Sezai Karakoç Düşüncesinde Kur’an

Karakoç, Kur’an’ın öğrenilmesi ve anlaşılması konusuna da temas eder. Ona göre herkes kendi gücü çerçevesinde onu öğrenmeye, anlamaya çalışmalıdır. En yetkililerin eserlerinden, derslerinden faydalanarak yapmalıdır bunu. Sonra da müslüman, “ruhunu bir nevi Kur’an şehri” haline getirmelidir.

Mustafa ÖZEL

Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

İslam’ın temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm, inananların sadece ibadet hayatını, sosyal hayatını, belirleyen, düzenleyen bir kitap değil aynı zamanda kültür sanat hayatlarının da ana referansıdır. Müslüman kültür sanat adamlarının asıl esin kaynağıdır o. Şiirden ebruya, minyatürden hat sanatına kadar bütün sanatçılar hem Kur’ân’dan beslenmişler hem de kendilerince onu yorumlamışlardır. Son yüzyılın en mühim düşünce ve sanat adamlarından olan merhum Sezai Karakoç, edebî ve fikrî eserlerinde doğrudan veya dolaylı olarak Kur’ân’ı referans almış, yazdıklarında Yüce Kitabın anlamını, ruhunu, mesajını yansıtmıştır. Daha önce “Sezai Karakoç Şiirinin Kur’ânî Referansları” başlıklı bir yazı kaleme almış idik.[1] Bu yazı, inşallah onu tamamlayıcı bir çalışma olacaktır.

Yazı, iki bölümden oluşacaktır. İlk olarak Sezai Karakoç’un Kur’ân-ı Kerîm’i konu edindiği, onu anla(t)maya çalıştığı yazılarını ele alan kısım, ikinci olarak ise Yüce Kitabı referans aldığı, ona atıflar yaptığı yazılarının değerlendirildiği kısım.

I

Karakoç’un temel eserlerinden biri, İslâm’dır. Burada İslâm dininin temel umdelerini ve onunla ilgili değişik konuları anlatır. Üslup, tam bir Sezai Karakoç üslubudur. Konular bilinen başlıklar ve kelimelerle, kavramlarla anlatılmaz. Melek ve cinleri anlatırken seçtiği başlık, “İnsanüstüler Bölgesi”dir. Peygamberleri ise, “Gerçek Haberciler” başlığı altında ele alır. Kur’ân-ı Kerîm’i,  “Kitap” başlığı altında değerlendirir. Kitabın içindekiler kısmına, hatta doğrudan yazının başlığına baktığınızda orada Kur’an-ı Kerim’in işlendiğini anlayamazsınız. Bunun için özen, dikkat ve rikkat gerekir. Konuya vahiyle başlar. Ona göre vahiy, “Peygamberlerin, mutlak hakikati idrâk hali”dir.[2] Başka bir ifadeyle, “Vahiy, mutlakın kendini anlatmasıdır.” O, her büyük tekâmül dönemine, bir şeriat, bir peygamber ve bir kitap gerektiği kanaatindedir. Dört büyük kitabın bunun için geldiğini düşünür. Son kitap olarak, “Güzelliğinden çiçeklerin yanıp tutuştuğu, ahenginden kuşların deli divane olduğu, yüksekliğinden ve yüceliğinden gözün bir uçurum karşısındaymışçasına başı döndüğü, sevinçlerinden ve hayretlerinden meleklerin, cinlerin ve insanların yere kapandığı Kur’an”[3] gelmiştir. Yüce Kitabın furkan oluşuna da değinen yazar, bunu “Bâtılla hakikat birbirine karışmıştı. Doğruyu yanlıştan o ayırdı. Bâtılı kılıçla ikiye böldü. En küçük farkları tespit etti. Din ve hakikat sistemi, baştanbaşa bir nüanslar sistemi oldu.”[4] diye açıklar. Dini, “donmuş kaideler” olarak görenlere şiddetle karşı çıkar. Yazının sonunda yaptığı şu tarif, daima akılda tutulması gereken bir tariftir: “Kur’an, mutlak hakikatin ebedîleşmiş âbidesi olarak, ideal bir mü’mini ve ideal İslâm cemiyetini, milletini, yâni değişmeyen üstün insanlık düzenini, mutlak hümanizmayı getiren mutlak kitaptır.”[5]

Sezai Bey’in Yüce Kitabımızla ilgili ikinci yazısı, “Yankı” başlığını taşımakta olup Kur’an-ı Kerim’in insanlığa inişinin 1400. yılı münasebetiyle kaleme alınmıştır.[6] Ona göre, arı kendine gelen vahiyle nasıl peteğini örüp balını yaptıysa Müslümanlar da kendi peygamberlerine gelen vahiyle, Kur’an’dan gelen ışıklarla, eşsiz bir medeniyet kurmuşlardır. Kur’an’ın dünyaya inişiyle, öteki dünya da inmiş, Kur’an’ın eşsiz lehimi ve kaynağıyla Müslümanın ruhunda iki dünya kaynaşmış ve birleşmiştir. Bin dört yüzyıldır o, bizim hayat ışığımız, gören gözümüz ve çalışan kalbimizdir. Oruç ayı Ramazan’ın zenginliklerinden biri de mukâbeledir, yani karşılıklı Kur’an-ı Kerim okuma. Bu durumu Karakoç şu kelimelerle ifade eder: “Atalarımız, her yıl Kur’an’ı bir baştan sona okurlardı. Böylece Kur’an-ı Kerim, yavaş yavaş onların ruhlarına geçerdi. Onun yapraklarına eğile eğile babalarımızın ve annelerimizin yüzünü bir Kur’an aydınlığı kaplardı. İşte bunun için bir müslüman daha ilk başta yüzünden tanınır.”[7] Bilindiği üzere medeniyet, Sezai Karakoç düşüncesinin merkez kavramıdır. Az önce Kur’an ile medeniyet kelimelerinin yan yana kullanıldığını gördük. Şu cümlesi de dikkat çekicidir: “Kur’an-ı Kerim, Allah’ın insanlığa armağan ettiği büyük bir medeniyetin ulu kitabıdır.”[8] Yazarın Yüce Kitabın furkan oluşundan söz ettiğine değinmiştik. Kitabullah’ın bir ismi de şifadır. Onun şifa oluşuna işaret şöyle eder: “Kur’an, insana şifa, toplumlara şifa, medeniyetlere ve tarihe şifa olmuştur.” Toplumumuzda çeşitli vesilelerle Kur’an okunur, çocuk doğduğunda, sünnette, düğünde, daha çok da ölümlerde. Vefatların ardından okunmasını, şu soruyla açıklar: “Ölümün dağ ağırlığını ondan başka hafifletecek zaten hangi kudret olabilir ki?”[9]

Bu arada Sezai Karakoç’un “Şifa” başlığıyla sıralı olarak üç yazı yazdığını hatırlatalım.[10] O, Kutlu Kitabımızda daha dün gelmiş gibi bütün canlılığıyla duran vahyi, ruhumuzun yaralarına tek merhem olarak görür ve şu cümleyi sarf eder: “Bu neslin yarasına şifa, Kur’an’dan gelecektir. Vahiy onaracaktır yarayı.”[11]

Karakoç, Kur’an’ın öğrenilmesi ve anlaşılması konusuna da temas eder. Ona göre herkes kendi gücü çerçevesinde onu öğrenmeye, anlamaya çalışmalıdır. En yetkililerin eserlerinden, derslerinden faydalanarak yapmalıdır bunu. Sonra da müslüman, “ruhunu bir nevi Kur’an şehri” haline getirmelidir.[12]

Karakoç’a göre İslam, bir aydınlar dinidir. Bundan dolayı da bilmek Müslümanın birinci ödevidir. Bilmekten korkulmamasını belirtir. Bundan dolayı “Oku” diye başlayan Kur’an’dan başlayarak bütün İslam klasiklerini ve kaynaklarını okumak gerektir.[13]

Karakoç’a göre Kur’an-ı Kerim, hükümler kitabı olduğu kadar, hikmetler kitabıdır da.[14] “Kısasta sizin için hayat vardır” diyen, ama şahsî hak affını onun da üstünde tutan Kur’an-ı Kerim, “bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir kişiyi dirilten bütün insanlığı diriltmiş olur” diyerek gerçek insanlığın ve insancılığın hikmet kuralını ortaya koyan Kur’an-ı Kerim, her konudaki hikmet ilkesini teker teker belirtmiştir.

O, halkın Kutsal Kitapla ilişkisini sorunlu, eksik bulur. Bugün Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’i camilerde “güzel ahengi” için dinlemektedirler. Elbette Yüce Kitabın ilahî bir ahengi vardır, insan ruhunun buna ihtiyacı da vardır. Üstad’a göre bu, Kur’an’la insan bağının “en değerli yanı” değildir. Asgari Müslümanlık derecesidir. Bir de günümüzde Kur’an-ı Kerim ölüler için okunmaktadır. Ölüler bu okunan ilahî kelamla dirilir, onun “som hakikat olan metafizik âlemi”ne girerler. Ancak bu da ilahî ahenk için dinlenmesinden farksızdır. Bu yapılanlarla, ona olan borcunu ödemiş olmaz insan, ondan alınacak olanı tam olarak almış olmaz.[15] O, harika ve muhteşem bir yazı olan “Kur’an’a Dönüş”te Allah’ın kitabıyla ilişkimizin nasıl olması gerektiğini şu satırlarla ifade eder: “Kur’an’a dönüş, ruhlarımızı Kur’an ruhuna ayarlamamız, insan ve toplum ruhunu Kur’an ruhuyla diriltmemiz demektir. Tabiata, insana, topluma, devlete, eşyaya, dünya ve öte dünyaya bakışımızı Kur’an’a göre ayarlamamız, davranışlarımızı O’nun buyruklarına göre düzenlememiz demektir.”[16]

Sezai Bey, ölüm ile Kur’an arasındaki ilişkiye, İslam şairi Mehmed Âkif hakkında yazdığı bir yazıda da temas eder. Ölümün bir son değil başlangıç olduğunu söyler ve “Nitekim ölülerin arkasından okuduğumuz Fatiha da Kur’an-ı Kerim’in başlangıç suresidir.” der.[17] Az önce Karakoç’un “Kitap” başlıklı bir yazısına değinmiştik. “Kutlu Kitap” başlığında bir yazısı daha vardır.[18] Burada o, Kur’an-ı Kerim’i inananlara, Allah’ın güzelliğinden bu dünyada gösterilmiş bir işaret olarak görür. Onu okuyan Sina Dağı’na çıkar, Hazreti Musa’yla birlikte Allah’ın büyüklüğü önünde yere kapanır, Kızıldeniz’in yarıldığını görür. Cebrail, Hazreti Meryem’le konuşurken sanki yanındadır. Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır. Bedir Savaşı’nda gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Onu okuyan, onun içindedir, onunladır, onunla birlikte yaşamaktadır. Müslümanın Kur’an’la ilişkisini şöyle betimler: “Allah’ın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman. Kur’an ile düşünür, Kur’an ile anlar, hilkatin sırrına Kur’an ile erer. Müminin gözünden bakan o, elini kımıldatan o.”[19] İnsanın Kur’an ile ilişkisine ise şöyle yaklaşır: “Kur’an en ilerde olandır. Kim ki onunla beraberdir, o da ilerdedir. Kim ki ona karşıdır, geridedir.” Ardından sözü medeniyete, Kur’an medeniyetine getirir: “Öbür medeniyetler Kur’an medeniyetinin yanında ölüdür. Ondan ışık alan, dirilir. Onun ışıklarından kaçan, mezarsız ölüdür.” Sezai Karakoç’a göre âb-ı hayat Kur’an’dır, iksir Kur’an’dır. Altını çizerek söyleyelim: Şifasız dertlerin doktoru Kur’an’dır. Müslümanların Kur’an’dan uzaklaştıklarından beri gün yüzü görmediklerine işaret eder. İnsanlığın kurtuluşunun sadece Kur’an ile olduğunu şu kelimelerle vurgular: “İnsanlık, aya çıksa, Zühre’yi bir martı gibi avlasa, Merih’ten petrol getirse, Kur’an’a dönmedikçe ruh sıkıntısını, çöküşünü durduramayacaktır.”

Yazımızın başında Kur’an’ın hayatın her alanında kaynak olduğunu ifade etmiştik. Karakoç, Sütun’da “Bu Toprakların Edebiyatı” başlıklı yazısında,[20] günümüz Türk edebiyatının sorunlarını ele alır. İlk önce, edebiyatçıların insanımızı tanımadığı tespitinde bulunan yazar, edebiyatın sosyalistleştirilmeye çalışıldığını söyler. Edebiyatın kurtuluşunun sağcı edebiyatın kurulmasına bağlı olduğunu ileri sürer. Burada sağcı kavramının, yazının kaleme alındığı yıllardaki[21] manasını akılda tutmak lazım. Bu edebiyat, geçmiş büyük edebiyatımızla da bağlantı kuracaktır elbette. İşte bu noktada sözü Kur’an’a getirir ve şunları der: “Kur’an ise düşünce hayatının olduğu gibi sanat hayatının da üstünde ana kaynak olarak ışıklarını saçacaktır.” Ardından mevcut edebiyatın yetersizliğine, çapsızlığına, köksüzlüğüne işaretle, onu “Kur’an’ın her alanda olduğu gibi sanat alanında da büyük önderliğinden faydalanmamakla” suçlar. İçinde bulunduğu İslâm medeniyetinin sanat gücünden yararlanmayan, geçmiş edebiyatımızı inkâr eden, yaşadığımız hayatla da ilgilenmeyen bir edebiyatın, gerçek bir edebiyat olmasına imkân olmadığını ileri sürer. Edebiyatımızı yeni baştan kuracakların özelliklerini sayarken ilk olarak “Şanı Yüce Kur’an’ın yol gösterici, ilham doğurucu ışıkları altında” yürümeyi zikreder.[22]

Üstad, Kur’an-ı Kerim’i sadece kültürün, sanatın kaynağı olarak değerlendirmez. Ona göre Allah’ın Kitabı aynı zamanda anayasanın da kaynağıdır. Şu satırlara birlikte bakalım: “İslâm’ın, bütünüyle hayat tarzı ve toplum ideası olduğu zamanlar, ayrıca yazılı bir anayasaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, İslâm halklarının değişmez, tabiî, fıtrî anayasasıydı. Hem öyle bir anayasa ki, yalnız toplum hayatına değil, ferdin yalnız kaldığı zamanlara kadar sınırlarını ve yürürlüğünü genişletebiliyordu. Kanunların Anayasa hükmünde olan Kur’an-ı Kerim’e aykırılığını ilim otoriteleri koyuyordu.”[23]

Başlığından, Kur’an’la ilgili olduğunu anlamanın zor olduğu bir yazıdır: “Bir Hitabe Gibi”.[24] Üstad önce kapitalizmden, komünizmden medet umanları uyarır. Bu düşünce sistemlerinin öncülerinin, Batı’nın önde gelen düşün adamlarının bırakılmasını ister. “Dirilin ve kendinize gelin arkadaşlar.” çağrısını bir iki kez yineler. Bunun gerekçeleri üzerinde durur. Neye, niçin dönülmesi gerektiğini “… sizi diriltecek olan, hiç değişmemiş kelâma dönerek, kendinize gelin ve dirilin arkadaşlar.” şeklinde açıklar.[25] Sonra çağrısına devam eder:

“Kur’an’dır diriltici olan.

Yol gösteren, yol açan.

Kaybolan vakti uyandıran.

Korkulacak olandan korkutan.

Umut veren, muştu taşıyan.

Karanlık olana ışık saçan.

Işıtan, aydınlatan.

Baş ve önder Kur’an’dır.

Ayetlerinden ab-ı hayat taşan Kur’an’dır. İnanın. İnanın ve dirilin. Dirilin ve kendinize gelin arkadaşlar.”

“Belge”, Kur’an-ı Kerim’i anlatan başka bir yazısıdır yazarın.[26] Onun Kutsal Kitabı bir belge olarak görmesi şöyledir: “Kur’an, bir yandan hukuka, bir yandan inanca, bir yandan sanata yepyeni bir gelişme alanı getiren ilâhî belgedir.” Sonra sözünü şöyle sürdürür: “Kur’an, kalplere inerek orada insanı yeni bir canlılıkla dirilten bir belgedir.”[27]

Sezai Karakoç’un, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II -Diriliş Şoku- adlı eserinde, “Kur’an” başlığıyla, sıralı olarak dört yazısı yer almaktadır.[28] Bu dört yazının her birinde Yüce Kitabın çeşitli konularla ilişkisi üzerinde durmaktadır. İlkinde, İslam kültür ve medeniyetinin kaynağının Kur’an-ı Kerim oluşunu, ikincisinde, vahiyden, ilahi kelamdan, üçüncüsünde, Kur’an ve ibadetlerden söz etmekte, sonuncusunda ise Kur’an’ın savaş ve barışa bakışını nazara almaktadır.

II

Görebildiğimiz kadarıyla o, eserlerinde herhangi bir tefsir kaynağını zikretmemiştir. Fakat şöyle bir durum vardır. Bilindiği gibi geçmişte ve günümüzde en çok okunan kitaplardan biri, Mevlana Celaleddin Rûmî’nin Mesnevî’sidir. Yazar Mevlana’nın ölüm günü dolayısıyla “Mevlâna Enstitüsü” başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Karakoç, yazının ilk cümlesinde Hz. Mevlâna’yı “Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin Füsus-ül-Hikem’i gibi kendine mahsus bir Kur’an tefsiri olan ve Anadolu ufuklarını 700 yıldır Kur’an ışıklarıyla donatan Mesnevi’nin ilham sahibi”[29] olarak tanımlar. Bu ifadeden anlaşıldığı üzere Karakoç, Mesnevi’yi bir tefsir olarak görmektedir.

Ayetleri, Mealleri Veriş Tarzı

Karakoç, ayetleri, mealleri zikrederken ayet olduğunu, meal olduğunu pek belirtmez. Okuyucu kendi birikimiyle bunu ayırt eder. “Birlik Çağrısı” başlıklı yazıda konuyu işlerken İslam’ı, “Gelin ey ehl-i kitap, bir kelimede, Allah’ın ismi etrafında toplanalım diyen din.” diye nitelendirir.[30] Kur’an-ı Kerim’e vâkıf olmayan biri, Üstad’ın Âl-i İmrân suresinin 64. ayetinin mealini zikrettiğini anlayamaz. Çünkü tırnak içindeki ifadenin, ayet mi hadis mi olduğu belirsizdir.

Müslümanlar, Rûm suresinin ilk ayetlerinde anlatılanlardan yola çıkarak Bizans’ın da İran’ın da yıkılacağını biliyorlardı, der Üstad. Bunu şuraya dayandırmaktaydılar ona göre: “Çünkü, “Hak geldi, batıl mahv oldu. Batıl her zaman mahvolmaya mahkûmdur” hakikatının sahibiydiler.”[31] Karakoç’un tırnak içinde verdiği “Hak geldi, batıl mahv oldu. Batıl her zaman mahvolmaya mahkûmdur” cümlesi, İsrâ suresinin 81. ayetidir. Kur’an ile haşır neşir olmayanın bunun ayet olduğunu bilmesi çok zordur. Korku ve umut meselesini anlatırken peygamberlere emredilen hususlardan birinin de müjdeleme ve korkutma olduğuna dikkat çeker ve “Ey örtülere bürünmüş adam, kalk ve korkut!” denilmiştir.[32] “O inananlara müjdele…” denilmiştir. [33] Bu denen şeylerin ilki Müddessir suresinin ilk iki ayetidir. Diğeri ise Kur’an’da birkaç kez geçen[34] bir ifadedir.

Tarihte peygamberlerin yaşadıklarını anlatırken son olarak sözü Peygamberimize getirir. Bedir’de yaşananları hatırlatır, inkârcıların en keskin kılıçlarla karşılaştıklarını, o vakit gözlerine atılan bir avuç topraktan kör olduklarını söyler ve tırnak içinde şunu yazar:[35] “Attın attın ama sen atmadın, sen atmadın. Allah attı, Allah attı.” Bilindiği üzere bu, Enfâl suresinin 17. ayetinin bir bölümüdür. “Savaş Hakkı” başlıklı yazıda ise, aynı meali aynen verir ancak bu kez Kur’an-ı Kerim’de diyerek kayıt düşer.[36]

Ender olmakla birlikte Kur’an’dan aktardığı ifadenin ayet olduğunu da zikreder. “İnkâr Hakkı” yazısı, inkârın felsefesini ve mantığını ele alan oldukça derinlikli bir yazıdır. Burada şu soruyu sorar Üstad: “Allah, göklerin ve yerin nurudur” âyetindeki varlığın yansıttığı ışığı oradan kaldırmak istediklerinin farkında mıdır inkâr edenler?”[37] Sözünü ettiği, Nûr suresi 35. ayetin baş tarafıdır.

Az da olsa “ayet” kelimesi yerine “kutlu söz” ifadesini kullanır. İnananların dinlerini yaşayabilmeleri için çeşitli, değişik imkânları kullanabileceklerine işaretle “ ‘Allah’ın arzı geniştir’ diyor kutlu söz.” diyerek bunu şu şekilde açıklar: “Bununla kastedilen, mutlaka mekân değildir. Bununla şartlar da kastedilmektedir.”[38] Kutlu söz, Zümer suresinin 10. ayet-i kerimesinin bir bölümüdür.

Onun kimi zaman Kur’an-ı Kerim’e açıkça atıfta bulunduğu da görülür. Ama sure adı, ayet numarası zikretmeden. Bütün varlıkların kendilerine mahsus bir tarzda Allah’ı bildikleri ve O’nu andıkları Kur’an-ı Kerim’de de belirtilmektedir, demektedir.[39] Burada atıfta bulunduğu ayet, İsrâ suresi 44. ayettir. Bu bağlamda başka bir örnekle, diriliş toplumu ve özelliklerini anlatırken karşılaşmaktayız. Bu toplumda saygı ve sevgi egemen olacaktır. Görgü kuralları saygı ve sevginin gölgesinde şekillenecektir. Karakoç, bu konuda ana ilkenin “Kur’an-ı Kerim’in ‘Tecessüs etmeyiniz! (Kimsenin özel hayatını gözlemeyiniz)’ buyruğu” olacağını söylemektedir.[40] Karakoç’un işaret ettiği, Hucurât suresi 12. ayet-i kerimedir.

Telmihler

Üstad’ın kitaplarının tümünde Kur’an-ı Kerim’e, ayetlere telmihlerde bulunduğu görülür. Bunlar onun Allah’ın Kitabına olan ilgisini, ilgisinin derinliğini, genişliğini gösteren somut veriler hükmündedir. Kur’an’ın temel konularından biri emri bil maruf ve nehyi anil münkerdir (iyiyi anlatmak, kötüden alı koymak). “Kur’an-ı Kerim’de, toplumda, hep iyiyi ve doğruyu gösterecek, toplumu hep iyiye ve doğruya götürecek bir kadronun bulunması öğütlenmekte.” derken[41] Âl-i İmrân suresi 104. ayete telmihte bulunmaktadır. Ayetin meali şudur: “Sizden, hayra çağ[42]ıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” Bu ayete yaptığı telmihin benzerini, devlet anlayışını anlatırken de yapmaktadır. Onun devlet anlayışının temelini, erdem oluşturur. Her şey ona değer kazandırır veya kaybettirir. “Toplumu sürekli olarak koruyan, geliştiren ve ayakta tutan bir erdemli öncüler topluluğu bulunacaktır.” derken söz konusu ayete telmih yapmaktadır.

Karakoç, savaşı anlattığı bir yazısında Kur’an-ı Kerim’in müslümanları, birbirlerine karşı yumuşak, düşmanlarına karşı sert olarak nitelendirdiğini belirtir.[43] Bununla Feth suresi 29. ayete işaret etmektedir. Maide suresi 54. ayet de aynı muhtevaya sahiptir.

*

Kur’an-ı Kerim’de kıssası en çok anlatılan peygamber, Hz. Musa’dır. Musa peygamberin mucizelerinden biri de firavunun sihirbazlarıyla karşılaştığında yere attığında yılana dönüşen asasıdır. Hadise değişik veçheleriyle çeşitli surelerde anlatılır. Sezai Bey’in Sütun’da yer alan “Hazreti Musa’nın Asası Gibi” başlıklı yazısı,[44] bu asanın genel bir tefsiri gibidir. Yazıdan şu cümleyi alıntılayalım: “Büyücülerin değnekleri, cıvanın akıcı gücü ve sıcaklığın genişletme özelliğiyle kımıldıyordu. Hazreti Musa’nın âsası ise ruh kudretiyle, vahyin verdiği bir aşk ve heyecanla hareket ediyordu. Onunla diri ve canlıydı.”[45]

Yazarın, Hz. Musa kıssasıyla alakalı bir diğer yazısı, “Firavun Düzeni” başlığını taşımaktadır.[46] Az önceki yazıda olduğu gibi burada da Karakoç, Yüce Kur’an’da anlatılan firavuna bir bütün olarak yaklaşmakta, derin analizler yapmaktadır. Girişte şöyle der mesela: “Kur’an-ı Kerim’in Firavun’un üzerinde uzun uzun duruşu, sadece tarihî bir gerçeği belirtmek için değildir. Firavun, zulmün heykelleşmiş sembolüdür. Hem bir insanın kendini tanrılaştırması, hem Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmeyerek hakikata, hem de halka zulmetmesi yönünden, zulüm tarihinde nereden bakılırsa bakılsın en büyük zirve Firavundur.”[47]

Bu yazıda mutlaka hassaten bahsedilmesi gereken bir yazı var: “Kısasta Hayat”.[48] Bendenizin İslam Hukuk Felsefesi’ni anlatan oylumlu bir yazı olarak gördüğü bu yazı, Sezai Karakoç’un “Mutlak Tâyin Edici: “Sizin için kısasta hayat var.” diyor.” derken zikrettiği[49] Bakara suresinin 179. ayetinin yorumudur. Değerli okurlara bunu, yerinden okumalarını öneririm.

*

Karakoç, Kur’an-ı Kerim’e atıfta bulunurken genelde sure ismi zikretmez. Ayet numarası verdiğini hiç görmedim desem yeridir. Sure ismi zikrettiği nadir yerlerden biri, “Şifa II” başlıklı yazıdır. Genelde vahyin anlatıldığı yazıda, şu sözleri sarf eder: “Bakara sûresinde bahsedilen, bir tabutta (sandukada) muhafaza edilmiş vahiy levhalarına uydukça mutluluktan mutluluğa ermişti insanlık. Fakat sanduka kaybolunca insanlığın bunalımı başlamıştı. Mutluluğun geri dönmesi için yeni vahiyler geldi.”[50] Burada bahsedilen, adı geçen surenin 248. ayet-i kerimesidir. Yazı başlığına yansıyan sure ismi ise görebildiğimiz kadarıyla bir tanedir: “Sûre-i Rum Işığında”.[51] Üstad surenin ilk ayetlerinden yola çıkarak komünizmin Batı karşısında yenileceğini, daha sonra her ikisinin de tarihten silineceğini ileri sürer. Bu görüşünü de Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinin ve mucizelerinin sürekliliğine dayandırır. “Mucize suresi” olarak adlandırdığı bu sure, bize olayları değerlendirmede bir ölçü vermektedir, Batı da Doğu da bu ölçüyle değerlendirilmelidir. Başka bir mucizeyi içeren Kamer suresi de yazarın ismini andığı surelerdendir. Ayın yarılması (şakku’l-kamer) de Peygamberimize bahşedilen mucizelerdendir. Konuyu işlediği “Bir Ay Bölünmüş Gibi Yüzlerinde” başlıklı yazıda şöyle söyler, yazar: “ ‘Kamer’ sûresi gelincedir ki, inananın da inanmayanın da yüreği yerinden bir kere oynamıştır. İnananın kalbi, yerine iyice yerleşmek için sarsılmış, inanmayanın kalbiyse, yerine yenisi geçmek için.”[52]

Diriliş’in, Pazartesi-Perşembe Günlüğü olarak yayınlandığı dönemde (ilk sayı: 6 Mayıs 1976), derginin isminin altında yer alan ve “Kur’an-ı Kerim’den” notuyla logo olarak verilen[53] “… bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir …” ayeti, Sezai Karakoç’un diriliş düşüncesinin nasıl bir temele oturduğunu çok net biçimde göstermektedir.

Yazımızı bir teklifle sona erdirelim. Bilindiği üzere Üstad’ın Samanyolunda Ziyafet kitabı, biri hariç, yazarın çeşitli kitaplarındaki ramazan ve oruç ile ilgili yazılarından oluşmaktadır.[54] Kitabın alt başlığı Oruç Yazıları’dır. Kur’an-ı Kerim muhtevalı yazılarından benzer bir seçme yapılarak bir kitap oluşturulmasını faydalı görmekteyiz. Böylece Sezai Karakoç okurları, onun konuyla ilgili düşünce, değerlendirme ve yorumlarını topluca görmüş olabileceklerdir.

Ayrıca Üstad’ın, bütün eserlerinde Kur’an-ı Kerim’e nasıl yaklaştığı, onu nasıl anladığı, ondan nasıl beslendiği konusunun, daha kapsamlı bir çalışmaya ihtiyaç duyduğunu belirtmek isterim.

Yaptığımız bu incelemede görülmüştür ki, Sezai Karakoç çok genç yaşta iken Kur’an-ı Kerim’e lafzen ve manen vâkıf olmuş, bunu eserlerine bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak aksettirmiştir.


[1] Yedi İklim -Üstad Sezai Karakoç’a Armağan-, sayı 368, Kasım 2020, syf. 59-65.

[2] Sezai Karakoç, İslâm, İstanbul 2015 (14. baskı), syf. 35.

[3] Karakoç, İslâm, syf. 36-37.

[4] Karakoç, İslâm, syf. 37.

[5] Karakoç, İslâm, syf. 38.

[6] Sezai Karakoç, Sütun (Günlük Yazılar II), İstanbul 2015 (7. Baskı), syf. 55-57.

[7] Karakoç, Sütun, syf. 55.

[8] Karakoç, Sütun, syf. 56.

[9] Karakoç, Sütun, syf. 56.

[10] Karakoç, Sütun, syf. 308-315.

[11] Karakoç, Sütun, syf. 310.

[12] Sezai Karakoç, Sûr (Günlük Yazılar III), İstanbul 2017 (7. Baskı), syf. 77.

[13] Karakoç, Sütun, syf. 427.

[14] Sezai Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II (Diriliş Şoku), İstanbul 2019 (6. Baskı), syf. 122-123.

[15] Sezai Karakoç, Sûr, syf. 77.

[16] Sezai Karakoç, Sûr, syf. 77-78.

[17] Karakoç, Sütun, syf. 59.

[18] Karakoç, Sütun, syf. 144-146.

[19] Karakoç, Sütun, syf. 145.

[20] Karakoç, Sütun, syf. 247.

[21] Sütun’daki yazıların, 4 Aralık 1967-30 Eylül 1968 tarihleri arasında Bâbıâlide Sabah gazetesinde yayınlandığını belirtelim. Bkz.: Sütun, syf. 4.

[22] Karakoç, Sütun, syf. 249.

[23] Karakoç, Sütun, syf. 497-498.

[24] Karakoç, Sütun, syf. 322-324.

[25] Karakoç, Sütun, syf. 324.

[26] Karakoç, Sütun, syf. 475-477.

[27] Karakoç, Sütun, syf. 475-476.

[28] Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, syf. 51-63.

[29] Karakoç, Sütun, syf. 47.

[30] Karakoç, Sütun, syf. 379.

[31] Karakoç, Sütun, syf. 307.

[32] Bu ayetin zikredildiği diğer yer de “Uyarış” başlıklı yazıdır (Karakoç, Sütun, syf. 301.). Karakoç, burada şöyle demektedir: “Şimdi yeniden çağımızın içinde, Kur’an’ın “ey örtülere bürünmüş olan! Kalk ve uyar!” sesi çınlayacaktır.” Yazar hem tırnak içinde aktardığı ifadenin ayet olduğunu söylememiş hem de meali yukarıdakinden az da olsa farklı vermiştir. Yazarın bu ayete Yitik Cennet’te de atıfta bulunduğu görülmektedir. Peygamberimizi anlattığı “Son Peygamber ya da Yeniden Bulunmuş Cennet” yazısında, yine ayet olduğunu belirtmeksizin bu kez meali “Ey örtülere bürülü peygamber! Kalk ve korkut.” şeklinde vermektedir. Bkz.: Sezai Karakoç, Yitik Cennet, İstanbul 2016 (28. Baskı), syf. 134.

[33] Karakoç, Sütun, syf. 123.

[34] Örneğin Bakara 223, Tevbe 112.

[35] Karakoç, Sütun, syf. 289.

[36] Sezai Karakoç, Sûr, syf. 141.

[37] Karakoç, İslâm, syf. 13.

[38] Sezai Karakoç, Gün Saati (Günlük Yazılar IV), İstanbul 2020 (6. Baskı), syf. 164.

[39] Karakoç, Gün Saati, syf. 120.

[40] Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Âmentüsü, İstanbul 2020 (103. Baskı), syf. 58.

[41] Karakoç, Gün Saati, syf. 267.

[42] Karakoç, Diriliş Neslinin Âmentüsü, syf. 48.

[43] Sezai Karakoç, Sûr, syf. 141.

[44] Karakoç, Sütun, syf. 464-466.

[45] Karakoç, Sütun, syf. 465-466.

[46] Karakoç, Sütun, syf. 591-593.

[47] Karakoç, Sütun, syf. 591.

[48] Karakoç, İslâm, syf. 78-82.

[49] Karakoç, İslâm, syf. 79.

[50] Karakoç, Sütun, syf. 312.

[51] Karakoç, Sütun, syf. 306-308.

[52] Sezai Karakoç, Kıyamet Aşısı, İstanbul 2012 (10. Baskı), syf. 17.

[53] Örnek olarak bkz.: Diriliş (Pazartesi-Perşembe Günlüğü), 6 Mayıs 1976.

[54] Sezai Karakoç, Samanyolunda Ziyafet (Oruç Yazıları), İstanbul 2021 (17. Baskı), syf. 4.