Taha’nın Kitabı’nı böyle bir görev bilinciyle ve dikkatle baştan sona kadar okumaya karar verdim. Sanıyorum ilk okuyuşta bazı noktaları anlar gibi oldum. Sonra tekrar baştan okumaya başlayınca anladığımı düşündüğüm mısra veya bölümlerin altlarını çizmeye başladım.
Dr. Mehmet Kahraman

Sezai Karakoç ismiyle ilk karşılaşmam, lisede öğrenciyken bir hocam sayesinde olmuştu. Derse altı geniş, kahverengi, büyük bir çanta ile gelirdi. Ders başında genellikle ne yapalım gibi bir soruya muhatap olurduk. Dersi hafif işler, geri kalan zamanda bazen sorularımızı cevaplar bazen de bir kitaptan seçtiği bir yazıyı okuturdu. Birçok defa o geniş karınlı çantadan Sezai Karakoç’un Yazılar isimli siyah ciltli bir kitabını çıkardığını, ön sırada oturduğum için önüme kitaptan seçtiği yazıyı açtığını ve okumam için önüme koyduğunu hatırlıyorum. Metinler genellikle birkaç sayfalıktı ve anlaşılması da kolaydı.
Hocamızın ilçemizdeki evinin altında kendine ait bir kitapçı dükkânı vardı. Galiba kardeşi işletiyordu. Oraya uğradığımda Yazılar kitabını edindim ve zaman zaman zevkle okumaya devam ettim. Daha sonraları aynı kitabevinde Sezai Karakoç’un şiir kitaplarına da rastladım. Bunlar, Taha’nın Kitabı ve Hızırla Kırk Saat’tı. Almak istediğimi söylediğimde, hocam, benim için ağır olabileceğini söylemişti. Ama yine de aldım. Biraz karıştırdım ama hocamın söylediklerinden sonra anlamaya da çalışmadım.
Üniversite birinci sınıfta kompozisyon diye bir dersimiz vardı. O derste öğrenci arkadaşlar istedikleri kitapları tanıtıyorlardı. Dersler genellikle böyle işleniyordu ve hoca kitap seçimine fazla da müdahil olmuyordu. Bir arkadaşım, benim de Taha’nın Kitabı’nı tanıtabileceğimi söylemişti. Bunu yapıp yapmamakta epey tereddüt etmiştim. Lisedeyken hocanın söylediği sözler aklımdaydı. Edindiğim şiir kitaplarına da dediğim gibi bölük pörçük bakmıştım. Bütününü gözden geçirmeyi göze alamamıştım. Teklifi getiren arkadaşım başka bir bölümde iki yıl okuduktan sonra bizim bölüme gelmişti. Galiba şiir konusunda da bazı çalışmaları vardı. Gerçi ben de şiir yazıyordum; ama benimkiler ölçülü ve kafiyeli, eski tarz çalışmalardı. Bana, Taha’nın Kitabı’nı anlamak ve çözümlemek için yardımcı olacağını, daha da önemlisi bu konuda bana yardımcı olacak daha başkalarını da tanıdığını, beni onlarla da tanıştıracağını vadetmişti.
Bu durumda, önümde görevi kabul etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Biraz da öğrenci gruplarının kendi yazarlarını gündeme getirmek gibi bir durum söz konusuydu. Birlikte hareket ettiğimiz arkadaşlar, Sezai Karakoç’un kendi dünya görüşlerini yansıtmakta olduğunu kabul ediyorlardı. Bu bakımdan derste onun bir kitabının tanıtılması önem kazanıyordu. Bunu da benim yerine getirmem isteniyordu.
Taha’nın Kitabı’nı böyle bir görev bilinciyle ve dikkatle baştan sona kadar okumaya karar verdim. Sanıyorum ilk okuyuşta bazı noktaları anlar gibi oldum. Sonra tekrar baştan okumaya başlayınca anladığımı düşündüğüm mısra veya bölümlerin altlarını çizmeye başladım. Bu minval üzere okumalarımı çoğalttım. Her okuyuşta anladığım başka yerlerin altlarını da çizdim. En az on defa filan okumuştum ve her okuyuşta anladığım yeni yeni bölümler olmuştu. Anladığımı düşündüğüm bölümler epey yekûn tutunca kitabın şiir diliyle anlatmaya çalıştığı bir trajedi netleşmeye başladı. Eserde sanki bir destan havası vardı. Bazı tiratlar, yüksek perdeden söyleyişler vardı. Taha denen bir kişinin başından geçenler anlatılıyordu. Metnin tamamını okuyunca anladım ki bu destan, öğrendiğim ve birazını benim de yaşadığım tarihi bir süreçle büyük benzerlikler taşıyordu. Daha açık bir ifade ile geçen yüzyılı, biraz da öncesiyle birlikte, bizi anlatıyordu.
Taha, sanki bizim insanımızdı. Onun yaşadığı değişimler, değişime sebep olanlar, Taha’nın irdeleye irdeleye yakaladığı bazı gerçeklikler, tarihi gerçekliklerimizle çok önemli benzerlikler gösterince, hem Taha’nın Kitabı hem de toplumumuzun yaşadıkları kafamda netleşmeye başladı. Taha’nın arayışları, çevresinde kol gezenlerin şiir diliyle anlatımından kimler olabileceği bir bir ortaya çıkıyordu.
Taha’nın Kitabı, uzun soluklu bir metindi. Bir dizi şiirden oluşuyordu. Şiirlerin her biri üzerinde titizlikle durmak gerekiyordu. Ama bunu sağlamanın yolu, metnin bütünüyle okunması sonrasında billurlaşan bazı noktaların birleştirilebilmesinden geçiyordu. Bir taraftan toplumumuzun son yüzyılda yaşadığı travmalar, bir taraftan da Taha’nın yaşadığı travmalar yan yana düşünülünce Taha’nın Kitabı daha bir anlamlı hale geliyordu.
Sonunda kitabın tanıtımını da yaptım.
Bu arada metin beni oldukça etkilemişti. Kitaptaki şiirsel anlatımın duygularımın tercümanı olması, beni kendi anaforuna çekmişti; ortasında dönüp duruyordum. Bir arkadaşın ifadesiyle, tanıtımda Sezai Karakoç’un metni nerede bitiyor, ben nerede devreye giriyorum, pek fark edilmemişti. Yani Sezai Karakoç’un şiirsel ifadelerinin etkisiyle benim anlatımlarım da şiirsel bir nitelik kazanmış oluyordu.
Bu, bir anlamda Sezai Karakoç’un düşünce dünyasına adım atmam demekti. Sonunda yeni kazandığım düşünce dünyam çok net olmamakla birlikte yaşadığım duygusal hava bana heyecan veriyordu. Bu yüzden duygularımın düşüncelerimi de besleyeceğini düşünerek bazı bölümleri dönüp dönüp okuyordum. Kitap bunları doğrudan anlatmıyor ama duyguları ayaklandırarak düşünmeye kapı aralıyordu.
Sezai Karakoç tarihi nasıl yorumluyor, bizim toplum son asırda neler yaşamış, bu trajediyi nasıl atlatabiliriz gibi bir takım soru ve cevapları bu eser aracılığıyla yakalamaya başladım. İşin bütün püf noktası, metnin içinde giderek gelişen bir düşüncenin bir ucundan yakalanabilmesi ve sonrasında bütün olayların çorap söküğü gibi bir bir anlaşılır hâle geliyor olmasıydı…
Kendi çapımda Taha’nın Kitabı anlaşılır hâle gelince, Hızır’la Kırk Saat de daha geniş bir tarih yorumu olarak anlaşılıyordu. Bu kitaplara benzer bir de Gül Muştusu vardı. Daha sonraları Mona Roza şiirinin bir nüshasını edindim. Bunlar hep uzun soluklu şiirlerdi. Şiir kitapları arasına Sesler, Şiirler 1, Şiirler 2 ve Şiirler 3 de dâhil olmuştu.
Bu arada Sezai Karakoç’un daha başka kitaplarını da edinmeye ve okumaya başladım.
Yani giderek Sezai Karakoç’u tanımaya başlamıştım.
Genelde ‘nasıl tanıştınız’ gibi bir soruya ‘onunla nerede ve nasıl karşılaştınız’ şeklinde anlaşıldığı için buna uygun bir cevap verilir. Benim Sezai Karakoç’un kendisiyle karşılaşmam ancak birkaç yıl sonra olabildi. Bunu kendime hiç de dert edinmedim. O sıralar onu bir yerde görsem tanımam; hâlbuki onun şiir ve düşünce kitapları, düşünceleri, heyecanları, hayalleri benim için çok tanıdıktı.
Sözü, ‘birileriyle nasıl tanışmış oluruz’ sorusuna getirmek istiyorum. İfadeyi belki şöyle ortaya koymalıydım: Birilerini tanımak nasıl gerçekleşir?
Bu birileri hele Sezai Karakoç gibi kendi düşünce dünyasını kurmuş ve onu bize kitap kitap anlatmış bir kişi olunca, onu tanımanın, asıl onun düşüncelerinin bizde bir yankısının olmasıyla mümkün olacağını ifade etmek durumundayım. Aksi hâlde tanışılmış ve herkes kendi yoluna gitmiş olur.
Bu ‘tanıma’ kavramını biraz daha açmak gerekiyor. Birini tanımak, bunu bir yazar için ifade edelim, onun düşünceleri ile hemhâl olmak ve onlarla beslenmek olarak anlaşılmalı. Hatta mümkünse o düşünceleri bir adım öteye taşımalı insan, onun tutuşturduğu bir heyecanla yeni yeni yollara düşmeli. Ama şu da çok önemli, özellikle onun düşüncelerini tekrar ederek değil, onların etkisiyle kendi düşüncelerini üreterek yürümeli.
Sezai Karakoç’u vicahen tanıdığımda hiç heyecan duymadım. Çevremde onu gördüğünüzde hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz, diyenler olmuştu. Kendisiyle görüştük ve görüşme boyunca onu dinledim; orada, sanki onun bir kitabını okur gibi bir duyguya kapıldım. Yavaş bir tonda ve tane tane anlattı. Konu ne idi tam hatırlamıyorum ama kültürel bir konu olduğu aklımda kalmış. Konuyu bir ucundan yakalamış ve giderek konunun derinliklerine girmişti.
Ben onu tanıma heyecanını, asıl, eserlerini okurken yüksek seviyede duymuştum. Birçok şiirini hep aynı heyecanla okumuştum. “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiiri yayımlandığında ekin biçme mevsimiydi ve ben de köydeydim. Diriliş dergisinin o ayki sayısı akşam elime ulaşmıştı. Sabah dergiyi yanıma aldım. Uzak bir tarlada çalışacaktık. Yaya gidiyorduk. Yolda dergiyi karıştırırken şiiri gördüm. Hem yürüdüm hem şiiri okudum. Yaşadığım heyecanı tarif edemem. Hem hüzünlendim hem duygularım ve düşüncelerim beslendiği için sevindim. Bir hakikati yakalamak hiç de kolay değildir. Ben şiirde onu yakaladım. Yeşil sarıklı ulu hocaların bana öğretmediklerinin bazılarını bir şiirle öğrendiğim için mutluydum. Bu hüzünle dost olmuş bir mutluluk beni hiç terk etmedi. Hüznümüzü yüreğimize gömmüş, umutla yolumuza devam etmiştik. Bu kutlu yürüyüş bize mutluluk veriyordu.
“Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır / Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır / Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır”
Evet, bir düşünce dünyamız oluşmuşsa, o heyecanlarla sağlamlaşmıştı. Şunu özellikle vurgulamam gerekiyor: Bunlar aslında sonuçta kendi düşüncelerimizdi. Onlar Sezai Karakoç ile beslenmiş ve olgunlaşmıştı. Bu çark hep dönecekti. Beslenen ve olgunlaşan düşünce ve eylemlerimiz başkalarına da ulaşacak, onlar da zamanla benim yaşadıklarımı yaşayacaklardı.
Bunu birkaç örnekle anlatabilirim:
Hayat yolunda kendi adımlarımızla kendi yürüyüşümüzü yaparken, Sezai Karakoç’un metinleri bize hız veriyordu. Sözgelimi, “Türküler içinde en şen, en senin olanı söyle” mısraını bir düşünme anahtarı olarak yorumlayıp, dünyayı, çevreyi, insanı kendimize göre anlamlandırmak, kendi bilim dünyamızı kurmak, kendimize özgü bir çalışma hayatı oluşturmak; yani ne yapıyorsak kendimize yakışanı yapmak. İşte şiir bunu ihsas ettiriyordu. Ama bu, sadece ihsas ettirme noktasında da kalmıyor, bizi öyle olmaya ve öyle yapmaya zorluyordu. Hatta bunu bize emrediyordu.
Öğretmendim. “Bilirim her çorak toprağın bile var bir kehaneti / Bir kerameti” mısraları meslek hayatımda bana hep yol gösterdi. Bu yüzden hiçbir talebeyi başarısızlıkla itham etmedim. Onu eğitmeye başlamadan önce keşfetmek en önemli görevimizdi. Onun yeteneğini bulup çıkarmak, ona göre davranmak gerekiyordu. Sonuçta onun hangi bilgi ve beceri tohumuyla yeşerip şenleneceğine karar vermek ve onu o yöne kılavuzlamak gerekiyordu. Öğretmen olarak bunu yaptım ve başardım.
En yol vermez dağları dostlarımla aştım. Her şeyi alıp götüren sellerden dostlarımla geçtim. Hayatta o kadar engelle karşılaştım ki kimi dağ gibi, kimi sel gibiydi. Ama bakın hâlâ ayaktayım. Çünkü “dostlarımız geldi, öldü büyücüler” diyen birini tanımıştım. Bunu o yazmış, ben de okumuştum. Ama sadece okumamış, bu bana bir şeyler söylüyor, deyip onu hakikatiyle kavramaya ahdetmiştim. Hayatta büyük küçük demedim, hep dostlar edindim; büyücülere kurban gitmemek için buna mecburdum. Sıkıntılarım elbette oldu ama hep ayakta kaldım. Her yerde, her kesimden dostlar edindim. Gün geldi, “dost” isimli bir şiir bile yazdım: “Dostum / Kar ve yağmurda postum” Gördüğünüz gibi kısacık bir şiir, ama meramımı tastamam anlatıyor. Bana göre daha başka söze de ihtiyaç yok.
“Her insan bir haberdir.” Evet, nereye gitmişsek orada varlığımız kendini belli etmeli. Oradakilere bir haber getirmeli, o haberle onlar da canlanmalı, hareketlenmeli. Oradaki varlığımız belli olmalı, kendini hissettirmeli. Gittiğimiz yerdekilere katılmak değil, daha ötesi onların katılacağı yeni oluşumlara girişmeli. Oradakilere bir soluk, bir direnç, bir yenilik olmalı insan.
Sezai Karakoç’u tanıdım ve ondan aldığım hızla böyle böyle kendi yolumda yürüdüm.
Bir insanı tanımanın gereği de bu olmalı, diye düşünüyorum. En önemlisi de bize kendimizi buldurmalı.