Teşhiri hudutsuzlaştıran yeni medya, bir yandan yeni kültürün sömürücüsü diğer yandan ise taşıyıcısı olarak tebarüz ediyor.
H. Yahya ŞEKERCİ

Ruhlar yoksullaşıyor. Bir mirasyedi olarak iç zenginliğini tüketen insandan geriye yalnız bedeni kaldı. Ruhlar yoksullaştıkça insan, elinde kalan tek şeye, bedenine dönüyor. İtminan için beden, gösterilmesi gereken bir malzemeye dönüşüyor böylece, metalaşıyor. Bedenin bizatihi kendisi kadar bedenin arzuları da belirleyici bir konuma oturtuluyor çağdaş dünyada. Maneviyatından, moral değerlerinden geriye tortulardan başka bir şey kalmamış, insan için derinlikli düşünmek, idrak etmek artık zahmetli bir eylem.
“Modern insan, kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde hakikati kendi seviyesine indirmektedir.” diyor Rene Guenon. Belki bu bile aşıldı. Zira hakikat değil, “hakikatlerin çoğulluğu”nun konuşulması caridir artık. Tek bir hakikatten bahsedilmesi suç gibi telakki ediliyor. Bu yetmezmiş gibi ancak münakaşa edilmedik hiçbir şey bırakmayarak hakikatlere yaklaşılabileceği -ulaşılabileceği değil- salık veriliyor. O da ihtimal tabii. “Hakikat sonrası”nın icadı ise cabası.
Postmodern dünya bedenin arzularını belirleyici sayar.
Hakikatin kaynağına dair tartışmaların insanlık tarihi kadar eski olduğunu biliyorum. Çağlar geçildikçe kaynağın kökenine ilişkin baskın fikir de değişti. Kimi zaman gelenekti bu, kimi zaman büyük anlatılar oldu. Din, esas kaynak kabul edildi uzunca bir zaman, sonra bilim geldi. Peki bugün nedir? Aslına bakılacak olursa her şeyi elinin tersiyle iterek insanı ne pahasına olursa olsun yücelten, onu merkeze alan modernitenin dahi hesap edemediği bir yıkım ameliyesi geldi çattı. Modernite bireyciliğiyle, rasyonaliteyle her bir insan tekini, biricik olduğuna ikna etti etmesine ama öyle eleştirileri göğüslemek durumunda kaldı ki iddialarını müdafaa etmekte dahi acze düştü. Çünkü artık kendi bağrından kopan fırtınalar, asıl olanın artık vaat edildiği üzere “kadir-i mutlak insan aklı” olmadığını fısıldıyordu.
Bir yönüyle modernitenin devamı niteliğini taşırken öte yandan ona başkaldıran bir evlat mesabesindeki yapısökümcülük –postmodernizm- “sizin devriniz geçti” dercesine hayli cüretkâr bir edayla, esas olan unsurun artık insan bedeni olduğunu ileri sürüyordu. Belirleyici olanın insan bedeni ve insan bedeninin talepleri olduğunu savunan bu düşünceye göre hakikatlere yaklaşmanın yegâne ihtimali de buydu. Hem her şey tartışmaya açılmalı hem de bedenin arzuları esas alınmalıydı. Değişim içinde değişim yaşamaya alışkın batı aklı antrenmanlıydı, bu yeni fikri hazmetmekte gecikmedi. Kaldı ki teslim olmaktan başka çaresi de yoktu. Tarih bir kere daha tekerrür etti, içeriden yapılan tenkitler karşı cepheden gelenden daha yıkıcı bir tesir oluşturdu.
Yeni bir kültür biçimi olarak teşhir.
Bireyciliğin iyiden iyiye tahkim edildiği süreçlerin neticesinde bir kültür de meydana gelmişti ancak bu yeni soluk, daha aşırı bir bireyciliği heybesine yüklemişti. Fanatik düzeydeki bu bireyci anlayış, modernitenin insan modelinden farklı bir hüviyet taşıyordu. Zira modernitenin insan modelinde karar, akıl merkezli verilirken şimdi ise duygu/duygulanım esaslı bir karar mekanizması olarak devrededir. Buradaki karar verme motivasyonunun değişmesi akılsızlığı yahut aklı tümüyle dışlamayı salık vermese de çoğunlukla duygudan kastın haz olduğunu belirtmeliyim.
İhtiyaçlar kadar arzuların da bedenin talepleri doğrultusunda görünür olma dürtüsü, es geçilemeyecek kadar yükselen bir suni değere dönüştü. Üretilen bu değerin süratle karşılık bulması ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla yaygınlaşması onu sürdürülebilir kıldı, giderek yeni bir kültür meydana gelmiş oldu.
Tümüyle görselliğe dayalı bu kültür süratle yayıldı. İnsanlık tarihi boyunca eşine rastlanmayacak bir hızla, pek çok ücra köşeye kadar nüfuz etti bu kültür. Öyle ki kültürlerin yayılmasına ilişkin bir sürat ölçümlemesi yapılsa teşhir kültürü ipi göğüslerdi herhalde.
Temel ihtiyaçların yanı sıra konfor, cinsellik gibi beden arzularını da kapsayan görünür olma isteği, çağımızda hayli yaygın bir pratiğe dönüştü. Bedenin arzuları ile görünür olmanın yakın ilişkisi üzerine bina edilen bu hayat tarzının adı, teşhir kültürüdür, evet. Görüntü, keyif verdiği ölçüde muteber olduğu için hayranlığın ancak böyle uyanabildiği varsayılır bu kültürde. Teşhir edilen beden, arzuların hoşuna gittiği miktarda makbul sayılır. Bu da tabii olarak erotizmi doğurur. Metalaştırılarak her türlü müdahaleye açık hale getirilen bedenin alıcısından çok satıcısı var şimdilik. Buna rağmen tüketilmeseydi üretim de olmazdı bu çok net. Ancak dikkate şayan husus hikâyenin nasıl biteceğidir. Tüketmeye bağımlı hâle getirilmiş kitlelerin son kertede teşhiri de tüketeceği kanaatini taşıyorum.
Gösterilen unsurun gerçekliği tartışmalıdır.
Tarihteki örneklerine benzer şekilde gösterme isteğinin, görünme arzusunun, en ilkel hâli yansıtılıyor insanlarca. Esasen hep var olan bir imtihan bu. Yalnız burada iki fark göze çarpıyor: İlki, kullanılan enstrümanlar, ikincisi de geniş kitlelerin fevç fevç dâhil olması. Yani teknolojik-inovatif araçlar marifetiyle gösterilmek istenenin gösterilmesinin, ilkel değil çağdaş kabul edilmesidir. Başka bir deyişle bu yeni yöntemin, öznenin görünme isteğindeki ilkel güdüsünü örtbas ettiğine inanılıyor oluşu. Bunun yanı sıra, pek çok kişinin ucundan kıyısından da olsa bu kültürün parçası olması onu, tarihtekinden farklı kılan bir başka unsur. Yaygın kullanım ya da çoğunluğun iştirakinden dolayı “norm”alleşme tesis edilmiş sayılıyor böylece.
Feminen karakteri ilk bakışta göze çarpan teşhir kültürüne kapılmış kitlelerin, göstermek istediklerinin ne kadarının gerçeği yansıttığı ciddi bir tartışma konusu. Öyle ya, teşhir edilen her görüntü olduğu hâliyle, tüm çıplaklığıyla takdim edilmiyor olabilir. Kötüye, çirkine, yanlışa dair hangi görüntünün, ne kadar paylaşılabileceğine ilişkin şüphe yersiz midir şu durumda? Öte yandan söz konusu kavramlara ilişkin gösterimler, bir maksada hizmet, bir başka görüntüyü şeytanlaştırmak yahut bilmediğimiz başka bir hesaplaşmanın mahsulü olarak da gözler önüne serilemez mi? Teşhir edilenin gerçeği tam olarak yansıtıp yansıtmadığına dair şüpheler ortadayken “gördüklerimiz yalın bir gerçeklik midir yoksa yanılsama mıdır” gibi sorular, üzerinde düşünülmeye değer nitelikte değil midir?
J. Herlihy, “Gerek duyu organı olarak gerekse yüksek gerçekliklere götüren aracı simge olarak beşerî göz, ilginç ifade tarzlarına sahiptir. İnsanlar görür ama gerçekte gördükleri şey ve o şeyi nasıl gördükleri dışsal göze olduğu kadar içsel göze de bağlıdır.” diyerek Veysel’in “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa” mısralarına şerh düşmüş oluyor bir bakıma.
***
Geçtiğimiz asrın ortalarından itibaren giderek çeşitlenen unsurlarıyla görsel medya hayata nüfuz etti. Bilgisayarların internet vasıtasıyla iletişim aracı olarak kullanılması, akıllı cihazlar ve tali ürünler, kitleleri köklü bir dönüşüme doğru sürükledi. Gündelik hayat pratiklerinin birer parçası olan kitle iletişim araçları marifetiyle insanlık, somut gerçeklikten kopuş yaşamaya, sanal bir dünyanın girdabına dâhil olmaya başladı. Şüphe götürmeyecek unsur şudur ki bu yeni durum, idareden siyasete, ekonomiden sanata kadar pek çok sahayı tesiri altına aldı. Bu ciddi değişime ilişkin sıkı tenkitler getiren düşünürlerden Jean Baudrillard, geliştirdiği izah çabası olan “simülasyon kuramı” ile bir yönüyle “mış gibi yapmak” diye indirgemeci bir şekilde tarif edebileceğimiz meseleyi enine boyuna ele alır.
Kabaca anlamaya çalışırsak “olmayan bir şeyi var gibi gösterme” biçiminde anlaşılabilecek bu kurama göre gerçeğin tüm göstergelerine sahip olsa da büyük bir sahtelikten ibarettir simülasyon. Sahte bir gerçeklik içinde insanlığın yeni sorunlarla baş etmek mecburiyetinde olduğunu iddia eden Baudrillard, artık ortada bir gerçeklik kalmadığını söylemeye kadar vardırır işi. Zira artık simülasyon evreninde her şey gerçek anlamını kaybetmiştir. Her şey muhtevasından kopmuş, içi boşaltılmış birer görünümdür artık.
“Güzeli kurtarmak” mecburiyetindeyiz.
Kitle iletişim teknolojileri ile temsil edilen teşhir kültürü, zamanla gerçeklikten uzaklaşsa da temel motivasyonun değişmediği muhakkaktır. İnsan, tabiatı icabı çirkini değil, estetik bulduğunu yani güzeli göstermeye meyillidir. Dolayısıyla teşhir edilen neyse, öznesi tarafından güzel bulunduğu için gösterilir. Estetik ile teşhir kültürünün kesiştiği bu nokta, meseleye başka bir yönden bakmamızı da zaruri kılıyor. Tabii bu meyanda neyi güzel bulduğumuz üzerinde de kısaca durmak yerinde olacak.
Etkileşimin yoğun bir biçimde kültürleyici etki yaptığı bir vasatta, estetik algılarımızın sabit kalacağını iddia etmek abesle iştigal olur. Onun için birkaç doğru soruyla konuyu ele alabiliriz. Söz gelimi güzel nedir, güzelliği nasıl tarif edebiliriz, güzellik algımızı yönlendiren unsurlar nelerdir, nihayet bugünkü ortak kabul gören güzel ne kadar gerçek bir güzeldir gibi sorularla… Tam da bu konulara kafa yoran Byung Chul Han “Güzeli Kurtarmak” iddiasıyla yola düşerek pürüzsüzlük üzerinden sıkı bir tenkit getirir meseleye. Byung Chul Han ana hatlarıyla şöyle açar meseleyi; esas olan güzel, pürüzsüzlüğü ile temayüz ederek gözümüze sokulmak istenen değil, kusurlarıyla, pürüzleri ile maruf ve saklanabilir özellikte olandır. Han, şu sözlerle iddiasını ileri bir boyuta taşır ve “Günümüzde sadece güzel değil çirkin de pürüzsüz hale getirildi. Çirkin de şeytani, tekinsiz veya dehşetli olanın negatifliğini kaybetti ve tüketim/eğlence kalıpları için pürüzsüzleştirildi.” der.
Teşhir kültürü mahremiyeti hedef alıyor.
Müslümanlar da dâhil herkesin göstermek istediği bir şeyler var artık. Anlatma istediği, yazma istediği, yaşatma istediği değil, gösterme istediği… Ne var ki gösterilmek istenen bir yana, bakanın görmemesi de çağımızın açmazı.
Sınırlı sayıdaki ikonik karakterin haricinde, eşitler arasında “görülme” eylemi gerçekleşmiyor. Kimse gösterileni kolay kolay görmüyor. Belki bakıyor ama “hakkıyla” görmüyor, iltifat etmiyor, teveccüh etmiyor, modellemiyor. Beğenilme güdüsü, kitle iletişim araçlarıyla tatmin edilmeye çalışıldığı için duygu, skora kurban ediliyor ancak istenen reyting alınamıyor. Çünkü bu isteğin bir sonunun olmadığı unutuluyor. Böyle olunca hırçınlaşan insan, daha agresif bir gösterme güdüsü ile şartlanıyor. Herkes kendi derdine düşerek, büyük bir ihtirasla gösterme arzusu ile meşgulken kimsenin başka bir gönderiyi görmeye tahammülü kalmıyor. Reytingi yüksek ikonların ise filtreleri eriyip maskeleri düşünce, rağbet edenler tarafından sükût-u hayal yaşanıyor. Netice itibariyle travmatik bir durum içinde yaşamak, alışılmış bir hâle tekabül ediyor.
Konvansiyonel medyanın ana akım olmaktan çıktığı bir iklimdeyiz artık. Medya tekilleşti. Her kullanıcı kendi manşetini atıyor, kendi haberini yayınlıyor, kendi istediği görsellerle bezediği mecrasında ferdi bir yayıncılık faaliyeti icra ediyor. Sadece teşhir için değil, her tür ifade biçimi için “fırsat” olarak sunulan/görülen söz konusu alanlar, özgürlük vaadinde bulunsa da herhangi bir etik kaygısı taşımıyor. Bu da tabiatıyla sosyal medyanın yargılama sahası olarak kullanılmasına, çatışmaların zeminine ve çeşitli kamplaşmalara sebep oluyor.
Teşhiri hudutsuzlaştıran yeni medya, bir yandan yeni kültürün sömürücüsü diğer yandan ise taşıyıcısı olarak tebarüz ediyor. Tekilleşen medya düzeninde haber alma-verme özgürlüğü, yerini görüntü alma-verme özgürlüğüne bırakırken özne, kendi reklamının yanı sıra kendi propagandasını, oluşan yeni endüstriyel alana gönüllü olarak kurban ediyor. Alınan bir hizmet karşılığında ücret ödememek fikri kurnazca gelse de ürünün, kişinin kendisi olduğu fark edilmiyor. Çark böylece dönüp duruyor.
***
Kendi dinamikleri dairesinde riyanın hayat biçimine taalluk ettiği bir dünyada mahremiyetin göz ardı edildiğini söylemek, hedef alınmadığını düşünmek safdillik olur. Evlere, özel alanlara kadar neredeyse her yerin kamusallaştığı, teşvik edilen, normal kabul edilmek şöyle dursun makbul ve muteber addedilen teşhir kültürü, insan haysiyetine taarruz ediyor. Çok yönlü gelişen bu taarruza karşı direnmek için ilk şart ise bilmek ve idrak etmekten ibaret. Olanları, mevcut olguları bilmeye, anlamaya olan ihtiyaç, ona olan mukavemeti de beraberinde getirecektir.
Netice itibariyle teşhir, her ne kadar kültüre dönüşmüş olsa da insana dair değerlerin buharlaşmasına sebep olmaktadır. Fıtri nitelikler etrafında öğrenilmiş doğruları sürdürmek bir mükellefiyet olduğu kadar aynı zamanda aktarımı da insana yüklemektedir.
Modern sonrası dönemde, bedenin iktidarın tahakkümüne girerek politikleştirilmesi adına geliştirilen tekniğe itiraz geliştirmek ancak kadimden beslenmeyle, izzeti idrak etmekle mümkün olabilir. Muvazenesi kaybolmuş, kötülüğe bağışıklık kazanmış bir yeni insan ve toplum modeli önümüzdeki. İçimizdeki ise bedenin emanet olduğu hakikati. Bu olguları yokmuş gibi saymak, ona kayıtsız kalmak, yalnız bugün kendi varlığımız için değil gelecek nesiller için de ciddi bir tehdittir.
Bırakalım güzeli, çirkini, kötüyü dahi saklamayı, setretmeyi vazeden medeniyetin mensupları için ifşanın, hayatın olağan akışında değerlendirilmesi, değersizleştirmeden farksızdır. Seyyid Hüseyin Nasr, “Geleneksel İslami ortam, plastik ve tınısal anlamda, daimî güzelliğini korumuştur çünkü geleneksel İslam, güzelliği Hakikat’in tamamlayıcısı olarak görür.” der.
Kitle iletişim teknolojilerinin temsil ettiği yeni insan ve toplum tasarımı her açıdan üzerinde düşünmeye, ibret almaya değer nitelikleri barındırıyor. Toplumların bu tazyike kendini kaptırmamasının kolay olmadığını kabul ediyorum. Bununla beraber erdeminin kaynağı hiç de muğlak olmayan bizler için, ahlaki normatif referans, sadece bir güzellemeden ibaret değil, aynı zamanda hayat pratiklerimizin temelidir. Dolayısıyla batı dışı toplumlar, bu güçlü sel karşısında boyun eğmek acziyetinde hissetseler de uymak yerine uyandırmak, değerli bulmak yerine değerlendirmek bir mecburiyetten çok daha ötesini ifade ediyor.
Çağdaş dünya bize utanılacak bir şey olmadığını öğütlüyor. Oysa hayat haya ile kaimdir. Hicap etmenin elimizden alınmaya çalışıldığı, ulu ortalığın meşru kabul edildiği bu politik zeminde sadece yeni bir söz değil bilinçli ve tutarlı bir fiil de zarurettir.
-İstifade edilen kaynaklar–
Rene Guenon/Modern Dünyanın Bunalımı
S. Hüseyin Nasr/Modern Dünyada Geleneksel İslâm
J. Herlihy/Ruhun Sınır Bölgeleri
Byung Chul Han/Güzeli Kurtarmak