Yazarlara, şairlere artık ne köşe yazılarında ne de magazin haberlerinde rastlıyoruz. Neden? Yeterince ilginç değiller mi? Popüler olana mı karşılar yoksa popüler olmaya mı? Oralı mı değiller yoksa buralı mı? Okumak kopmaktır, diyor şair. Aydınlarımız neredeler? Bu soruların cevabını muhataplarına bırakıp sorunumuza dönelim.
Elif ÇEVİK
Sosyal Politika Uzm.

Magazin, yediden yetmişe herkesin gündemine girmeyi bir şekilde başarıyor. Nihayetinde kültür endüstrisi dediğimiz olgu, gündelik yaşamın sıkıcılığından, sorunlarından biraz olsun kaçış imkânı veriyor. Dolayısıyla insanların sabah daha az kaygılı ve çalışma azmiyle dolu olarak uyanmalarına yarayan, endüstri toplumu için anlamlı bir araç. İnsanları, kaçındıkları dünyaya yeniden eklemlemenin yumuşak yolu. Sistem böyle işliyor, varsın işlesin. Biz, bize sunulana bakalım. Ağza çalınan o bir parmak bala şeker katılmış mı katılmamış mı?
Esasen popüler kültür, pop kültüründen ibaret olmadığı zamanlarda çok da kötü değildi. Zira 30’lu, 40’lı yıllarda hatta daha da öncesinde edebiyat, en popüler sanattı. Haliyle en popüler sanatçılar da edebiyatçılar… Her biri birbirinden ilginç karakterler olan bu kalem erbabı, gazete ve dergilerde de köşe başlarını tutuyordu. Basın, tek parti dönemi konjonktürü nedeniyle siyaset, ekonomi gibi çetrefilli konularda gereğini yerine getirmekten nakıs kalıyordu. Bu boşluğu farklı konuları kaleme alarak doldurmak ise edebiyatçılara düşmüştü. Dergi ve gazete sayfaları, ilk bakışta absürt gibi görünen fakat üzerinde düşündüğünüzde son derece zeki tartışmalara, magazinsel olaylara sahne oluyordu. Bu bağlamda Refik Halid’in köşe yazılarını okumak, bugün bile müthiş keyiflidir.[1] Bakın Refik Halid, bu konjonktürü, 1943’ün şubat ayında Tan gazetesi için kaleme aldığı köşe yazısında nasıl kâğıda döküyor: “Haftanın üzüntü vermeden, gönül kararmadan konuşmağa elverişli konusu şüphesiz ki sakal ve bıyıktır. Ne mes’ut, ne talihli adamlarız ki, harbin dördüncü yılında, her tarafta topyekûn savaş hazırlıkları olur, nice milyonluk şehirler elden ele geçer, kimi yerde: “Millet! Ayağa kalk, fırtınalar kopsun!” diye haykırılır, kimi ülkede: “Aklımız varsa doğru sulh gölüne koşalım!” demesine gelen yazılar cızıktırılırken -hamdolsun- biz, bu gibi zor durumlardan uzak, gazetelerimizde saça, sakala, hele bıyığa dair hoş fıkralar yazmak fırsatını bulabilmekteyiz.” Ayfer Tunç’un aktardığına göre bu zat, popüler edebiyatın küçümsenmesinden rahatsızdı. Zira yazdıklarının karşılığını hayattayken görmek istiyordu. Bu sebeple köşe yazılarına ilginç konuları mevzu ediyordu. İnsanın neden kuyruğu yok, insan doğuracağına yumurtlamış olsaydı hayatımızda ne gibi değişiklikler olurdu gibi sorular soruyordu. Bazen de o dönemin gündelik hadiselerine fener tutuyor; memlekette baş gösteren “bardak bulamamak” buhranından, son zamanlarda İstanbul halkının kaşınmasa bile kaşınacak gibi olduğundan, kaşınmaktan korktuğundan, kadın çorabı satan mağazaların, insanın suratına, burnuna uzanan yan yana dizilmiş bir düzine biçimli ayakla gittikçe “müzikhol” sahnelerine çevrilen vitrinlerinden söz ediyor. Yine 40’lı yılların penceresinden bakan yazar, okuyucuya on derste züppelik dersleri veriyor, burun silmenin sosyo-kültürel analizini yapıyor, edepli dilenci, bacaksız dilenci, düdüklü dilenci, vasıta dilenci, jurnalci ve hafiye dilenci, akşamüstü dilencisi olmak üzere memleketteki dilenci tiplerini sıralıyor. II. Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle sürdüğü o yıllarda dünya gündemini de yakından takip eden yazar, bir gün Paris’te kasaplık hayvan olarak kedi darlığı hüküm sürdüğü haberiyle şaşırırken başka bir günAlmanya’da 15 yaşındaki çocukların silah altına alınacağı haberini üzüntüyle karşılıyor.
Evet, edebiyatçılar o dönemlerde halkı böyle ilginç konulara muhatap kılarak hem eğlendiriyor hem de düşündürüyorlardı. Peki, hiç mi dedikodu yok? Olmaz mı! Misal Refik Halid, Ahmet Vefik Paşa’nın sinirli olduğu için sevimli bulunduğunu, Ahmet Cevdet Paşa ve Ziya Gökalp’in ise sinirli olmadıkları için halka tesir edemediklerini, Fecr-i Âtî’den isim yapan yalnızca iki üç kişi olduğunu ve Ahmet Haşim gibi bunların sinirli zatlar olduklarını, diğerlerinin sönüp gittiklerini yahut meslek değiştirdiklerini söylüyor. Refik Halid’e göre bu sinirli insanlar olmasalardı dünya tatsız tuzsuz bir yer olurdu. Zira “sinirliler, insanlar alemine çeşni katarlar, durgun havaya esinti getirirler ve dümdüz gidişe biraz sarsıntı katarak manzaralara karışık renkler serpip menevişler çizerek onu biteviyelikten ve yorucu değişmezlikten kurtarırlar”. Öyle ki şu hayatta sinirlilere rastlamazsak yüzümüz de gülmez diyor yazar. Hem “o sinirliler ki aksaklıklar karşısında sinirsizler yerine konuşurken, sinirsizlere tercüman olurlar ve sinirsizlerin yapamadıklarını yaparak cemiyetin öcünü alırlar”. Fazla iddialı cümleler değil mi?Fakat cemiyette bir karşılığı var. Geçtiğimiz aylarda Global araştırma şirketi Gallup, ‘Global Emotions’ yani “Küresel Duygular” başlıklı bir rapor yayınladı. Raporda, dünyanın en sinirli ülkelerinin yer aldığı listede Türkiye, ikinci sırada yer alarak zirveyi zorladı. Demek ki Türk toplumsal yapısının karikatürize edilmiş hali Recep İvedik’in de belirttiği gibi “agresifiz, kompleksliyiz”. Peki, biz şimdi bu bilgiyle ne yapalım eyHalid? El cevap: “Sinirlileri hoş görelim”.
Başa dönecek olursak, bugün magazinin merkezinde yer alan unsurların değiştiğini görüyoruz. Yazarlara, şairlere artık ne köşe yazılarında ne de magazin haberlerinde rastlıyoruz. Neden? Yeterince ilginç değiller mi? Popüler olana mı karşılar yoksa popüler olmaya mı? Oralı mı değiller yoksa buralı mı? Okumak kopmaktır, diyor şair. Aydınlarımız neredeler? Bu soruların cevabını muhataplarına bırakıp sorunumuza dönelim.
Magazinin yönü başka bir yere kaymış durumda. Çoğunlukla pop sanatçılarının ve dizi oyuncularının yaşamlarıyla biçimlenen magazin gündemi, bugün belki de hiç olmadığı kadar çiğ, renksiz, neşesiz ve zevksiz. Politik bir alan olarak magazin dünyası ise sinirli olsa da sevimli değil. Laf dokundurmanın ince sanatlarından habersiz gösteri peygamberleri, kuru gürültüye ve hakarete başvuruyorlar. Onlara inanmış yüzlerce kuş ise sahip oldukları iki yüz seksen karakterle çığlık çığlığa. En ciddi kavga sebebi olarak, biri çıkıp ötekine kâfir dediğinde, “Tutayım ben ana diyem Müselmân / Vardıkda yarın Rûz-i Cezâ’ya / İkimiz de çıkarız anda yalan!” diyebilecek maharette kimse çıkmıyor. Bilenler bilir, hiciv üstadı Nefi’nin Şeyhülislâm Yahya Efendi’ye verdiği bu cevap, dönemin bugünkü tabirle sansasyonel olaylarındandır. Nitekim magazin bizatihi olaydır. “Olaylar, insanı değiştirir,” diye bir cümle okumuştum. Başına şöyle yazasım geldi: “Kelimeler, olayları değiştirir.” Belki de kelimelerimizi kaybettiğimizden kalemlerimiz işe yaramıyor. Birilerinin başına gelen olaylar, insanımız için bir tecrübeye dönüşmüyor. Bu sesler ormanında kaybolmasak bize yetecek. O halde siz söyleyin: Bala şeker katılmış mı katılmamış mı?
[1] Tavsiyemizdir: Refik Halid Karay, İnsanlık Halleri Huy Arabeskleri, İnkılap Yayınları