Meğer Üstad yazıyı görmüş, okumuş. Çok sevindim, heyecanlandım, gururlandım da elbette. Hatta, yazını gördüm, samimi bir yazı, demiş ve hemen ardından da şunu eklemişti: “Suskun ve kırgın demişsin ama ne suskunum ne de kırgın. Şu kadar kitap yayınladım, orada duruyorlar. Kimseye kırgın da değilim, buradayım, kapım herkese açık.”
Saadettin ACAR
Yazar

İlk yazım ve ilk görüşmem
Üstad Sezai Karakoç ile ilk kez 1997 yılında görüştüğümü hatırlıyorum. İsmini çokça duyduğum, saygıyla andığım, kitaplarını büyük bir hayranlıkla okuduğum Üstad’ı tanımak istemiş ve Diriliş Yayınları’na ait telefonu arayarak görüşme talebinde bulunmuştum. Aslında görüşme cesaretini de onunla ilgili yazdığım bir yazıdan almıştım. Çünkü bu görüşmeden birkaç gün evvel ilk kez bir yazım yayınlanmıştı. Bu ilk yazım da onun hakkındaydı.
Yayınlanan ilk yazımın da bir hikayesi var, onu da kısaca anlatayım. O tarihlerde Sakarya’da öğrenciydim. Tatil dönemlerinde İstanbul’a geliyor, bulabildiğim işlerde geçici olarak çalışıyordum. O zamanlar Vakit Gazetesi’nde bir iş bulmuştum. Merhum Hasan Karakaya Ağabeyi bir vesile ile ziyaret etmiş, gazetede çıkan bir haberle ilgili bazı eleştirilerimi yöneltmiştim. Rahmetli beni sabırla dinledikten sonra ne yaptığımı, nerede çalıştığımı sormuş, ben de sabit bir işimin olmadığını, tatil dönemlerinde bulabildiğim herhangi bir işte çalıştığımı, okullar açılıncaya kadar bir yerlerde tutunup okul masrafımı biriktirmeye gayret ettiğimi söylemiştim. Bunun üzerine Hasan Ağabey, seni buranın santraline alsak, telefonlarımıza baksan olmaz mı? diye sormuştu, ben de büyük bir mutlulukla kabul edip gazetenin santralinde çalışmaya başlamıştım.
Gazetede çalışmaya başladıktan bir müddet sonra bir gün merhum Ahmet Kekeç Ağabey, çıkmak üzereyken yanıma uğradı. Bir yere telefon mu açacaktı, birini mi bekliyordu, tam hatırlayamıyorum. Bu arada ben de santral odasında, fırsat buldukça bir şeyler okuyor, bazen de notlar alıyordum. O aralarda elimde Monna Rosa şiirinin bir fotokopisi vardı ve şiirin arka yüzüne bazı notlar yazmıştım. Ahmet Ağabey (ah Ahmet Ağabey!), bir ara önümdeki notları gördü ve o babacan tavrıyla “delikanlı, sen bir şeyler mi yazıyorsun, bakabilir miyim” dedi. Bu beklemediğim bir ilgiydi. Elim ayağım birbirine dolaştı desem yeridir. Kem küm edip elimdekilerin basit bazı karalamalar olduğunu söylediysem de Ahmet Ağabey bakmak istediğini yineledi. Mahcubiyetle notlarımı uzattım. Önce şöyle bir baktı, sonra ciddi bir şekilde okumaya başladı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam girişte bulunan bir sandalyeye oturdu ve kötü bir el yazısıyla yazdığım o savruk ve dağınık notları baştan sona dikkatle inceledi. Sonra da “yahu bunlar güzel notlar. Sen böyle yazılar yazmaya devam edebilir misin” dedi. Doğrusu okumalarımdan bana kalanları not alıyordum zaman zaman ama bunlara yayınlanmaya değer metinler gözüyle bakmamıştım hiçbir zaman. Bu yüzden Ahmet Ağabeyin ilgisi beni şaşırtmıştı. Yazabilirim, dedim. “Pekiyi. Sen şu notlarını bir yazıya dönüştür, ben bunu gazetenin kültür-sanat sayfasında yayınlayacağım. Yazdıkça da ver bana, ben yayınlarım.” dedi. İnanamamıştım. Olur muydu böyle bir şey! Oluyormuş demek ki. Dediğini yaptım ve bir-iki gün sonra kendisine yazıyı teslim ettim. O da dediğini yaptı ve birkaç gün sonra gazetenin kültür-sanat sayfasında yazıyı benim imzamla yayınladı. O birkaç günlük süreçte yaşadığım heyecanı, gururu bugün bile unutabilmiş değilim. Böylelikle matbu olarak, ismimle ilk yazım basılmıştı. İşte bir Monna Rosa şiirinin fotokopisinin arka yüzüne yazdığım bu ilk yayınlanan yazım, Sezai Karakoç hakkında idi. Başlığı da “suskun ve kırgın bir filozof”tu. Yani yazı hayatım –eğer böyle bir şey varsa tabii- Üstad hakkında yazdığım bu yazıyla başlamıştır.
İlk yazım yayınlandıktan sonra gençliğin verdiği heyecanla ve biraz da yazımın yankısını görmek maksadıyla belki, bilemiyorum, Diriliş Yayınları’nı arayıp Sezai Karakoç’u ziyaret etmek istediğimi söyledim. Telefonda bana cevap veren ses olgun, hatta yaşlıca diyebileceğim, yorgun bir sesti. Kendimi tanıttım ve Sezai Karakoç’u ziyaret etmek istediğimi ama oraları çok bilmediğimi, adresi tarif etmelerini rica ettim. Karşımdaki ses bana yayınevine nasıl gelebileceğimi uzun uzun ve detaylı bir şekilde anlattı. O zaman Diriliş Yayınları Cağaloğlu’nda bulunan Derin Han’daydı. Konuştuğum kişi bana yolu tarif ediyordu: “Tramvaya binip Çemberlitaş ya da Sultanahmet durağında ineceksin. Çemberlitaş’ta inersen biraz ileri yürümen, Sultanahmet’te inersen biraz geri yürümen gerekecek. Oradan Nuri Osmaniye caddesine geçecek, köşede Cezeri Camii’ni geçtikten sonra sağa döneceksin.” Adresi not ettim ve bir-iki gün sonra da yayınevine gittim. Orada Üstad ile konuşmaya başlar başlamaz anladım ki telefonda konuştuğum kişi Sezai Karakoç’un kendisiymiş. Yani Üstad ile ilk konuşmam aslında bir telefon görüşmesi marifetiyle olmuştu.
O ilk ziyaretimde heyecanla, biraz da yeniyetmeliğin verdiği coşkuyla ve tabii yazımı görüp görmediğinin merakıyla, yayınlanan yazımdan da söz ettim. Meğer Üstad yazıyı görmüş, okumuş. Çok sevindim, heyecanlandım, gururlandım da elbette. Hatta, yazını gördüm, samimi bir yazı, demiş ve hemen ardından da şunu eklemişti: “Suskun ve kırgın demişsin ama ne suskunum ne de kırgın. Şu kadar kitap yayınladım, orada duruyorlar. Kimseye kırgın da değilim, buradayım, kapım herkese açık.” Ayrılmadan önce, efendim arada bir buraya gelebilir miyim? diye sordum. Burası sizin evinizdir, tabii ki gelebilirsin, dedi. İşte Üstad ile ilk temasım böyle başladı. Bu, o büyük adamı dünya gözüyle ilk görüşümdü. Aynı zamanda yaklaşık çeyrek asır sürecek olan ziyaretlerimin de başlangıcıydı.
Unutamadığım Bir Ziyaret
Monna Rosa ilk olarak 1951 yılında dergilerde parça parça yayınlanmış ancak yayınlanışının üzerinden yaklaşık yarım asır geçtikten sonra, 1998 yılında kitaplaştı malum. Bir ziyaretim de tam bu döneme denk gelmişti. Bu ilk ziyaretten sonra tatil dönemlerinde İstanbul’a gelişlerimde fırsat buldukça Üstad’ı ziyaret etmeye devam ettim. Monna Rosa yeniden yayınlandıktan kısa bir süre sonra yine Üstad’ı ziyarete gittim. Özellikle bu zamanı seçmiş değildim açıkçası, denk gelmişti yalnızca. O ziyarette, yer yer haddimi de aşarak ona kitap hakkında bazı sorular sordum. Bugünden bakınca bu soruları sormaya nasıl cüret ettiğime hâlâ inanamıyorum doğrusu. Mesela şiirin hikayesini, neden kitaplaştırmak için bu kadar zaman beklediğini öğrenmek istemiştim. Geyve yerine neden Gülce yazdınız, dedim. “Ben bir deliyim” yerine “ben öteliyim” gibi bazı kelime değişikliklerine dikkat çektim. Üstad sabırla beni geçiştirmeye çalıştı. Hatta akrostişi neden bozduğunu bile sormaya teşebbüs ettim. Bir takım kısa cevaplardan sonra dedi ki: “Sizin kafanızdaki sizin şiirinizdir. Benim şiirim budur” dedi. Bu şekilde ayrıldım oradan.
Yanından ayrılıp eve geçtikten sonra bu ziyareti not aldım. Birkaç gün sonra da ustam Ahmet Kekeç’e bu notlarımı gösterdim. Baktı, okudu, sonra da bunu yayınlayalım, dedi. Memnuniyetle verdim tabii. Bu ziyaretimin notları bir-iki gün sonra “Üstad Karakoç’la Birkaç Saat” başlığıyla gazetenin kültür-sanat sayfasının manşetinde yayınlandı. Yazının yayınlandığı gün sebebini anlayamadığım bir ilgiye mazhar oldum. Gazeteyi arayıp benimle görüşmek istediğini söyleyenler oluyor, Sezai Karakoç ile röportaj yapmak için aracı olmamı isteyenler bana ulaşmaya çalışıyorlardı. Enteresan bir gündü. Bu arada telefonları ben karşılıyorum ve arayanlara da o yazıyı yazanın ben olduğunu söylemiyorum tabii. Yazı röportaj değildi ama içinde soru cevap şeklinde bölümler olduğu için öyle değerlendirilmişti anlaşılan ve ilgi çekmişti. Kısa bir süre sonra da okullar açıldı, ben de İstanbul’dan ayrılıp yeniden Sakarya’ya gittim.
Bu olaydan yaklaşık bir yıl sonra yeniden Diriliş’e gittim. Ziyaretim esnasında Üstad’ı biraz sinirli ve keyifsiz gördüm. Ne Acar’dı dedi. İsmimi söyledim. Mardin’in hangi ilçesiydi diye sordu. Efendim Nusaybinliyiz ama Kızıltepe’de oturuyoruz, dedim. Birden, hiddetli bir şekilde “Sen dürüst değilsin. Buraya, yanımıza, bizi seven Anadolulu bir genç olarak geldin. Buradaki sohbeti de, bizimle röportaj yapmış gibi gazetelerde yayınladın” dedi. Ben bu tepki karşısında şok geçirdim doğal olarak. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemez halde donakaldım adeta. Çok üzüldüm, sarsıldım, korktum da. Yanlış yaptığımı anladım tabii. Gayri ihtiyari gözümden yaşlar akmaya başladı. Öyle bir niyetimin olmadığını, bir hata işlediğimi söyleyip özür diledim ama nafile Üstad bir türlü ikna olmuyordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Tabii Üstad’ın gazetelere konuşmadığını, röportaj vermediğini, özel hayatına dair paylaşımlardan rahatsızlık duyduğunu sonradan öğreneceğim ama olan olmuştu bir kere. Aslında yazının yayınlandığı günkü ilgiden de kuşkulanmış ve bir ziyaretin notlarının neden bu kadar abartıldığına anlam verememiştim. Ama tabii Üstad’ın bu prensiplerini de henüz bilmiyordum açıkçası. Demek ki bu yazıdan epeyce rahatsız olmuş ki yayınlanışının üzerinden yaklaşık bir yıl geçmiş olmasına rağmen unutmamıştı. Bu yüzden de bir türlü durmak bilmiyor, bana kızdıkça kızıyordu. Ben de başımı önüme eğip sustum bir süre sonra. Ama bir taraftan da gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. Merhum Üstad çok merhametliydi hakikaten, samimiyetime inanınca beni yatıştırmaya ve durumu alttan almaya başladı. Sonra orada bana bir şey söyledi ki onunla ilişkilerimde, yaşadığı süre boyunca bu tavsiyesine daima riayet etmeye gayret ettim. Dedi ki: “Burada olup bitenler ben hayatta olduğum sürece burada kalmalı. Burada konuşulanların dışarıya taşınmasına rızam yok. Ben istesem konuşur, röportaj veririm.” Bu şekilde gönlümü aldı ve beni yolladı.
Sezai Bey, o yazıdaki bir iki cümlemle ilgili de ayrıca sinirlenmişti hatırladığım kadarıyla. Mesela ondan önce yayınevine gittiğimi ve onun da yaklaşık bir saat sonra geldiğini falan yazmıştım yazıda. Üstad buna da çok kızmıştı. Sanki randevulaşmışız da ben geç gelmişim gibi bir şeyler yazmışsın bir de diye epey azarlamıştı.
Daha sonra şunu anladım. Monna Rosa hakkında yazdıklarım dikkat çekmişti çünkü yarım asırdır efsane gibi dolaşan bir şiir hakkında ilk ağızdan, yarım yamalak da olsa bir şeyler yazmıştım. Çok hayati bir şey yapmıştım aslında. Kimsenin konuşmaya cesaret edemediği bir konuda bazı ipuçları vermiştim. Ama bütünüyle cahil cesaretiyle elbette. O tarihten itibaren Üstad ile irtibatımı hiç koparmadım, daima ziyaret etmeye çalıştım, gidemediğimde hep aradım, sordum. Ama bir daha asla oraya dair hiçbir şey yazmadım. Hatta bu endişeyle, şahit olduklarımı kendime bile not almaya cesaret edemedim.
Bir Mektep: Diriliş Yazıhanesi
Evet, Diriliş Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki bürosuna 1997 yılının yazında ilk kez gittim. Sonrasında yayınevinde Üstad’ı ziyaretlerim hep devam etti. Bir gazetede yayınladığım ziyaret notlarımı ise pişmanlıkla ve mahcubiyetle hatırlarım daima. Hatta o gün yaşadıklarımı hiç unutmadığımı bile söyleyebilirim. Keşke yapmasaydım ama olmuştu bir kere. Çünkü mahrem sayılabilecek şeyler de vardı o konuşmanın içinde. Sonraları Üstad Sezai Karakoç’u ziyaret etmenin bir adabı olduğunu anladım ve ona hep riayet etmeye çalıştım. En önemlisi de mahremiyete saygıyı, her duyduğumu yazmamayı, yaymamayı öğrendim.
Diriliş Yayınları’na her gruptan insan gelirdi. Devlet yöneticilerinden öğrencilere, yazar-çizer kesiminden sıradan okuyuculara kadar herkesin teklifsiz, randevusuz bir şekilde Sezai Karakoç’la konuşabildiği bir mekandı Diriliş Yayınları yazıhanesi.
Tabii yazıhane deyince gözümüzün önüne, lüks mobilyalarla döşenmiş, konforlu, rahat, modern bir çalışma ortamı gelmemeli. Bir bölümünün depo olarak kullanıldığı, kalan 12-15 metrekarelik kısmında da Üstad Sezai Karakoç’un ve misafirlerinin oturması için iki-üç masa ve birkaç sandalyenin bulunduğu, sade, küçük bir mekandı orası. Küçüktü ama muazzam bir ağırlığı ve insanı sarıp sarmalayan manevi bir havası vardı.
Orada Sezai Karakoç’a herkes ulaşabilir, en olmadık soruları sorabilir ve Türkiye’nin en büyük şairi ve mütefekkiri ile muhabbet edebilirdi. Gerçi Üstad’ı tanıyanlar bir müddet sonra soru sormamaya ve sadece oturup dinlemeye giderlerdi oraya. Ama siz soru sormasanız bile muhakkak ilk kez orayı ziyaret eden bir misafir, bir okur çıkagelir ve Üstad’a sizin için muazzam bir fırsata dönüşecek sorular sorabilirdi. Üstad da hiç üşenmeden hepsine cevaplar vermeye çalışırdı. Orada Monna Rosa’nın hikayesini soranlara da rastladık, isimler vererek diğer şair ve yazarlar hakkında ne düşündüğünü merak edenlere de. Türkiye’deki siyasetin ve sosyal hayatın nereye doğru gittiğini soranlar da oluyordu, uluslararası siyaset hakkında görüşünü merak edenler de. Bu şekilde biz de sormak isteyip de soramadığımız birçok sorunun cevabını almış olurduk.
Diyebilirim ki en çok bu “tecrübesiz ziyaretçi”lerin sorularına verdiği cevaplar hoşumuza giderdi. Oradan bazı ince nükteler yakalamaya çalışırdık. Çünkü Üstad’ı tanıdıktan sonra artık çok fazla soru sormaya cesaret edemiyordunuz nedense. Karşınızda Türkiye’nin en büyük şairi, büyük düşünce ve sanat adamı vardı çünkü. Bu devin huzurunda sadece edeple oturur ve susardınız. İşte yeni gelenlerin sorduğu sorular, ondan yeni şeyler duyma/ öğrenme fırsatı veriyordu her seferinde.
Sezai Karakoç’un tüm yazı ve şiirlerinde hissettirdiği şeyi, Diriliş Yayınları’nın ofisinde de hissederdiniz. Orada dünya rahatına değer vermeyen, makamı, zevkleri, hazzı elinin tersiyle itmiş bir arif, bir bilge görürdük her seferinde. Ömrünü davasına adamış, ona rahatını ve hayatını feda etmiş bir dava adamını.
Diriliş Yayınları’nın bürosu bir mektep gibiydi bizim için. Yıllar içinde orada çok farklı simalar gördük. Birçok yazar ve sanatçıya orada rastlamak mümkündü. Türkiye’de düşünceye ve sanata değer veren birçok şahsiyet, bu küçücük mekânda Üstad Karakoç’un misafiri olurdu.
Üstad, yayınevini daha sonra Fındıkzade’ye taşıdı. Oraya da seyrek de olsa gidip gelmeye devam ettim. Son ziyaretlerimden birine dair bir hatıramı da burada paylaşmak istiyorum. Diriliş’in Fındıkzade’deki yerine değerli şair dostum Ahmet Murat ile gitmiştik. Orada söz döndü dolaştı, Ahmet Haşim’e geldi. Üstad Sezai Karakoç bizlere dedi ki: “Ahmet Haşim’in Müslüman Saati başlıklı yazısı ne güzeldir”. Sonra, biriniz bulun bu yazıyı da okuyun bize, dedi. Bir arkadaş internetten buldu, yüksek sesle okumaya başladı. Üstad pür dikkat, yer yer “muazzam, muhteşem” diyerek, arada tashihler de yaparak dinledi. Bu yazıya özel ve ayrı bir dikkatinin olması benim açımdan önemli bir nokta oldu. Yazı bitince, Müslüman, zaman ve saat ilişkisi bağlamında yazıyı değerlendirip bir şeyler söylediğini de hatırlıyorum.
Güzel Şahitliklerin Önemi
Bugünden bakınca, yarım asra yaklaşan ziyaretlerimin, görüşmelerimin, şahitliklerimin en azından önemli olanlarını keşke bir yerlere kaydetseymişim diye çokça hayıflandığım oluyor. Bu uzun yıllar boyunca Üstad’ın özel hayatı, şahsiyeti hakkında çok kıymetli tanıklıklarım oldu ve maalesef birçoğunu da unuttum. Hatta zamanla şu noktaya geldim. Sezai Karakoç, elbette büyük bir şair ve mütefekkirdir ama onu asıl büyüten şey yazdıklarıyla örtüşen, fikriyatıyla ve sanatıyla bütünlük arz eden o sağlam karakteri ve şahsiyetidir. Şahsiyeti asla yazdıklarından geri kalmayan bir yücelik ve büyüklükte idi. Onu tanıdıkça, ona yakınlaştıkça yazdıkları daha bir değer kazanıyordu gözünüzde. Bir çelişki, bir tenakuz yoktu hayatı ile yazdıkları arasında. Duyumsamadığı, hissetmediği bir hayatın rolünü yapmıyordu. Hayata bütüncül bakıyordu. Yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan, doğru, dürüst, samimi, dertli bir insandı. Hatta şunu düşündüğüm de çok olmuştur: Acaba yaşantısı mı fikirlerini ve şiirini besleyip büyütüyor, yoksa fikirleri ve şiiri mi hayatına istikamet ve yön tayin ediyor? Hayatı ve düşüncesi birbiriyle o kadar tutarlı, birbirine o kadar geçgin ve birbirinden o kadar ayrılmazdı.
Bu vesileyle şunu da not düşmek isterim: Üstad’ın fikirlerine, sanatına ve poetikasına dair ulaşabileceğimiz çok fazlaca malzeme var. Elimizin altında bulunan eserlerinden, hakkında yazılan ve yapılan çalışmalardan bu alandaki öncülüğünün ve büyüklüğünün izini sürmek çok kolay ve mümkün pekala. Ama şahsiyetine dair veriler ise neredeyse yok denecek kadar az maalesef. Muhtemeldir ki, bu hassasiyetlerinden dolayı sevenleri, yakınında bulunanlar, ona dair bir şeyler yazmaya cüret edememişlerdir. Öyle ya, üzülmesini kim isterdi ki! Ama öte yandan hatıralar, tanıklıklar, günlükler dışında da bir insanın duruşuna, iş tutuş şekline, şahsiyetine ışık tutacak kaynak bulmak da çok zor hatta imkansız nerdeyse. Bu sebeple, Üstad’ın vefatından sonra ona dair hatıraların yayınlanmasının çok kıymetli olacağını düşünüyor ve bunu önemli buluyorum.
Sezai Karakoç, şairliğinin ve mütefekkirliğinin yanında ve üstünde, insani yanı ağır basan güçlü ve müstakim bir karakter olarak benim hayatımda kritik bir yer edinmiştir. Tabii ki fikir dünyasıyla da şiirleriyle de hemhal oldum daima ama yanına her gidişimde, onunla her konuşmamda insanı sarıp sarmalayan şahsiyetine ve şiirini de fikrini de besleyen, destekleyen, onlarla tutarlılık arz eden ahlaki duruşuna, her münasebette kendini gösteren güçlü karakterine şahit olmak, onu gözümde daha çok büyütüyordu.Bu yüzdenonu tanıdığım günden bugüne şiirlerini de fikirlerini de hep bu güçlü şahsiyetinin şemsiyesi altında okumaya, yorumlamaya ve anlamaya çalıştım.
Üstad Sezai Karakoç; yazılarında, şiirlerinde kimi ve neyi yazıyorsa günlük hayatında da aynı isimleri ve konuları konuştuğuna şahit oldum her zaman. (Bu arada temennimdir, inşallah deyip buraya not düşeyim: İnşallah biri çıkar da Sezai Karakoç’un eserlerindeki kavramların ve isimlerin bir haritasını çıkarır. Bunun çok hayırlı bir iş olacağını düşünüyorum.) Sezai Karakoç’un yazısı, şiiri ve hayatı arasında asla bir tenakuz yoktu. Şahit olduğum kadarıyla günlük hayatında da Ahmet Haşim vardı, Yahya Kemal’den söz ederdi, Necip Fazıl’ın adı geçerdi. Mevlana’ya, Yunus’a atıflar yapardı. İslam medeniyet birikimini ve düşünce mirasını çok iyi biliyordu elbette. Fuzuli’ye, Baki’ye, Osmanlı şiirine, sanatına, edebiyatına hakimdi zaten. Oradan beyitler okur, çeşitli isimlere işaret ederdi. Dolayısıyla şiirlerinden sakladığı, yazılarına koymadığı bir isim yoktu nerdeyse. Onun yazdıklarının dışında bir hayatı, insanlardan gizlediği bir ajandası ve gündemi yoktu. Çok tutarlı bir hayattı onunkisi hakikaten. Orada rolden ve gösterişten eser yoktu.
Şunu da çok isterim doğrusu: O hayattayken hassasiyetlerinden dolayı yazılmıyordu bazı şeyler. Şimdi artık şahsiyetine ışık tutacak anekdotlar, olaylar, hatıralar yazılmalıdır. Onunla uzun yıllar beraber olan ağabeylerimiz, hocalarımız, büyüklerimiz var, bu onların ve hepimizin mesuliyetidir. Umarım ki Sezai Karakoç’a dair anekdotları bundan sonra daha çok duymaya, okumaya başlarız. Çünkü hayattayken onun yakınında bulunan sevenleri, hassasiyetlerini bir şekilde gözetiyor, özel meclislerde kendi aralarında konuşmalar dışında kimse bu tanıklıklarını yazmaya, yayınlamaya yanaşmıyordu. Ama bundan sonra yazılacaktır inşallah diye umut ediyorum. Elbette mahremiyet esasına ve Üstad’ın hassasiyetlerine dikkat ederek ve aziz hatırasını rencide etmeden yapılacaktır bunlar şüphesiz. Başka türlüsü düşünülemez bile.
Aslında bu mesele geleneğimizde de çok gördüğümüz, sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur. Tabakat kitapları var mesela, ne kadar önemli bir yer tutuyor hayatımızda değil mi? Biz büyüklerimizi sadece onların yazdıklarından, eserlerinden değil aynı zamanda onlarla ilgili sağlam kaynaklardan ve anlatılanlardan da biraz siretlerinden, tezakirlerden öğreniriz aslında. Özellikle bir şekilde irfani gelenekle, İslam kültür mirasıyla ilişki kurmaya çalışan insanlar olarak bizlerin büyüklerimizle ilişkileri çoğunlukla bu şekilde olagelmiştir. Sözgelimi İmam Gazali, bütün yazıp ettikleriyle önemlidir tabii ki ama el-Münkız mine’d-Dalâl bir otobiyografi olarak, içindeki gelgitleri anlatması açısından ve büyük fikrine ve çilesine ışık tutan bir yatak olması bakımından çok kıymetlidir. Keza menakıb kitapları da önemli şahsiyetleri tanımak için en önemli birincil kaynaklarımızdır. Dolayısıyla Üstad ile ilgili hatıralar da bu anlamda çok değerli olacaktır şüphesiz. Aynı şekilde Üstad’ın yayınlanmış ve varsa eğer yayınlanmamış hatıralarının da toplu olarak gün yüzüne çıkmasını büyük bir ümit ve heyecanla bekliyoruz doğrusu. Üstad’ın hatıraları, Türkiye tarihinin en çalkantılı ve kritik dönemlerinden olan son 70-80 yılına değerli bir tarihi vesika olarak ışık tutacaktır şüphesiz.
Şunu da ekleyeyim ki yanında bulunanların, onunla dergicilik yapanların ve siyasette onunla beraber yol yürüyenlerin, bütün bu hallerine şahit olanların anlatacakları, söyleyecekleri, Sezai Bey ile ilgili zihnimizdeki fotoğrafın daha da belirginleşmesini sağlayacaktır. Peki, bu anekdotlar o büyük ve yer yer efsaneleşen fotoğrafa bir halel getiremez mi acaba? Bu anlamda da en ufak bir şüphe ve kaygı taşımıyorum doğrusu. Çünkü Üstad hakkında anlatılacak şeylerin, onun zihnimizdeki ve kalbimizdeki yerini daha da güçlendirecek ve gerçek kılacak veriler olacağını düşünüyorum. Zihnimizde dolaşan ve çoğu yerde bir veriye dayanmayan o ulvi hasletlerin, bu şekilde daha yerli yerine oturacağını düşünüyorum. Bu yüzden Sezai Karakoç’un gündelik hayatının yansımalarının, insan ilişkilerinin, dini yaşantısının ve hassasiyetinin, para, makam, dünya karşısındaki tavrının, zahitliğinin, müstağniliğinin, vefasının, merhametinin, azminin, cömertliğinin, diğerkâmlığının, derdinin ve müstakim duruşunun şahidi olacak bu tanıklıkları, bir millet ve ümmet büyüğünün örnekliğini belgelemesi açısından çok değerli bulduğumu yinelemek istiyorum.