“Sonunda Hep O’nun Dediği Olur!”

İlk Ramazan – İlk Savaş

İşte biz de arifesinde olduğumuz Ramazan ayı için ya da hayatımızın tüm safhalarında hep bir şeyler planlıyoruz, ümit ediyoruz ve peşinde koşuyoruz. Ancak olanla, bizim peşinde olduğumuz her zaman aynı olmuyor. O zaman kendi hayatımız için seçimlerimiz ve gayretlerimiz hep Allah Teâlâ’nın rızasına uygun olsun.

Ömer Faruk TAŞDELEN

İMH Teşkilat Sekreteri

Allah, bir şeyin olmasını dileyince bütün sebepleri onu gerçekleştirecek şekilde seferber eder. Burada şaşırtıcı olan şudur: Söz konusu sebepler arasında insanlar da vardır ve insanlar, Allah’ın muradını, kendi hür iradeleriyle gerçekleştirirler. Onlara zorlama yapılmaz. Kur’an’daki bütün kıssalar, derinlemesine okunduğunda aslında hep bu olaya göndermeler yapıldığı görülür. Kur’an’daki kıssaların tümü insanların cüz’i iradeleriyle, Allah’ın küllî iradesi arasındaki ilişkiyi bir başka açıdan yansıtır.

Bunu bir kıssa üzerinden örneklendirelim: Cenab-ı Hak, Mısır halkının yedi yıl sürecek kıtlıktan kurtulmasını dileyince Hz. Yusuf’un (a.s.) bu kıtlığı önleyecek tedbirleri alması için onu Mısır’a getirmeyi diledi. Sonrasında bütün sebepler buna uygun gelişti. Ancak her bir aşamada insanlar kendi hür iradeleriyle hareket etti. Hz. Yusuf’un kardeşleri kendi iradeleriyle onu kuyuya attılar. Kervan, kuyuda bulduğu Yusuf’u kendi iradeleriyle köle diye sattı. Yusuf’u satın alan zât, kendi iradesiyle onu evlat edindi. Züleyha kendi iradesiyle Yusuf’la birlikte olmak istedi. Yusuf, Züleyha ve eşinin iradeleriyle hapse atıldı. Hapiste rüya gören iki kişi kendi iradeleriyle bu rüyayı Yusuf’un yorumlamasını istediler. Dönemin kralı, kendi iradesiyle hapisten kurtulan kişiyi kendine şarap servis etmesi için hizmetçi kıldı. Bu hizmetçi, kendi iradesiyle kralın rüyasını Yusuf’a anlattı. Kral kendi iradesiyle Yusuf’u Mısır’da ekonomiden sorumlu yetkili tayin etti. Sonuç: Allah’ın dediği oldu. Ancak herkes bu planda kendi özgür iradesiyle hareket etti. İşte işin mucizevi yönü budur.

Bize cüz’i irade verilmiştir. Biz kendi seçimlerimizi yaparız ve seçimlerimizden de sorumlu oluruz. Ancak bizim cüz’i irademiz, Allah’ın küllî iradesinden bağımsız değildir.

“Sonunda hep O’nun dediği olur!”[1]

İlk olmak her zaman zordur. Bir o kadar da kıymetlidir. Sonrakilere örneklik teşkil etmesi sebebiyle önemli ama bilinmezlikler taşıması sebebiyle de ürkütücüdür. Hele hele bu ilk olma özelliği yurtlarından hicret etmek zorunda bırakılmış, tanımadıkları başka bir şehirde tanımadıkları insanlarla birlikte yaşamak zorunda kalmış, hatta o toplumun verdikleri ile hayatlarını idame etmek zorunda kalmış iki ayrı dünyanın insanlarından oluşan bir topluluksanız, sizin için her şey çok daha zor olur.

Her şeylerini Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret eden Muhacirler ile onlara tüm benlikleriyle kucak açmış Ensar arasında kardeşlik ilan edilmiş ve bu iki ayrı topluluktan “birbirlerine bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmiş”[2] tek bir toplum oluşturmak için İslam’ın birleştirici gücünü kullanıyordu Allah Resûlü (s.a.v).

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medine’ye adımını atar atmaz ilk yaptığı, kendisine hem ev hem de karargâh olacak Mü’minlerin bir araya gelip namaz kılacağı bir yer edinmek ve buranın inşaatına başlamak oldu. Daha sonra nüfus sayımı, sınırların belirlenmesi ve Medine Pazarı’nın kurulması izledi.

Adım adım “İslam Devleti’ne” giden yolun taşları yerleştiriliyordu. Yavaş yavaş Medine ve civarında Müslümanların hâkimiyeti hissedilince Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ticaret yollarını kontrol altına almak ve Medine’yi daha güvenli bir hâle getirmek için daha uzak bölgelere gözcüler ve “Seriyye” adı verilen küçük birlikler göndermeye başladı.

Hicretin 2. yılında bu habercilerden Mekke’den Ebu Süfyan komutasında 1000 develik bir kervanın yola çıkıp kuzeye, Şam bölgesine gideceği öğrenilince Efendimiz (s.a.v) bu kervanı izlemek amacıyla gözcüler göndererek bu kervanı ele geçirmek için plan yapmaya başladı.

Kervanın Şam’dan yola çıktığının haberini alınca Efendimiz (s.a.v) ashabıyla birlikte 12 Ramazan’da (9 Mart 624)[3]Medine’den kervanı yakalamak üzere yola çıktı.

Başta da söylediğimiz gibi ilk olmanın tüm ağırlığını sürekli yaşayan “ilk Müslümanlar” Sahabe Efendilerimiz, Prof. Dr. Soner DUMAN Hocamızın ifade ettiği gibi Allah’ın (cc) kendileri için takdir ettiği ama kendilerinin henüz bilmedikleri “İlk Savaşlarına” doğru yola çıktıklarında aynı zamanda “ilk Ramazan’larını” ifa ediyorlardı. Aslında o güne kadar hayatlarında oruç vardı ama bugün bildiğimiz şekliyle belirli saatte “sahur” yapılan, “teravih” kılınan,“bir ay” arka arkaya oruç tutulan, “fıtır sadakası” verilen ve kameri aylardan “Ramazan” ile başlayıp Ramazan’ın bitmesiyle “Bayram” yapılan “İlk Oruç”, hicretin 2. yılında Şaban ayında Bakara sûresinin 183, 184 ve 185. ayetleriyle “farz” oldu.

“Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı. İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerden sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur olmadan yapan için bu (yaptığı) iyidir. Ama orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık içinizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, size doğru yolu göstermesinden ötürü Allah’ı tazimle anmanız için ve şükredesiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).” [4]

Bu ayetler nazil olunca Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hutbe ile Ramazan’ın faziletini ve nasıl ifa edileceğini uzun uzun anlatıp, ashabından Kur’an-Kerim’in nazil olmaya başladığı yani Kur’an ayı olan bir başka deyişle peygamberliğin geldiği İslam’ın neşvünema bulduğu bu ayın sıradan olmadığını, onun ifası için normal zamanlarda yapılan ibadetlerin hayır hasenatın yeterli olamayacağını belirtmişti. Hatta hayatlarına ilk defa bir aya özgü bir “sadaka”[5] girmişti.

“Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu ateşten kurtuluş”[6] olan bir ayda ve hatta şeytanların bile zincire vurulduğu bir ayda “Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve meredei şeyâtîn (inatçı şeytanlar) zincire vurulur.”[7] Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v) dizinin dibinde Ramazan’ı idrak etmek, yaşamak Sahabe Efendilerimiz için bir ilkti ama yüce Rabbimiz onlar için bir ilk daha murad etmişti: “Bedir Gazvesi.”

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) kervanın Medine hizasına yaklaştığı haberini alınca hemen ashabından sefer hazırlığı yapılmasını istedi, “Mekke’ye dönerken uğrayacağı Bedir’de ele geçirebileceklerini” söyledi. Hızlıca hazırlanan Sahabe Efendilerimiz 313[8] kişi olarak Medine’den yola çıktı. Hedef bir savaş değil, kervanı yakalamak olduğu için hemen hazırlanabilenlerle yola çıkıldı. Arkada kalanlar hiçbir zaman kınanmadı. Hatta izin alanlar da Rasulullah (s.a.v) tarafından Bedir Ashabından sayılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v), bugün Ambariye Tren Garı’nın duvarları içinde kalan su kuyusunun bulunduğu Sukya[9] denilen yere gelince ki bundan sonra her seferinde burada konaklamıştır. Orduda görevlendirmeler yaparak yaşı küçük olan sahabileri geri çevirmiştir. Yerine önce Abdullah b. Ümmü Mektûm’u (r.a) vekil tayin etmiş daha sonra Ebû Lübâbe’yi (r.a) vekil tayin edip Abdullah b. Ümmü Mektûm’u (r.a) da namaz kıldırmakla görevlendirmiştir. Sancaktarlık görevine Mus’ab b. Umeyr (r.a), Hz. Ali (r.a) ve Sa’d b. Muâz’ın (r.a) tayin edildiği İslâm ordusunun sayısı, yetmiş dördü muhacir, geri kalanı Ensar’dan olmak üzere 313 kişiydi. Orduda yetmiş deve ve iki de at bulunuyordu.

Küçükler ayrılırken yaşı on altı olmasına karşın ufak tefek olduğu için ayrılan Umeyr b. Ebi Vakkas (r.a) -beline kılıç takılınca yere sürtüyormuş- yeminler ederek yalvarıyormuş, ben on altı yaşındayım diye. Şehadet aşkıyla yanıp tutuşan bu genç sahabi, Bedir Gazvesi’nde şehid olan 14 sahabeden biri olacaktı.

Bedir’e doğru yola çıkan İslam ordusu binek sayısının az olması sebebiyle ikişerli, üçerli olarak nöbetleşe develere biniyorlardı. Efendimiz belli bir süre yol alındıktan sonra oruçlarını açmaları istedi sahabilerinden. Onlar tereddüt edince kendisinin de orucunu açtığını ifade etti.

Ebu Süfyan, Rasulullah (s.a.v) Efendimizin gözcülerini fark edince hemen Bedir üzerinden gitmekten vazgeçerek yönünü Kızıldeniz sahili yönüne çevirdi ve yaygaracı bir adamı da bol para vererek Mekke’ye gönderdi. Bu adam en hızlı şekilde Mekke’ye vararak üstünü başını parçalayıp yaygara koparmaya başladı, “Muhammed kervana saldırdı, kervan elden gitti, koşun yetişin!” diye tüm Mekke’yi ayağa kaldırdı.

Ebu Cehil hemen bir ordu hazırlamak için herkesi seferber etti. Neticede çok kısa bir süre içinde Kureyş kabilesinin bütün kollarından toplanan bin yüz kişi Ebû Cehil kumandasında Mekke’den yola çıktı. Müşrik ordusunda 700 deve, 100 de at vardı. Kureyşliler Cuhfe’ye geldiklerinde, Ebû Süfyan’ın habercisinden kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine ve içlerinden yüz elli kişilik bir grup savaşa gerek kalmadığını söyleyerek geri dönmelerine rağmen hazırladıkları ordunun büyüklüğünü ve gücünü Müslümanlara göstermek isteyen Ebu Cehil, tüm ısrarlara rağmen hatta ordunun içinde huzursuzluk çıkmasına rağmen yola devam kararı aldı.

İslam ordusu Bedir’e yaklaşınca Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) kervanın kaçtığı haberini alıp ashabını topladı ve istişare etti. “Biz kervan için yola çıkmıştık, ancak şimdi karşımızda Mekke ordusu var ne diyorsunuz? Savaşalım mı? Geri mi dönelim?” Hz. Ebu Bekir (r.a) hemen ayağa kalktı ve “Ya Rasûlullah söz senindir. Sen ne söylersen söyle, bizi sana itaat eder bulacaksın.” dedi. Ancak Efendimiz (s.a.v) tekrar sordu. Arkasından Hz. Ömer (r.a) “Ya Rasûlullah niye bize soruyorsun? Biz senin elinde çekilmiş kılıçlarız. Sen ister çekersin, istersen kınına koyarsın.” dedi. Efendimiz (s.a.v) tekrar sordu. Bu sefer ordudaki iki süvariden biri olan Mikdâd bin Amr (r.a) kalktı. “Ya Rasûlullah, bize niye soruyorsun? Sen bize ne dersen bizi yanında bulacaksın. Biz asla İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya (a.s) dediği gibi ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın’ demeyiz. Bizi her zaman yanında göreceksin.” Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) tekrar sordu. O ana kadar konuşanların hepsi, Muhacirdi. Orduda ağırlık Ensar’dan oluşuyordu ve Ensar, Akabe’de Medine’de korumak üzere söz vermişti. Şimdi Medine dışında bir savaş söz konusuydu. Bunun üzerine durumu anlayan Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d bin Muaz (r.a) ayağa kalkarak, “Ya Rasûlullah, sen bizim ne düşündüğümüzü soruyorsun herhalde. Ayağa kalk ve yürü, bizi arkanda bulacaksın. Sen atını Kızıldeniz’e sürsen, biz de hiç tereddüt etmeden arkandan dalarız.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimizin (s.a.v) mutluluktan dişleri görünecek kadar tebessüm etti.

Ardından ordu Bedir’e doğru yola çıktı. Bedir’e gelince Allah’ın Rasûlü (s.a.v) Bedir kuyularının arkasına karargâh kurulmasını emretti. Ancak bize çok büyük bir ders verecek olan işin ehli ile istişare etmenin önemini anlatan bir olay yaşandı. Hubâb ibn Münzir (r.a) gelerek “Ya Rasûlullah, burada konaklamak senin fikrin midir? Yoksa Allah’ın emri midir?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v), “Benim fikrimdir.” deyince. “Ya Rasûlullah, karargâhı su kuyularının arkasına değil de önüne kuralım. Böylece Kureyş ordusunun su almasının da önüne geçmiş oluruz.” dedi. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bu görüş doğrultusunda orduyu konuşlandırdı.

İki ordu karşı karşıya geldi ve yapılan dualara icabet eden Yüce Rabbimiz üç bin melekle İslam ordusunu destekledi. Mekke’nin birkaç kişi hariç tüm ileri gelenleri bu savaşta öldürüldü. Efendimizin (s.a.v) ifadesiyle “Mekke ciğerparelerini sizin önünüze sermiş.” diyerek girişilen bu savaş, mutlak bir galibiyet ile sonuçlandı. Mekke ordusu dağıldı, yetmiş müşrik öldürüldü, yetmiş müşrik esir alındı.

“Nitekim müminlerden bir kısmı isteksiz oldukları hâlde Rabbin seni, doğru bir kararla evinden savaşa çıkarmıştı. Doğru olan apaçık ortaya çıktıktan sonra, sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi bu konuda seninle tartışıyorlardı. Hatırlayın, Allah size ‘iki topluluktan biri sizindir’ diye vaad ediyordu, siz güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz, Allah ise iradesi ve sözleriyle hakkı hâkim kılmayı ve inkâr edenlerin kökünü kesmeyi murad ediyordu ki, böylece günah yolunu tutanların hoşlarına gitmese de hakkı hâkim, bâtılı geçersiz kılsın! Rabbinizden yardım dilediğiniz zamanı hatırlayın. Hemen size, ‘Meleklerden peşi peşine gelen binlik kuvvetlerle ben size yardım edeceğim’ diye cevap verdi. Bunu yalnızca müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Zaten yardım ancak Allah tarafındandır. Allah, kuşkusuz izzet ve hikmet sahibidir.”[10]

Medine’den bir kervanı yakalamak üzere yola çıkan İslam ordusu, artık Arap Yarımadası’nda her yerde konuşuluyordu. Sahabe Efendilerimiz, yetmiş kişinin koruduğu büyük bir kervan ile karşılaşmayı düşünerek yola çıktı ama olan onların umduklarından çok farklı olmuştu.

İşte biz de arifesinde olduğumuz Ramazan ayı için ya da hayatımızın tüm safhalarında hep bir şeyler planlıyoruz, ümit ediyoruz ve peşinde koşuyoruz. Ancak olanla, bizim peşinde olduğumuz her zaman aynı olmuyor. O zaman kendi hayatımız için seçimlerimiz ve gayretlerimiz hep Allah Teâlâ’nın rızasına uygun olsun.

Neticesinde, “Sonunda Hep O’nun Dediği Olur!”


[1] https://twitter.com/Soner__Duman/status/1503623267504037889

[2] Buhârî, Salât 88

[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/bedir-gazvesi

[4] Bakara Sûresi, 2/183-185.

[5] Fıtır Sadakası (Fitre).

[6] Beyhâki, Şuabu’l-İman, 5/223.

[7] Buhârî, Savm, 5.

[8] Bu sayı hakkında değişik kaynaklarda, 305, 313, 319 gibi farklı sayılar verilmiştir.

[9] “Su ikram edilen yer” anlamına gelir. (Halife Ömer bin Abdülaziz (Rhm) döneminde bir mescit yapılmıştır.)

[10] Enfal Sûresi, 8-10.