Sezai Bey’i Sevmek için 9 Sebep

Şiire anne çok yakışır. Annelere her şey. Biz annemizi Sezai Bey ve Necip Fazıl Bey’in şiirlerinden sonra daha çok sevdik.

Özcan ÜNLÜ

Fotoğraf: Şehnaz Fındık

1. Ümit: En büyük yitiğimiz ümit. Hayal, ümidin kanatları. Ümit, hayalin sıfır noktası. Ümidini toprağa gömüp, üzerine büyük bir kaya parçası koymuş bir millet olarak yaşadık on yıllarca. Bize ‘devlet’ olarak sundukları nimetlerin hiçbiri ümidimizi kanatlandıracak güçte olmadı. Birçoğu dünyaya dair, küçük bir kısmı ütopya.

Üstad Sezai Karakoç, Diriliş akımının dinamosuna ümidi yerleştirdi. Ümitle harekete geçti Diriliş… Bizi hayal ile gerçek sarkacında, küçük dünya menfaatlerine hapseden ezberlere karşı çıktı ve haykırdı: “Diriliş, bir ayrılışın, İslam’dan ayrılışın sona erişi, bir kavuşmanın, ona yeniden kavuşmanın başlayışıdır.”

Yitik hazinemizin anahtarı ümit; metafiziği, teoriği, pratiği ile hakikat uygarlığının mukaddimesi: “Diriliş, bir düşüşten çıkış ve kurtuluştur. Acı deneylerden sonra, varoluşun gerçek anlam ve amacına dönüştür Diriliş…”

2. Gençlik: Ümidimizi elimizden alan irade, gençlik tarifini de kendine göre yapmıştı. Haluk’un neslini muteber gösterip Asım’ın nesline kör olmamızı istedi. Biliyordu ki Asım’ın nesli ile buluştuğumuz andan itibaren köklere daha hızlı inecek, daha erkenden titreyecek ve kendimize gelecektik. Asım’ın nesli ile buluşmamız bu yüzden engellendi. Biz bu neslin varlığından ne zaman haberdar olduk? Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Gençliği (nesli) ile: “Büyük Doğu Gençliği aslanlardan gür sesli/ Sahabe mayasından, yüce Fatih’in nesli.”

Fakat çatışma hep sürdü. Haluk-Asım-Büyük Doğu nesli arasındaki çatışma iki kutup üzerinde oturuyordu: Materyalizm ve metafizik…

Üstad Sezai Karakoç’un Diriliş nesli, bu sert çatışma alanına daha çağdaş, daha köklü, daha yerli ve daha vicdani bir bakış açısı getirdi. Sabit ayağı İslam medeniyetinin bütün kutsallarında olan ve merakıyla dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan bir gençlik…

Kendisini de bir “diriliş eri” olarak gören üstada göre bu yeni gelen nesil “ilkin inanç ve davranışının genel çerçevesini çizecektir.” Çünkü, “Düşüş günümüzden bugüne kadar kana ve tere batarak yapılan çalışmalar bunun içindir.” Kozmik gerçekliğe yaslanarak ve İslam ülkesini Hazreti Adem’e kadar götürerek yarını inşa hülyasıdır: “Diriliş erlerinin sancağı, diriliş pirlerinin, erenlerinin yaşam öykülerinden süzülmüş hakikat billurlaşmasıdır. Bu yol, diriliş eri olmakla başlar, sonra Allah nasip ederse diriliş ereni olmanın kapısı açılır. Son büyük derece de diriliş piri olmak…”

3. Hürriyet: Bize hürriyeti Fransız İhtilali ile tarihlendirmeye çalıştılar. Oysa İslam, hür insanların düşünce sistemi ve disiplinidir. Zaman ve tarihe bu büyüteçle bakıldığında ne kadar zaman kaybettiğimizi görürüz. Üstad Karakoç, “Öz Ülke”yi savunan ve yaşayanlardan aldığı ilhamla nasıl hür olduğunu ve kalabildiğini bize anlatır. Aslında anlatmasına da gerek yoktur. Büyük dünya varlığı içinde kanaati kendine düstur edinmiş bu büyük insanın, hayatının bütün dakikalarında hür olmanın özgüveni bize yansır ve içimizi ısıtır. Velilerden, önder ve kahramanlardan tevarüs bir hürlüktür bu. Dahası, “iç içe disiplin daireleri ve onun ortasında gerçek hürlükle hür, ruh.”

Bu daireleri yedi başlık altında bize sunar: “İlk daire, eşyayla, tabiatla, toplumla, aileyle ilişkilerin ördüğü bir ağdır. Ancak, bu realizm ağı, metafizikten gelen, mutlak sistemden gelen pırıltılar ve ışıltılarla içten aydınlıktır (…) İkinci daire tarih, kahramanlıklar, önderler, veliler halesi. Üçüncü daire, peygamberler dairesi. Ruhumu çevreleyen dördüncü daire, üçüncü daireyle iç içe kitaplar dairesi. Beşinci daire, takdir dairesi… Kalem cızırtılarının işitildiği bölge… Yedinci daire, tasavvuf dilinde, yine şüphesiz hakikat dilinden gelerek, ceberut bölgesi. Vahidiyet, ehadiyet bölgesi. Zat alanı…”

4. Çağdaşlık: Kendilerine göre bir çağdaşlık tanımı yaptılar. O tarifin dışında kalan herkes ‘gerici/yobaz’ oldu. Modernite, çağdaşlık gibi kavramlar modern, post-modern, kuantum devirlerinin de en tartışmalı konuları arasında idi. Bir toplumu ithal kavramlarla ortadan ikiye hatta üçe-beşe ayıran iradeye karşı isyan büyütmek yerine teslim olduk. İnancımızı çağa uydurmaya çalışma saçmalığı ile savrulup durduk. Oysa çağı inancımıza yaklaştırmak gayretimiz olmalı idi, olmadı.

Üstad Karakoç, İslam medeniyetinin yaşadığı çağa yansır olmasını çok önemsedi: “Evet, inancıma göre, Müslüman, inanmış kişi, daima çağdaş olmalı. Ama neyle çağdaş olmalı? Başkalarıyla çağdaş olmak değil, burada kastettiğimiz çağdaşlık. Kendi kendisiyle çağdaş olmalı. İdeal İslam ile çağdaş olmaya çalışmalı sürekli olarak. Geçmişteki büyük İslam yaşantısına hayran olmakla yetinmemeli. O yaşantıyı bugün de gerçekleştirmeyi bir görev bilmeli.”

Geçmişin kahramanlıkları ve güzellikleri bugüne de yansır. Fakat bu değerlerle yarını inşa etmek mümkün değildir. Bu değerleri yok saymadan geleceği kurmak mümkündür. Sadece “psikolojik Müslümanlık” veya “sosyolojik Müslümanlık” ve hatta “tarih içi Müslümanlık” yeterli değildir. Bir Müslüman, Müslümanlığını bir varoluş meselesi haline getirebilmelidir. Bunun için de “Medeniyetimizin, çağımızda bir tekniği, bir sanat ve estetik ifadesi, bir düşünce dinamiği, bir bilim ağı olmalıdır.”

Çağdaş olmanın yolu çağın yakasına yapışmaktan geçer. Hatta çağı sorguya çekmekten ve bu sorguyu gerekirse ilklere kadar götürmekten…

5. Medeniyet: Biz medeniyeti “tek dişi kalmış canavar olarak” bildik. El hak, doğrudur. Çünkü, kendilerine medeni diyen toplumların çoğu için ötekinin varlığı hiçbir anlam ifade etmedi. Sürekli yalanla beslediler dünyayı. Fakat yalana ‘yalan’ diyemediler, ‘alternatif gerçeklik’ olarak sundular yalanlarını. “Post-truth” (hakikat sonrası) çağını yaşadığımız bugün bile yalana ‘yalan’ diyemeyecek bir terbiyeden geçirdiler bizi.

Oysa biz, medeniyeti binlerce yıl öncesine dayanan… İlk insandan, Ergenekon’dan, Semerkand’dan, Buhara’dan, Bağdat’tan ta Balagay Tekkesi’ne kadar olan büyük coğrafyada medeniyet şahikaları dikmiş bir neslin ahvadı olarak nasıl kendimize ilişkin sağlıklı bir ‘medeniyet tasavvuru’ geliştiremiyoruz? Mimarisi, musikisi, estetiği, kılığı-kıyafeti ile muazzam bir mirasa sahip İslam milleti nasıl olur da sadece maddi faktörler bağlamında gayr-ı medeni ilan edilebilir?

Oysa medeniyet, “İnsanoğlunun, asıl amacını gerçekleştirme çalışmalarından, ona varma arayışlarından, onu bulmuşsa kaybetmeme çabasından, onu süsleyip püslemesinden, o yöndeki duygularını ve düşüncelerini ifade etme isteğinden doğan, kaynaklanan ve beslenen niyet ve faaliyetlerinin, teori ve pratiğinin, tasarım ve eserlerinin, reel ve potansiyel güçlerinin tümü demek” değil midir?

Medeniyet bir bilinçtir. Bize göre İslam medeniyeti hem manevi ve kültürel hem de fiziki ve maddi açıdan insanlık tarihinin en yüce medeniyetidir: “İslam medeniyetini bir takım ırk kültürlerinin ortak eserleri tablosu gibi görmek yanlıştır. Irklar bu medeniyete katılmışlar, mizaçlarıyla da onun henüz potansiyel olarak duran güçlerini de harekete geçirmişlerdir. Yani onun yeni açılımlarında, bazı belli cephelerini işletme ve çalıştırmada mizaçların etkisi olmuştur. Arap’ın mizacı, bilim ve düşünce yönünü geliştirmiştir. Acem mizacı, daha çok İslam’ın sanat ve edebiyat yönünü, Türk mizacı da yönetim ve örgütleniş cephesini, sosyal yapı cephesini açmaya yaramıştır.”

6. Üslup: Diriliş, aslında bir üslup hareketidir. Üslubu sadece birbirimize hitap biçimi olarak görmekten çok ötede bir metafizik gerilimdir. Diriliş eri bir ütopya kişisi değildir. İnsandaki insanın özüdür. Dolayısıyla Diriliş neslini bu -yeni- üslup oluşturur. Kibirli değildir. Köşeleri yoktur. Çelişki barındırmaz. Ne doğuda ne de batıda böyle bir üslup biçimi, tarzı yoktur. Estetiktir. Biriciktir. “Kemerler, köprüler, kubbelerin somutlaştırdığı uyumlu yayların birliğinden doğan İslam üslubu. Ahenkli eğriler, simetriyi ve asimetriyi harç gibi kullanarak bir Doğru Yol (sırat-ı müstakim) meydana getirirler bu üslupta. Öyle ki onların varlığı, baştan beri bu doğru çizgiden kaynaklanmıştır, anlaşılır.”

Bir minarede, bir su kemerinde, bir kubbede, bir sebilde, bir bahçede, bir sokakta, o sokağın kaldırım taşlarında, bir sofrada rahatlıkla görülebilir. Görülmeme nedeni, bu büyük üslubun bir ‘üslup olmadığı’na dair bizi ikna etmeye çalışanların gayretidir. Onlar bu üslubu yanlış, eksik, eski hatta eğri gösterebilirler. Ama Üstad Karakoç’a göre, “o eğri, sonsuzda doğrunun bir parçasıdır. Çünkü islam, ebedi olana ayarlanıştır her konuda…”

Özetle, İslam’ı “ilahi üslubun insan ruhuna geçişi” olarak kabul ederiz, böyle biliriz. O yüzden bu üslup; hayatı olduğu kadar ölümü, ölümü olduğu kadar ölüm sonrasını da kucaklar.

7. Hakikat: İnsan, hakikat yerine efsane ve mitlerden beslenmeyi daha çok önemser. Çünkü hakikat, fıtrat bilgisi gerektirir. Sorumluluğu vardır. Efsane veya mitler o yüzden hakikatin yerine hemen ikame edilebilir. Bugün NFT ve Metaverse (sanal evren), hakikat ve efsanelerin yerine geçmiştir. Yapay zekâ ve dijital dünya, fıtratı, hilkati ve hakikati sarsmaktadır. Aklı aşan işler olmaktadır. Bu gelişmeler birtakım insanlara “şeytani ilham ve cesaret bağışlamış” görünmektedir.

Üstad Karakoç, bu gelişmeleri önceden bize haber vermiştir: “Yüz yılımızda dinden kopan insan ruhu ve zekâsı yaradılışımızda var olan fizikötesi ihtiyacını, olağanüstüye olan tutkunluğunu, efsanelerle gidermek yoluna saptı. Ütopyalar, milli rüyalar, toplum malihülyaları, ta uzak ve karanlık geçmişe uzanarak oradan kozmik enerjiler kapmak istedi. Arka arkaya yapılan ve yapılacağı umudunu veren keşifler, bu cesaretin temelini teşkil etti…”

İnsanlık bugün eski zaman reflekslerine geri döndü. Onca teknolojiye, onca ilerlemeye rağmen barbarlık çağına… Yapıp ettiği her şeyi bir efsanenin küllerinden doğuşu gibi geliştirdi ve bütün dünyaya zulüm ve merhametsizlik olarak yaymaya başladı.

Umarız, efsaneyi hakikate tercih edenler bir gün hakikat bilgisini yeniden kuşanırlar.

8. Anne: Şiire anne çok yakışır. Annelere her şey. Biz annemizi Sezai Bey ve Necip Fazıl Bey’in şiirlerinden sonra daha çok sevdik. Nasıl ki Cemal Süreya’nın “Sizin hiç babanız öldü mü/ Benim bir kere öldü kör oldum/ Yıkadılar aldılar götürdüler/ Babamdan ummazdım bunu kör oldum” dizeleriyle babamızı nasıl çok sevdi isek… Üstad Kısakürek, “Ak saçlı başını alıp eline/ Kara hülyalara dal anneciğim/ O titrek kalbini bahtın yeline/ Bir ince tüy gibi sal anneciğim…” dizeleri ile annemize çevirdi yüzlerimizi bir kez daha.

Fakat Üstad Sezai Karakoç’un “Anneler ve Çocuklar” şiiri, modern edebiyatımızın başucu örneklerinden biridir. Tıpkı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah” şiiri gibi. İkisi aynı güce sahiptir.

“Anne öldü mü çocuk/ Bahçenin en yalnız köşesinde/ Elinde siyah bir çubuk/ Ağzında küçük bir leke (…) Kaçar herkesten/ Durmaz bir yerde/ Anne ölünce çocuk/ Çocuk ölünce anne.”

“Annemin bana öğrettiği ilk kelime/ Allah, şahdamarından yakın bana benim içimde/ Annem bana gülü şöyle öğretti/ Gül, O’nun, O sonsuz iyilik güneşinin teriydi…”

9. Şehzadebaşı: Bu semt, İstanbul Tarihi Yarımada’da semtlerden bir semt. Vezneciler ve Zeyrek arasında. Direkler arası ile meşhur. Fakat Yahya Kemal nasıl ki “sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel” demişse, bu aslında böyledir. Kimi semtler kimine göre daha büyüktür, güzeldir, önemlidir…

Sezai Bey için de Şehzadebaşı kıymetli, biriciktir. Vefatından önce biz “Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan” şiirini sadece lirik ve estetik bir şiir olarak okuduk. Onun bu şiire yüklediği anlamı kendisine sorma imkânımız olmadı hayatta iken… Gözlerini bu dünyaya kapattığında, onu sonsuzluk yolculuğuna Şehzadebaşı’nda uğurlarken, şiirin bütün dizeleri yerli yerine oturdu. Dünyaya yerleşememiş bir adam olarak bildik Sezai Bey’i. Yayınevi, kitapları ve dostları dışında. Anlaşıldı, az anlaşıldı, hiç anlaşılmadı. Mütevazılığının artistik değil estetik bir duruş olduğuna şahit olanlar dışında içten içe kızdırdı da bir kısım insanları. Ama o kapısını ve kalbini açık tuttu herkese, bütün bu düşüncelere rağmen…

Şehzadebaşı, sadece bir semt adı değil İstanbul’da. Bu medeniyetin besleyip büyüttüğü bir evladının da sonsuzluk yatağı. Kabrine her bakışta, “ne de çok yakıştılar birbirlerine” dedirtecek kadar.

Şehzadebaşı’nı bir kez daha çok sevdik bu yüzden ve daima çok seveceğiz:

“Yerleşecek yer aramak/ Camiinin avlusunda/ Soğuk bir taşa oturmak/ Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda/ Başı avuçlara almak/ Kuşların kanatlarını toplamak/ Gecenin çatı katından/ Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda…”