Anlamlı cümle kurmanın önemsenmesi kadar ahlaki hayatın da önemsenmesi; uçurumun kenarında olan bizler için ve güya rehber olmaya çalıştığımız gençlerimiz adına hayati bir öneme sahiptir.
Mülayim Sadık Kul

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarız her hayırlı işimize. Hadiste emrolunan bu buyruk Ataullah İskenderî’nin dilinden “başı hayır/parlak olanın sonu da hayır/parlak olur” ifadesine dönüşür. Dolayısıyla tüm işlerin hedefi, rahmete ulaşmak, rahmetten mahrum kalmamak şeklinde özetlenebilir. Öyle ya dinin vazedilme hikmeti mecellede “maslahatın celbi ve mefsedetin def’i” olarak külli bir rahmet kaidesine dönüştürülmüş değil midir?
Bu bağlamda, İnsicam dergimizin bu sayısını merhamet konusuna tahsis etmiş olması pek çok açıdan isabetli bir tercih. İdrak etmekte olduğumuz rahmet iklimi Ramazan’ı ifade eden daha güzel bir kelime bulmak gerçekten çok zor. Yaratılışın, Mevla’nın muhabbet ve rahmet sıfatının bir tecellisi olduğundan hareket edersek, bu varoluş hakikatini tüm benliğimizle idrak edebileceğimiz bu aydan daha güzel bir zaman dilimi düşünülemez. (Gazâlî, el-Maksadu’l-esnâ fî şerhi esmâi’llâhi’l-hüsnâ, s. 123) İlk vahyin ve Kur’an’ın bu ayda inmesi, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesini bu ayın konuk etmesi hep bu manayı teyit etmektedir. “Başı rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem azabından azat olunma” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, 5/223; Kenzu’l-Ummal, 8/477) müjdesini barındıran başka bir zaman dilimi var mıdır? Sultanlık payesinin bu aya verilmesi de bizim kadim geleneğimizin, ecdadın bu aya yüklediği kutlu anlayışın bir göstergesidir.
Rahmet ayı Ramazan’ın taşıdığı maddi ve manevi güzellikleri ifade ediyor olmasının yanında aynı zamanda tüm insanlığın kurtuluş reçetesi olan mana da “merhamet” kavramı içinde mündemiçtir. Ademoğullarının bugün yaşadıkları insanlık dramı ve zulümler hep bu mananın kaybedilmiş olmasıyla alakalı değil midir? Alemlere gönderiliş sebebi Kur’an’da “rahmet” kavramıyla muştulanan Peygamber Efendimiz’in “Ben rahmet peygamberiyim” hadisi de (Müslim, Fezâil 126; Tirmizî, Daʿavât 118) bu hakikati teyid etmektedir.
İnsanın Rabbi ve çevresiyle olan tüm ilişkilerini rahmet merkezli açıklayan başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” (Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65). Bu manayı daha geniş bir çerçeve de ele alan diğer bir hadis-i şerif ise şöyledir: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16) Kendisi Rahmân ve Rahîm olan Allah, mesajını rahmet kaynağı, elçisini de Rahmet Peygamberi olarak müjdelemiş, insan neslinin neşvünema bulduğu yere rahim denilirken, kendi merhametinin tecelli şartını da sıla-ı rahim şartına bağlamıştır. Dolayısıyla rahmet kelimesinin tüm müştâkları ve içerdiği manalar çerçevesinde, bugün insanoğlunun muhtaç olduğu en önemli erdem, merhamet duygusudur diyebiliriz. Dinimizin varlık felsefesini, İslam medeniyetini ve yaşadığımız hayatı anlamlı kılan en önemli umdelerden birinin “merhamet” kavramı olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Öyle olmasaydı pek çok sahih rivayete göre tüm celâl ve cemâl sıfatlarını cem eden ism-i âzam olduğu bildirilen ism-i zât, Allah isminin yanına, rahmet tecellisinin muşahhaslaştırıldığı Rahmân ve Rahîm sıfatları konulur muydu? (el-Maksadu’l-esnâ, s. 118-119) Tevhid’in mütemmim diğer yarısını ifade eden Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) âlemlere rahmet olarak muştulanır mıydı? Dolayısıyla Tevhid’in bu manada, rahmet ilişkisi sarmalında, farklı bir anlam ve boyut kazandığını söyleyebiliriz. Rahmân ve Rahîm sıfatlarının, Yaratan ve yaratılış bağlamında içerdiği ince manaları, etimolojik ve ıstılahi tahlilleri, son dönemin en yetkin tefsirlerinden biri olan Elmalı’nın Fatiha tefsirinde, çok daha derinlemesine ve tafsilatlı olarak bulmak mümkündür. Rahmet kavramının ihata ettiği manalar deryasına yelken açtığınızda, ilâhi rahmetin hepimizi, yazanı, okuyanı ve vesile olanıyla kuşatmış olacağından şüpheniz olmasın.
Ramazan ve merhamet kelimesinin muhtevi olduğu ve bize hatırlattığı tüm bu manalarla, geçen sayının ana konusu olan diriliş şair ve düşünürü Sezai Karakoç arasında bir köprü kurmak gerekirse onun tüm Ramazan yazılarını topladığı “Samanyolunda Ziyafet” adlı kitabına işaret etmek gerekir. Bu makalede Ramazan bağlamında ifade etmeye çalışacağımız tüm mana ve lezzetleri, onun gönül sofrasında diriliş muştusu tadında bulabilirsiniz. Burada kitabına da isim olarak verdiği yazısında yaptığı enfes tespitlerden bir demetle ruhunu şad edelim. Üstad, bir çok güzel tespitin yanında Ramazan bağlamında şunları da terennüm eder:
“Yüzünde nur, elinde Kur’an, dudaklarında salavât, yüreğinde Yaratan sevgisi ve korkusu, hayalinde ideal İslâm yurdu, kafasında gerçekçi gurursuz akıl, ruhunda ve vücudunda namaz, Mü’min ve Müslüman aydır bu gelen; Oruç ayı.
…Hayvandan meleğe doğru yolculuk, içteki karanlıkların eriyişi, yerini metafizik ışıkların alması Oruçla…
… Gerçek gün doğuşu, gerçek kuşluk; gerçek öğle; gerçek ikindi; gerçek akşam ve gün batışı, gerçek gece ve yatsı, Oruçla.
Gerçek zaman Oruçladır.” (Samanyolunda Ziyafet, s. 9-10)
Merhamet kavramı bağlamında dile getirdiğimiz bu manalar, çok daha geniş bir çerçevede ele alınabilir. Bu geniş çerçevenin İmam Gazâlî tarafından nasıl kurulduğu ve doldurulduğu bu yazımızın da başlığını oluşturuyor. Bunları tespit için öncelikli olarak Gazâlî Hazretlerinin esmâ-i hüsnâ risalesine müracaat edeceğiz. Bu risaleye geçmeden önce de İhyâ başta olmak üzere diğer eserlerin de bu konuda neler söylediğine bir göz atacağız. Aslında Gazâlî’nin tüm eserlerini ve özellikle de İhyâ’sını bu gözle değerlendirmek gerektiğine inanıyoruz. Yani Hüccetü’l-İslâm, hem Yaratan’la ilgili söylediklerinde hem de yaratılanlarla ilgili tespitlerinde hep bu merhamet ve rahmet kavramı etrafındaki cilvelerden bahsetmektedir. Allah âlemi yokluktan varlık alanına merhamet ve muhabbet sıfatlarının bir tecellisi olarak çıkarmıştır. Dolayısıyla Gazâlî Hazretleri varlık tasavvurunu tamamen bu kavram çerçevesinde oluşturur. Bu sebeple varlığı mahzâ hayr ve rahmetin tecellisi olarak tasavvur eder. Şer varsa da bu aslında yine hayrın olması için bir vasıtadır ve dolayısıyla şerrin varlığı da son tahlilde Yaratan’ın merhamet ve sevgisinin bir neticesidir. (el-Maksadu’l-esnâ, s. 125)
İhyâ’nın son kitabını oluşturan “münciyât” bölümünün kalbi mesabesinde olan “muhabbet” bâbını okuyan bir kimse, Gazâlî’nin sadece bu konudaki fikri ve İhyâ’sı hakkında bir bilgiye ulaşmakla kalmaz aynı zamanda onun tüm varlık ve bilgi tasavvurunun bu kavram etrafında nasıl şekillendiğini de görme imkânı bulur. Varlığın ve yaratılışın temelini muhabbet ve ona bağlı en yakın kavram olan rahmette gören bir anlayış, İslam’ın üzerine temellendirildiği en önemli umdelerden bir tanesidir. Yukarıda ifade etiğimiz gibi Tevhid anlayışını da Gazâlî Hazretleri bu çerçevede tasavvur eder.
Gazâlî’nin yaratılış hakikatini rahmet penceresinde temaşa ettiğini ortaya koyan diğer önemli bir risalesi de “el-hikmetü fî mahlûkâti’llâh” adlı eseridir. Kur’an’ın yaratılışla ilgili ele aldığı pek çok mefhum ve kavramı konu ederek âlemdeki ince sanatı ve bu sanatın hikmetlerini tek tek sıralar. Âlemdeki diğer varlıkların kendisine musahhar kılındığı, ahsen-i takvîm olarak yaratılan insanı da konu edinerek, ondaki ilahi rahmet ve muhabbet tecellilerine işaret eder.
Gazâlî’nin “Allah’ın rahmetinin genişliği” başlığıyla rahmet konusunu geniş bir perspektifle ele aldığı diğer bir eser de “Faysalu’t-tefrika” adlı kitabıdır. Bu risalesinde Allah’ın rahmetinin, sadece dünyada değil ahiret hayatını da içine alacak şekilde, geçmiş ümmetlerin de çoğunu kuşatacağını söyler. Meşhur yetmiş üç fırka hadisini, başka rivayetlerden de istifade ederek farklı bir yorumla, insanların çoğunun kurtuluşa ereceği manasında anlar. Kendi zamanında yaşayan İslam davetinin ulaşmadığı Hristiyan Rum ve Türkler’in de ekserisini bu rahmet kapsamında görür. (Faysalu’t-tefrika, s. 100-108)
Gazâlî Hazretlerinin esmâ-i hüsnâ risalesine geçmeden önce işaret etmekte fayda mülahaza ettiğim diğer bir kaynak da rahmet kavramının ele alındığı İhyâ’nın “recâ ve havf” bölümüdür. Bu bölümde de özellikle ‘kul neden ümitvâr olmalı?’ sorusuna Mevla’nın rahmet sıfatı üzerinden cevap aranır. Özellikle ayet ve hadislerde haber verilen merhamet merkezli müjdelere işaret edilir. Bunların en meşhurlarından, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” A’râf suresi 156. ayeti ve “Rahmetim gazabımı geçti” (Buhari, 3194, Müslim, 2751) kudsi hadisleri en başta zikredilebilir. Gazâlî’nin işaret ettiği önemli diğer bir hadis-i şerif ise “Benim ümmetim merhamet olunmuş bir topluluktur’’ manasına gelen “Ümmetî ümmetün merhûmetün” müjdesidir. (Ebu Davud, Fiten 7) Gazâlî, rahmetin ortaya çıkabilmesi için bir merhamet olunana ihtiyaç olduğunu söyler. Merhamet olunan yoksa rahmetten de bahsedilemeyeceğini tespit eder. (el-Maksadu’l-esnâ, s. 121)
Tüm bu manaları destekleyen en önemli Rahmânî müjdelerden biri de şu ayettir: “De ki (Allah şöyle buyuruyor): Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer 39:53) Allah’ın rahmeti kendine farz kıldığını açıkça belirten ayetlerden biri de şudur: “O, rahmeti kendi üzerine yazdı.” (En’am 6:12) Bu ve benzeri ayetlere dayanarak kelâm alimleri Allah’tan ümit kesmenin küfür olduğu hükmüne varmışlardır.
Gazâlî, Peygamber vârisi gerçek âlimlerin temel vasfını, insanları Allah’ın mekr’inden emin kılmadıkları gibi rahmetinden de ümit kestirmeyen kimseler olarak açıklar.
Şimdi bu konudaki asıl referansımız olan el-Maksadu’l-esnâ adlı eserdeki bilgilerin tahliline geçebiliriz. Gazâlî, Rahmân ve Rahîm’in rahmet masdarından müştak isimler olduğunu beyan ederek, rahmet manasının gerçekleşmesi için de mutlaka kendine merhamet edilen bir merhûma ihtiyaç olduğunu söyler. Daha sonra rahmetin tek bir manaya gelmeyip farklı boyutlarının olduğundan bahseder. (el-Maksadu’l-esnâ, s. 121)
Rahmetin Çeşitleri
Gazâlî Allah’ın rahmetini tam (tâmme) ve âm (âmme) olarak ikiye ayırır. Rahmet-i tâmme’nin ise ancak muhtaç olanlara hür iradeyle inayet edildiği takdirde gerçekleşebileceğinin altını çizer. Bu ise mutlak manada sadece Rahmân ve Rahîm olan Allah için geçerlidir.
Âmme olan ise isminden de anlaşılacağı üzere hak etsin etmesin dünya ve ahireti de kapsayacak şekilde rahmetin herkese şâmil olması demektir. Allah’ın mutlak Rahîm ismine delalet eden bu rahmet çeşidinde zarûrî ve hâcî olanların dışındaki her türlü tahsînî ihtiyaçlarda karşılanır. (s. 121-122)
Bu bağlamda işaret ettiği diğer bir ayrıntı da Allah’ın rahmeti ile kulların merhameti arasındaki farktır. Merhamet konusunda insanla Allah arasındaki fark, insan merhamet ederken bir acıma ve şefkat duygusuyla hareket eder, Allah ise böyle bir etkilenme ve acıdan münezzehtir. Buna rağmen Allah’ın rahmetinde bir eksiklikten bahsedilemez. Hatta böyle bir etkilenmenin olmaması rahmetin kemaline işarettir. Zira Gazâlî’ye göre böyle elem duyan bir kimse belki de bu vicdan azabından kurtulma sâikiyle hareket ediyor olabilir. (s. 122)
Rahmân ve Rahîm Arasındaki Fark
Gazâlî’ye göre Rahmân ismi, Rahîm isminden daha hâs bir isimdir. Bu sebeple de Rahîm ismi Allah’dan gayri için de söz konusu olabilirken Rahmân ismi Allah’dan başkası için kullanılamaz. Bu özelliği sebebiyle de Rahmân ismi Allah ismine yakın bir değere sahiptir. Gazâlî buna delil olarak da Allah ve Rahmân isimlerinin aynı ayette birlikte kullanılmalarını gösterir. De ki: “İster Allah diyerek, ister Rahmân diyerek yakarın; hangisiyle yakarsanız olur, çünkü bütün güzel isimler O’na mahsustur.” (İsrâ Suresi 110)
Diğer taraftan, Rahmân ve Rahîm isimlerinin birbirinin müterâdifi olmadıklarına dikkat çeker Gazâlî. Rahmân ismi, kulun güç yetirebileceklerinin ötesinde bir rahmet manasına gelir. Buna delil olarak da uhrevi mutluluğu misal olarak gösterir. Kulun güç yetiremeyip sadece Allah’a ait bir rahmet olma manasında Rahmân isminin şu farklı manaları içerdiğini söyler: Birincisi, yoktan var edilmektir. İkincisi, imana giden hidayet yollarının açılarak mutluluk sebeplerinin bahşedilmesidir. Ahiret saadeti ise bu rahmet tecellilerinin üçüncüsüdür. Son olarak da Allah’ın cemâlini seyredebilme nimeti, Rahmân isminin içerdiği rahmet çeşidine örnek olarak zikredilir. (s. 123)
Rahmet Nazarıyla Bakmak
Kulun Rahmân isminden kendi payına düşen feyiz, her şeyden önce Allah’ın gaflet içindeki kullarına merhamet nazarıyla bakmasıdır. Bu ise onları güzel nasihatlerle uyararak, bulundukları gaflet uykusundan uyandırmak şeklinde gerçekleşebilir. Onlara hiddetlenerek, sert davranmak yerine rahmet nazarıyla lütuf ve şefkat ile yaklaşır. Âlemde gerçekleşen kötülükleri ve şerleri ötekileştirmeden kendinin de içine düşebileceği hatalar olarak görüp, bunları izale etmek ve isyan halindeki günahkarları Allah’ın gazabına düşmeden kendi yanına çekebilmek için elinden gelen tüm imkanları seferber eder.
Rahîm isminden kulun hissesine düşmesi gereken feyiz de gücü yettiği kadar muhtaç olanların sıkıntılarını gidermeye çalışmaktır. Kişi kendi çevresinde ve memleketinde ihtiyaç sahibi olanların dertlerine derman olmak için elindeki tüm imkânları seferber etmelidir. Ya servet ve nüfuzunu kullanarak veyahut da birilerinin yardımına aracı olarak bunu yapmaya gayret etmelidir. Eğer bunlardan hiç birisine gücü yetmiyorsa o zaman dua ederek ve ona bu durumdan duyduğu üzüntüyü dile getirerek gönlünü alıp destek olabilir. (s. 123-124)
Şerre ve Acılara Rağmen Allah’ın Rahmetinden Bahsedilebilir mi?
Gazâlî son olarak modern Batı’nın teodise problemi olarak kavramlaştırdığı kötülük meselesine değinir. Bu problemi Gazâlî şöyle dile getirir. Yeryüzünde bu kadar elem ve zulme rağmen Allah’ın rahmetinden bahsetmek mümkün müdür? Herkesten daha merhametli Rahîm olan Allah neden bu kötülüklere müdahale etmiyor. Oysaki onun gücü tüm hastaları iyi etmeye, tüm sıkıntıları gidermeye yetecek kadar büyük değil mi? (s. 124-125)
Gazâlî bu soruya bir kaç farklı perspektifle cevap vermeye çalışır. İlk önce tedavi edilmesi gereken bir çocuğu, tedavide acı çekebileceği varsayımıyla engellemeye çalışan anne ile çekebileceği kısmî acıya rağmen çocuğunu tedavi ettirmekte ısrar eden baba örneğini verir. Baba daha büyük bir felaketi/hastalığı önleme adına çocuğunun tedavi edilmesini istemekle aslında anneden daha merhametli davranmaktadır. Verdiği diğer misal ise kangren olan elin bedenin selameti için kesilme zaruretidir. Eğer el feda edilmezse tüm beden helak olacaktır. Elin kesilmesi kendi zatı itibariyle değil bedenin selameti için gereklidir. Dolayısıyla şer bizâtihi değil ligayrihi murad edilendir. (s. 125)
Diğer bir tespiti de şer gibi görülen her şeyde biz anlasak da anlamasak da mutlaka bir hayrın gizli olduğu şeklindedir. “İstese Allah acılar olmadan da mutlak olarak hayrı yaratamaz mı?” itirazına karşılık olarak da bunun kaderin sırlarından bir sır olduğu ve insan aklının bu tür incelikleri anlamaktan aciz olduğu şeklinde cevap verir. Zira Gazâlî’ye göre içinde yaşadığımız âlem, imkan dahilinde olan âlemlerin en mükemmelidir. Allah’a yaraşan en mükemmel olan da budur. Kul bazen bunu idrak eder bazen de edemez. Kula yakışan elinden geldiği kadar âlemdeki kötülüklerin azalması için gayret etmektir. Zira Allah’ın rahmeti merhametli olanlar üzerinedir.
Bu vesileyle bu aydaki bütün rahmet tecellilerinden gönül hanemize en güzel olanların konuk olması dua ve niyazımızdır. Peygamberin, rahmetin zirve tecellisi muhabbet duasıyla hitamü’l-misk olsun:
“Allah’ım! Beni sevginle, seni sevenlerin, senin sevgini kazandıracak olanların sevgisiyle rızıklandır. Sevgini benim için soğuk sudan daha sevgili kıl!”