Mevlâna İdris’e Saygıyla

Mevlâna İdris, bizim kuşağımızın en kendine özgü temsilcisiydi. Yetenekliydi; yaptığı her işte, elini neye dokunsa, bir simyacı gibi ona bütünüyle kendisini katar, güzelleştirirdi. Kitapları yazdıklarından ibaret değildi; kapağından, grafik tasarımına, yazı karakterine, içindeki resim ve desenlere kadar her şey onun düşünceleri ve sunduğu güzelliklerdi.

Mustafa KİRENCİ

Mevlâna İdris’i 1988’de Diriliş’te tanıdım. O zaman Diriliş dergisinin haftalık 7. dönemi çıkıyordu. Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Üstad’ı zaman zaman ziyarete gelir, yaklaşma mesafesinde, başıyla ve hafif bir sesle selam verir, bir anlığına ayakta kalır, Üstad’ın mukabele etmesiyle daim hali üzere sükûnetle otururdu. Oturuşunu hiç değiştirmez, konuşuluyorsa ya da devam eden bir konu varsa dinler, eğer sükût hali varsa kendi hali o sükût haliyle bütünleşir ama her halükârda mutmain bir şekilde ortama mecz olurdu. O sadece Diriliş’te değil bulunduğu her ortamda böyle idi. Nasıl ki, seyrettiğimiz bir manzara enstantanesinde ne eksik ne de fazla, her bir unsurun sessizce yaratışa eşlik etmesi ve yekvücut olması, o manzaraya dışardan bakan kişiye de bir davet hükmünde ise Mevlâna da bu daveti hisseder ve bütün varlığıyla katılırdı. Bu katılış halinden anlaşılır, bazen kendi içinde dolu dolu sessizce yaşama şeklinde olabildiği gibi bazen de içindekiler adeta bir dua, bir niyaz gibi dile gelir belki de taşardı. Bir Anadolu Kavağı gezimizde şöyle bir çevreye baktıktan sonra bir kısmı yıkılmış bir surun dibine çökmüş, uçurumun aşağısında bütün ihtişamı ve derinliğiyle masmavi denize bakarak gözleri yarı açık yarı kapalı “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul”u söylemişti. O eşsiz manzarayı kendisi gibi İstanbul âşığı Yahya Kemal’in şiirini anarak taçlandırmıştı. Anadolu Kavağı’ndaki o geziden ve 30 yılı aşkın bir zamandan sonra bende kalan eşsiz hatıraları, Mevlâna’ya borçluyum. Ortanca kızım yeni doğduğunda ailesiyle gelmiş sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okumuş, sağ kulağına ismini de üç kere o söylemiş ve güzel bir dua yapmıştı. Onun böyle halleri, her arkadaşında bıraktığı aziz hatıralar çoktur. Hepsi de Mevlâna’ya yakışan, birbiriyle bütünleşen hatıralardır.

Mevlâna’nın, Diriliş’ten önce rahmetli ağabeyi Nedim Ali’nin 1984 yılından başlayarak -1994’e kadar- Andırın Postası’nın sanat eki olarak çıkardığı İkindi Yazıları’nda da şiirleri yayımlanmıştı. Haftalık Diriliş dergisinde yayımlanan ilk şiiri ise “Fener Dalgınlığı”. Haziran 1989’da. O zaman 23 yaşında Hukuk Fakültesi’nden mezun olma arefesinde. Diriliş’in birçok sayısında şiirleri yayımlandı: Siz Gidin Ağlayın Ben Devrim Yapacağım, Gizli Rapor, Aynaya Bakan Adam, Beyaz Düğmeli Adam, Güneşsizlik Tarihi, Rüyaları Elinden Alınmış Halk.

O zamanlar dergiye yazı ve şiir verenler ya daktilo edilmiş halde ya da el yazısı ile yazılmış olarak verirlerdi. Mevlâna, inci tanesi gibi yazısıyla dizdiği mısralarını kâğıda itinayla ortalanmış bir halde getirir, sessizce bırakırdı. Galiba -aşağıda paylaşacağım- Beyaz Düğmeli Adam şiirindeydi. Masaya bıraktıktan sonra Üstad alıp okudu. Mevlâna -hiçbir gelişinde uzun kalmazdı- müsaade almak için hareket ettiğinde “Yeteneklisin, şiirlerin güzel, yazdıkça getir, dergiye koyalım.” dedi. Geçen yıl Kıztaşı’nda devamlı geldiği çay ocağında otururken “Hatırlıyor musun?” diye sordum. Bir mahcubiyet anında zaman zaman yaptığını yaptı; iki avuç içini, duaya âmin der gibi yüzüne götürüp başını salladı: “Ne söyleyeceğimi bilemedim o an, teşekkürüm boğazımda düğümlendi.” dedi.

Mevlâna İdris, bizim kuşağımızın en kendine özgü temsilcisiydi. Yetenekliydi; yaptığı her işte, elini neye dokunsa, bir simyacı gibi ona bütünüyle kendisini katar, güzelleştirirdi. Kitapları yazdıklarından ibaret değildi; kapağından, grafik tasarımına, yazı karakterine, içindeki resim ve desenlere kadar her şey onun düşünceleri ve sunduğu güzelliklerdi. Çocuk edebiyatı eseri kaleme almak başka bir şey; o eseri, yazı karakterinden tasarımına kadar birçok unsuru uygun bir şekilde mecz ederek yayımlamak başka bir şey. Biri yazarı diğeri yayıncıyı ilgilendirir. Mevlâna, bütün bu aşamaları bir bir kendi hazırlıyor ve üzerinde düşünüyordu ve sonunda ortaya bir bütün halinde kitap çıkıyordu. Bu yüzden kitaplarının her bir unsurunda, her bir ayrıntısında onun imzası, derinliği ve zevki vardır. Bütün bunlar düşünülmüş, kafa yorulmuş yüksek bir değer düşüncesine işaret ediyordu. Kitabın kapağına, tasarımına, kâğıdına önem verilmediği zamanlarda o en azından kendi kitapları için yaptıklarıyla “nasıl yapılabilir”in örneklerini gösterdi ve bu benim için hep dikkat çekici oldu.

Eski kültür ve medeniyetimizin metinleriyle -bilhassa çocuk edebiyatı alanında da- bağımızın kopmasından sonra çocuğa bir edebiyat sunma, çocuğu muhatap alma, çocuğu kültür ve medeniyetin ana unsuru olarak görme düşüncesi Cahit Zarifoğlu’nun kaleme aldıklarıyla; Mustafa Ruhi Şirin Bey’in hem yazdıkları hem de kurumsal çalışmaları ile başlamış, Mevlâna ile bu alan genişlemişti. Onun bu alana el atması ve öncelemesi, gençliği ve kendine özgü kişiliği ile yeni açılımlar kazandı. Daha öncesinde yayın dünyasında Mesnevi, Bostan ve Gülistan vb. gibi klasiklerden daha çok hayvan hikâyeleri şeklindeki derlemeler biraz da resimlenerek çocuklara uyarlanıyordu. Söz konusu metinlerden derlenen bu değerli hikâyeler gerek yayımlanma şekli -her türlü edebî zevkten arındırılıp nasihatın öncelenip bir an önce verilmek istenmesi- gerekse dili bakımından belli bir boşluğu doldursalar bile yeterli değillerdi. Tekrar edile edile tıkanmışlardı, en azından bu tür yaklaşımların bir geleceği yoktu. Mevlâna bütün bunlardan hareketle bir masal dünyası meydana getirdi. Çocuklara dair yazdıkları düşünülmüş, dert edinilmiş, çocuğun evreni ile hemhal olunarak kaleme alınmış metinlerdi. Bu yüzden başlangıçta bizim kuşağın çocukları olmak üzere akabinde yeni nesiller tarafından da çok sevildi ve içselleştirildi.

Büyüyenay’ın ilk zamanlarında kitaplarını yayımlama konusunda ilk aradığım ve görüştüğüm kişi de Mevlâna’ydı. Kitaplarını yayınlama isteğime, “Yeni başlıyorsun, sana kıyamam…” diyerek karşılık verdi. Mevlâna’mız böyleydi: İki kelimeyle hem meramını anlatır hem de gönül alırdı. Tek cümlelik, bazen tek kelimelik tam sayfa resimli tasarımlarını hatırlayalım. Mevlâna bu çalışmalarında, kelimesine ve cümlesine her şeyi sığdırmak ister, sözü uzatıp yormaz onu tüketmekten imtina eder, adeta okurlarını/izleyicilerini özgür bırakır, sadece düşünmelerini isterdi.

Uzun zamandır şunu düşünüyorum: Yazmak ve gönüllerde yer almak. Bu ikisi çoğu zaman bir araya gelemiyor. Bazen yazılanlardan, bazen de yazanların hallerinden dolayı. Hal ve yazı birbirini doğrulamadıkça ya da aynada aynı görüntüyü vermedikçe; davranış sözleri, sözler de davranışları aynı yola sokmadıkça bu olmuyor. Bu çelişkinin artık en kolay fark edildiği zamanlardayız. Dilimiz, olması gerekeni de bir deyimle de taçlandırmış: Özü sözü -içi dışı- bir olmak. Mevlâna içi dışı yekpare hayatıyla yaşadı ve her birimize de ayrı ayrı yaşattı, bizleri şahitleri kıldı.

Kalbin en aziz mihmanının safvet olduğunu söyleyen edip, ne güzel ifade etmiş. Birçok şey hayatımızdan çıkabilir ne gam. O kalsın. Terk etmesin bizi. İnanıyorum ki Mevlâna, son nefesine kadar o aziz konuğu ağırladı, korudu, kolladı, üzerine titredi.

Ruhu şad olsun.

Beyaz Düğmeli Adam

İçimizden biriydi adam. Bizimle birlikte aynı dünyayı paylaşıyordu

Adamın tek ceketi vardı

İki ayakkabısı vardı.

Ayakkabılarını giyip yürüdüğü zaman, ayakkabılarını çıkartıp durduğu zaman, yağmur yağdığı zaman, ay doğduğu zaman, eylül geldiği zaman, gül açıldığı zaman, insanlar ağladığı zaman.

Ve her zaman.

Görüldü ki adamın ceketinin önü hep açıktır.

Adama soru sorulduğunda, cevap olarak cebinden beyaz bir düğme çıkartıp gösterirdi.

Adam kalabalık meydanların, otoparkların, müzelerin ve gökdelenlerin önünden geçerken cebinden o beyaz düğmeyi çıkartıp gösterirdi.

Kuşları uçarken görse, suyu akarken görse, çocukları büyürken görse cebinden düğmesini çıkarıp gösterirdi.

Düğme hep cebindeydi adamın

Ceketinin önü hep açıktı

Bir gün görüldü ki

Görüldü ve anlaşıldı ki

Adam bir tek yerde, bir tek şey yaparken cebinden o beyaz düğmeyi çıkartıp ceketine dikmekte, önünü iliklemekte ve sonra düğmeyi yeniden söküp cebine koymaktadır.

Adam öldüğünde cebindeki beyaz düğmeden ve ceketinin iç yakasındaki iğne ile iplikten başka hiçbir şey bulunamadı üzerinde.

Bilindi ve söylendi ki

Adamın görüldüğü yer câmi idi ve yaptığı şey namaz kılmaktı.

Böyle bilindi böyle söylendi.

(Diriliş, 21-30 Mart 1990, Sayı: 88-89)