlikte anlam egemenliğinin okura geçtiği fikrini savunan Barthes, anlam inşasında yazar- okuyucu eşitliğinden söz etmektedir.
Sezai Karakoç’un “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirine alımlama estetiği penceresinden baktığımızda ötesi söylenmeyerek bırakılan mana alanlarıyla karşılaşırız. Fakat bunlar şairin yok sayılıp okurun rahatça at oynatacağı meydanlar değildir. Wolfgang Iser’in “metnin işaretleri” dediği sınırlarla çevrilidir bu alanlar ve şairin anlam tapusu dâhilindedir. Şair metnin somutlaştırılmasını okura bırakarak gerilimin çıtasını yükseltmektedir. Keşfetme heyecanını okura bırakmak yalnız cömertlik değil bilgeliktir de. Şairin söylemesi kadar büyüktür susması. Bu suskunluktan doğan fırtınayla yükselir şiir. Bir intikam rüzgârı olarak uğultuyla eser emperyalistlerin üzerinde.
Bu fırtınanın sözcülüğünü on yaşında bir kız çocuğuna verir Sezai Karakoç. Çocuk sözü kolay kolay karşı çıkılabilecek bir söz değildir çünkü. Masumiyetin ve duruluğun dilidir. Gözlerini önce evlerinin çatısına çevirir çocuk ve “Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor,” der. Böyle başlar şiir. Böyle başlar yağmur ve şiir boyunca yağmaya devam eder. Masumlar için yağmaktadır, Tunus’un işgaline karşı yağmaktadır. “Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı,” diyor çocuk şiirin bir yerinde, bir başka yerinde “Yağmur bizim için yağıyor,” diyerek rahmeti sezdiriyor. Yağmur bir anda yağmurdan fazla bir şey oluyor.
“Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz,” ikinci mısraı şiirin. “Biliyorsunuz,” demek belki de “Biliyor musunuz?” anlamı içeriyor. Demek ki evin tahtadan olduğunu bilmek önemli. Ahşap bir evden fazlası demek ki ahşap bir ev. Hem ıslansa da yanabilen tahtalar vardır. “Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır/Suyun içinde gürül gürül yanan,” diyor çocuk. İstediğimizde bu evi ateşe verebiliriz, demek istiyor belki de. Bu yüzden çalı çırpı toplayıp bekçi Halil’in kız kardeşinin oğluna ait arsadaki yıkık bir duvarın iç tarafına saklıyor. Hiç kimsenin bunu bilmesi mümkün değildir. Hele “Bay Yabancı”nın. İmkân ve ihtimal dâhilinde değildir olanı ve olacakları tahmin etmesi.
Ellerine bakıyor çocuk. “Yabancı”nın sevgilisininki gibi ince uzun parmakları yok. Narin olmasa da marifetli parmaklardır bunlar. Çalı toplamasını bildikleri gibi zamanı gelince o çalıları tutuşturmayı da bilirler. Çocuk aklından geçenlerin sezilmesinden korkarak konuyu değiştiriyor birden. Anne babasına zarar vermemeli yabancılar. “Annemi babamı karıştırmayın işin içine/İnanmazsınız ama onların şuncacık/ Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok,” diyor. Neyle alakaları olması onları tehlikeye atar söylemiyor bunu. Hemen arkasından öfkesini haykırıyor “Yabancı” ya: “Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar.” Çocukça bir ifade bu. “Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor,” diyerek o masum tepkiyi belirginleştiriyor. Ali kardeşi küçük kızın. O bile def olup gitmelerini istiyorsa yabancıların, burada kalmaları mümkün değil. Sonra o müthiş soruyu yöneltiyor Tunuslu kız: “Hâlbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?” Bu bir soru değil. “Siz insanı öldürürsünüz,” diyor aslında.
Şiir burada emperyalizm karşıtı bir manifestoya dönüşüyor. Çocuğun ağzından yeri göğü inletiyor şair: “Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz!” Topyekûn bir arınma isteği bu. “Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi/Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de” diye devam ediyor fırtına. Hiçbir iz kalmamalı onlardan. Onları hatırlatacak hiçbir şey. Bu sözlerden sonra fırtına duruluyor birden. Söylemek istediği bir şeyler daha var çocuğun fakat bağırarak söyleyemez onları. Utanır yüksek sesle söylemekten. İki defa ricada bulunur “Bay Yabancı”dan; öfkesi bastırılmış bir ricadır bu: “Yalvararak isteyeceğim”
Tunuslu kızın yalvararak istediği kirli çamaşırların tahta döşemelerin üzerinde bırakılmamasıdır. “Kirli çamaşırlar,” hem orada işlenen bireysel günahın, hem dünyanın bütün zeminlerinde işlenen toplumsal günahların kalıntısı. Bu ricada bulunurken “Medeni Adam” diyor küçük kız, “Medeniyetsiz Adam” anlamında. “Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem,” diyerek rahatsız olduğu bir tanıklığı sezdirmeye çalışıyor. Bu elbiselerden bir an önce arındırılması gerekiyor evin. Kardeşi Ali’nin yabancının gömleğini giyme ihtimalinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Gelecek nesilleri korumak gerekiyor çünkü. Gömlek gömlekten daha fazla bir anlama geliyor çünkü. Tam burada “Yabancı”nın kimliğini deşifre ediyor Tunuslu kız “Bay Fransız” diyerek. “Bay Yabancı”nın gömleğini giymek şöyle dursun onun kadını “Matmazel Nikol”un etekleri kıvrım kıvrım olan kırmızı ipek gömleğini bile giymek istemediğini haykırıyor. Ne kadar cazip görünse de giymeyecek o gömleği.
Evin tahtadan olduğunun bir kez daha hatırlatılması gerekiyor burada. “Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan,” denilerek kibritle ahşap ev arasında bir ilinti kuruluyor. Ve meydan okuyor Tunuslu kız “Yabancı”ya. Babamı tutuklamanızdan korkmasam gösteririm size gününüzü, diyor. Bir çocuk pekâlâ bir ağacın tepesine çıkabilir düşmanlarla baş etmek için. Hatta iki çocuk uyuduktan sonra odasına süzülebilir “Bay Yabancı”nın. Bunu ispatlayabileceğini söylüyor Tunus’lu kız. “Anlayabileceğinizi umarım,” diyerek adeta diplomatik bir dil kullanıyor bu tehdidi yaparken.
On yaşında olsa da nihayetinde bir kızdır şiirin öznesi. “Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya/ Beyaz ve yumuşak/Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var,” diyerek “Bay Yabancı”nın sevgilisini aldattığı kadını betimliyor biraz da kadınsı bir bakışla. “Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz,” diyerek gayrı meşru bir ilişkiye tanık olduklarını sezdiriyor önce. Sonra “Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz/ Siz bizi görmüyordunuz/ Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk” diyerek ilan ediyor bu şahitliği. Nihayet şiirin tam burasında o sarsıcı cümleyi söylüyor: “Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı” Ötesini söylemeyerek ötesini söylüyor böylece.
“Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım” diyor çocuk, büyüdüğünü, küçümsenmemesi gerektiğini ima ederek. Annesi böyle konuştuğu için ayıplasa da kızını sözü geçen kadın için “Şeytan” sıfatını kullanmakta bir mahzur görmüyor. Nitekim evin kedileri de kadını gördüklerinde tuhaflaşıyorlar. O zaman sırasıdır soru sormanın: “Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı/ Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz” Hedefte bir kadın var gibi görünse de aslında “Bay Yabancı”nın şeytanla yakınlığını ilan ediyor çocuk.
Çocuk Tunuslu kadınlarla Avrupalı kadınları yan yana getiriyor hayalinde ve “Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel,” deyiveriyor. Fakat güzellikten başka meziyetler de olduğunu hatırlayıp: “Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç,” diye toparlıyor düşüncesini. O güzel kadının evlerine uğramadığını, yağmurun onu deliğinden çıkarmadığını da ilave ediyor sözüne bir yılan iması yaparak. Yağmuru sevdiğini söylüyor çocuk, yabancının ıslak saçlarını değil. Sonra gerekçesini açıklıyor bunun: “Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum/Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız/Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız” Bu aslında Avrupalıların söylemi. Onlar siyah ve kıvırcık saçlı insanları sevmiyorlar. “Kara kafa” diyorlar onlara. Şair ters yüz ediyor bu söylemi, karşılarına onların diliyle konuşan bir çocuk çıkarıyor.
“Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor,” diyerek onların sevgisine ihtiyacı olmadığını vurguluyor küçük kız. “Sizin o kadını sevmiyor Süleyman/Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor/Ben de onu seviyorum,” diyerek üzerine doğrultulan silahın namlusunu silah sahibine çeviriyor. Sonra tekrar sözü eve getiriyor küçük kız. “Onu ve bizim evi seviyorum.” İki sevgiyi harmanlıyor gururla. Ev diyecek ki tekrar evde olabileceklere dikkati çekebilsin. “Bizim evin her tarafı tahtadandır” büyük bir tehdit içeriyor. İkinci bir tehdit geliyor arkasından bunun: “Ayrıca matmazelin üzerine/Bir akrep atabileceğimi de düşünün.” Ancak bir çocuk kurabilir bu cümleyi. Ancak bir çocuk “Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz/Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar,” diyerek düşmanına akrepten nasıl kurtulabileceğini söylemekten geri durmuyor.
Sonra ölüm ve hayat üzerine bildiklerini paylaşıyor çocuk: “Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz/Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor” Müslümanların ölülerinin hayatla bağlarının devam ettiğini, yokluğa terk edilmediğini, onlarla beraber yaşandığını vurguluyor: “Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor/Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı/Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez” Bu çocukça anlatışta yine çocukça bir tehdit var. Öldüğünüzde sizinle hayat arasındaki bağ kopacak. Öyleyse neden hâlâ bu evi işgal etmeye devam ediyorsunuz! “Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün”
Yağmurla başlamıştı şiir yağmurla bitmeli. Yağmurun yağmurdan fazla bir şey olduğu anlatılmalı. Meleklerin her bir damlayı teker teker aşağıya attığı mesela. Yağmurun niçin yağdığı ve kimin için? “İşte yağmur bunun için yağıyor/Ben bunun için yağmuru seviyorum” Melekler var işin içinde. Bu yüzden “Yağmur bizim için yağıyor!” Meleklerin sokaklarda açıkça kucakladığı kişiler için. Dahası “Çalılar için Süleymanın tabancası için” Çalılar mı? Süleyman’ın tabancası mı? Neyi ima ediyor on yaşındaki Tunus’lu kız. Çekip gitmediği takdirde sömürgecilerin başlarına gelecekleri mi?
Son sözünü söyleyecek ki şiir bitsin. “Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine/ Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor.”
Şiir bitti.