Türkistan’ın İslamlaşmasında Hacegan Yolu’nun Önemi ve Altın Silsile Seyahat Hatıraları -II-

Hindistan’da hüküm süren Türk Hanedanı Babürlerin dünya mirasına hediyesi Taç Mahal; Babür Hanedanı’ndan Şah Cihan’ın eşi Mümtaz Banu’nun 14. çocuğunu dünyaya getirirken vefatı üzerine inşa ettirmiştir.

Selahaddin SEMİZ

Uzm. Dr.

(Bu serinin ilk yazısı İnsicam dergisinin on yedinci sayısında yayınlanmıştır.)

Hindistan’da Altın Silsile

İslam, ilk olarak Arap tüccarlar tarafından 7. yüzyılın başlarında Hindistan’ın batı kıyısından gelmiştir. Kerala’daki Çeraman Cuma Mescidi’nin, Mâlik bin Dînar tarafından 629 yılında inşa edilen Hindistan’daki ilk cami olduğu düşünülmektedir.

İslam, 12. yüzyılda Kuzey Hindistan’a Türk fetihleriyle yayılmaya başladı ve o zamandan beri Hindistan’ın dini ve kültürel mirasının bir parçası haline gelmiştir. Yüzyıllar boyunca Hindistan’da Müslümanlar, Hindistan’ın ekonomi politika ve kültüründe önemli bir rol oynadı.

2015 yılı itibarıyla Müslümanlar, Hindistan’ın sadece Cemmu ve Keşmir eyaletinde nüfusun çoğunluğunu oluşturur. Hindistan’ın diğer bölgelerinde ise Müslümanlar azınlık olarak yoğunlaşmış olup nüfusun en az beşte biridir.

Biz de bir grup arkadaşla beraber 2015 yılı, eylül ayında Hindistan’a gittik. Gezimizin esas gayesi, altın silsilenin Hindistan’da bulunan yedi büyüğün kabrini ziyaret etmek ve bu ülkedeki Müslümanların durumu hakkında bilgi edinmekti. Rehberimiz “Tasavvuf” ve “İmamı Rabbani” hakkında geniş bilgi sahibi Prof. Dr. Necdet Tosun olunca seyahatimiz aynı zamanda bir ilim ziyafetine dönüştü. Arkadaş grubumuzda bulunan Necmi Sarıyer’in canlı ve veciz anlatımıyla hatıralar ve menkıbeler de yolculuğumuzun güzel hatıraları arasında yer aldı.

Delhi Havalimanı’nda gümrük işlemleri sonrası Agra’ya hareket ettik. Yaklaşık 4,5 saat süren yolculuk sonrası Hindistan’daki Türk Medeniyetinin en görkemli eserlerinin bulunduğu Agra’da, dünyanın yedi harikasından biri olan Taç Mahal’i ziyaret ediyoruz. Hindistan’da hüküm süren Türk Hanedanı Babürlerin dünya mirasına hediyesi TaçMahal; Babür Hanedanı’ndan Şah Cihan’ın eşi Mümtaz Banu’nun 14. çocuğunu dünyaya getirirken vefatı üzerine inşa ettirmiştir. Bu mermer mimarisi şaheser yapı, 1632-1652 yılları arasında yapılmış ve inşaatında Mimar Sinan’ın talebeleri Mehmet İsa ve Mehmet İsmail efendiler de çalışmıştır. Bu eşsiz yapının içindeki Şah Cihan ve eşi Mümtaz Banu’nun kabirlerinin ziyaretinden sonra Taç Mahal’in iki yanında inşa edilen misafirhane ve caminin görülmesi sonrası Agra Kalesi’ni de dışarıdan görüyoruz. 

Delhi’de Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî kabrini ziyaret ediyoruz. Hazretin kabri yeşillikler içerisinde adeta bir cennet bahçesi, huzur ve sükûnetini hissettiriyor. Hemen Müslüman mezarlığının yanında bulunan Hinduların ölü yakma yerinde kast sistemine göre köle, asil ve efendilerin ölülerinin ayrı kategoride yakıldığı ölü yakma yerini görüyoruz.

45-50 yaşlarında bir kadının cenazesi yakılmak üzere hazırlanıyordu. Hazırlanan odun öbeği üzerine konmadan önce süslenmiş, makyajı yapılmış ve çiçeklerle çevrelenmişti. Açıktan odun öbeği üzerinde yakılacağı için kast sistemine göre alt kademeden biri olmalıydı. Etrafta hissettiğimiz ağır ve bunaltıcı hava üzerine bütün benliğimizle “yaşarken de ölürken de elhamdülillah iyi ki Müslümanız” dedik.

Delhi’de altın silsilenin büyüklerinden Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî ve Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar’ın kabirlerini ve onlardan uzakta bir yerde olan Muhammed Bâkî kabrini ziyaret ediyoruz.

Hindistan’ın kalabalığı, keşmekeşi, dağınıklığı arasında evliyaullahın kabirleri ve dergahları adeta çölde bir vaha ferahlığı veriyor. Abdullah Dehlevi’nin kabir ve makamının yanındaki mescidde namaz kılıyoruz. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen vakıf yetkilileri hemen ikram yarışına giriyorlar. Teşekkürler ve dualarla ayrılıyoruz.

Ziyaretimizi müteakip eski Delhi dar sokaklarında adeta nehir gibi akan kalabalık arasında açıkta satılan yemekler; etler, sebze ve meyveler arasında serbestçe dolaşan maymunlar, köpekler, inekleri görmeniz mümkün.

Babürlüler tarafından 16. yüzyılda kurulan Delhi’nin eski kısmında, Şah Cihan tarafından yaptırılan Hindistan’ın en büyük camisi Cuma Mescidi ve kutsal emanetleri ziyaret ediyoruz. 1911’de İngilizler tarafından kurulan Yeni Delhi, ünlü Hindu lider Mahatma Gandi Parkı ve Gandi’nin yakıldığı yeri görüyoruz.

İmam-ı Rabbani

Delhi’den Serhend’e doğru yola çıkıyoruz (260 km, yaklaşık 5,5 saat). Hindistan’da yetişen büyük âlim İmam Rabbânî, Ahmed Fâruk es-Serhendî, Muhammed Ma’sûm ve Şeyh Seyfüddin’in kabirlerini ziyarete gidiyoruz. Serhend daha çok Hindu ve Sihlerin ağırlıklı olarak bulunduğu küçük bir ilçe.

Pakistan ile Hindistan’ın ayrılması sırasında bu bölgede bulunan Müslümanlar, baskı ve şiddetten kaçarak Pakistan’a yerleşmişler. Şu anda dergâhta ve çevresinde bulunan Müslümanlar, İmamı Rabbani’nin onları rüyalarında kendi dergâhı yanında yerleşmelerini isteyerek çağırdığını belirtiyorlar. Dergâhın sakin ve huzurlu havası, hemen çıkış kapısının karşısında yer alan Sih tapınağının kasvetli havası ile bozuluyor. Keşke bu bölgede İmamı Rabbani Hazretlerinin manevi makamına uygun şekilde bir ilim ve irfan merkezi haline gelse diye düşünüyorum.

İmamı Rabbani 1564 Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında İmâm-ı Rabbânî ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî II. bin yılın müceddidi) unvanlarıyla tanınır. Hindistan’da Nakşibendi mürşidi Hâce Bâkī-Billâh’dan ilim ve manevi eğitimini aldı. Bâkī-Billâh’ın bazı müridleriyle birlikte Sirhind’e döndü.

Mürşidi Bâkī-Billâh ile mektuplaşmaya başladı. Bu mektuplar onun Mektûbât adıyla derlenen eserinin temelini oluşturur. Mektûbât’ta Bâkī-Billâh’a yazılmış yirmi altı mektup bulunmaktadır. Bir yıl sonra Delhi’ye giderek şeyhini tekrar ziyaret eden İmamı Rabbani, bu ziyaret sırasında Bâkī-Billâh’ı oğullarının mânevî eğitimi için görevlendirdi ve aynı yıl içinde vefat etti.

Birçok mektubunda çeşitli vesilelerle bu tarikatın üstün yanları olarak gördüğü hususları saymıştır. Bunların belki de en önemlisi Nakşibendiyye’nin bidâyetinin nihayeti içermesidir (indirâcü’n-nihâyefi’l-bidâye).

Hz. Ebû Bekir’e ulaşan bir silsileye mensup olduğunu iddia eden tek tarikat Nakşibendiyye’dir. Hz. Ebû Bekir, İmamı Rabbani’ye göre peygamberden sonra en mükemmel insandır; onun tarafından temsil edilen sıddîkıyyet makamı en yüksek velâyet makamıdır ve bundan dolayı en yüksek makam olan nübüvvet makamı ile derinden bağlantılıdır. Sıddîk olmasından dolayı Ebû Bekir, sahip olduğu örnek ruhî uyanıklığı kendisinin mânevî nesli olan Nakşibendîler’e miras bırakmıştır.

İmamı Rabbani, tarikatı şeriatın bir hizmetçisi olarak görür. Şeriatın üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bu üçü kâmilen bir arada bulunmadıkça şeriat tam manasıyla tatbik edilmez. Sûfîleri toplumdaki diğer insanlardan ayıran tarikat, şeriatın bir hizmetçisi olup, görevi ihlâsı kemâle erdirmektir. Tarikata intisap etmekten maksat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekilde yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten yeni şeyler ortaya koymak değildir.

İmamı Rabbani’den sonra da Müceddidiyye’nin kolay yayılmasına tesir eden en önemli husus, onun şeriatın başka bir şeye ihtiyaç bırakmaması konusundaki vurgusudur. Bu vurgu tarikatın ulaştığı her yerde zâhir ulemâsına cazip gelmesine, hatta bazı durumlarda medrese ve tekke arasında kurumsal bir kaynaşmaya bile yol açmıştır.

Pakistan’da Cemâat-i İslâmî’nin kurucusu olan Mevdûdî de Sirhindî’yi benzer şekilde Hint Yarımadası’nda İslâm’ı kurtarmakla över ve onun “müceddid-i elf-i sânî” olduğunu kabul eder. Fakat bu sıfatı ona Ekber Şah ve Cihangir’e karşı durarak yaygın bozuk felsefî düşüncelerden arındırdığı ve halk arasında yaygın olan bâtıl hurafelere acımasızca saldırdığı için lâyık görür. Muhammed İkbal ise İmamı Rabbani’yi yeni bir din psikolojisi geliştirdiği ve “yön verici güç dünyası”nı keşfettiği için tasavvufun ihya edicisi olarak görür.

Şam Bölgesinde Altın Silsile ve Mevlâna Halid Bağdadi

Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek Hocası Abdullah Dehlevi’den ilim ve irşad eğitimini aldıktan sonra Şam’a yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğdu. Daha genç yaşlarında keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanın aklî ve naklî ilimlerinde gâyet yüksek bir seviyeye ulaştı. Hesap, hendese, astronomi ilimlerine varıncaya kadar hemen hemen bütün sahalarda derinleşti. Hangi ilimden ne sorulsa derhâl cevâbını verir, ondaki yüksek zekâ ve engin bilgi ummanı karşısında herkes hayrette kalırdı. Zamanın pek çok büyük âliminden ilim tahsil etti ve icâzet aldı. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbâbının en üstünü oldu.

Abdullah Dehlevî Hazretleri, hizmet, mücâhede ve çetin riyâzetlerle vazifelendirdiği bu büyük talebesine husûsî ve derûnî dersler okuttu. Daha beş ay geçmeden üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri ona huzur ve müşâhede ehlinden olduğunu müjdeledi. Mevlânâ Hâlid, üstadının göz bebeği hâline geldi. Basit hizmetleri dahî büyük bir tevâzû ile îfâ ederek nefsini iyice küçük düşürüyor, ağır riyâzetlerle nefsinin arzularını kırmaya gayret ediyordu. On ay sonra zamanının bir tânesi ve hak dostlarının numûne-i imtisâli hâline geldi.

Nihayetinde üstadı ona, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çiştiyye tarîkatlerinde tam ve mutlak icâzet verdi. Bunların yanında hadis, tefsir, tasavvuf gibi ilimlerde ve kendi hazırladığı hizb ve evrâdırivâyet etme hususunda icâzet verdi. Sonra da kat’î bir emirle, memleketine gidip mâneviyâta susamış insanları irşâd etmesini söyledi. Öyle ki nice âlim ve ârif zâtlar dahî onun tâlim ve terbiyesine mazhar olabilmek için can atıyordu. Kısa zamanda sayısız mürîd ve pek çok halîfe yetiştirdi. Büyük Hanefî fakîhi İbn-i Âbidîn ile Rûhu’l-Meânî adlı tefsîrin müellifi Âlûsî de onun halîfelerindendir. Halifelerinden Süleyman Ervadi Hazretleri de altın silsilenin İstanbul’daki temsilcisi Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin mürşididir.

Ruslara karşı yirmi dört sene şan ve şerefle harp eden Kafkas cengâveri İmâm Şâmil ve Cezayir Milli kahramanı Emir Abdülkadir, birer Halidi halifesiydiler. Şunu bilhassa ifade etmek gerekir ki, daha böyle nice mücâhid serdarlar yetiştiren tasavvuf, bazı kişilerin iddia ettikleri gibi kendini toplumdan tecrid edip bir kenara çekilmek değil, zâhirî ve bâtınî cihâdı müştereken yürüten ulvî bir dinamizmdir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin tasavvuf yolundaki tesiri ve nüfûzu çok büyüktür. Öyle ki Nakşîlik yolu, kendisinden sonra âdeta Hâlidîlik olmuş ve bu kol, Osmanlı coğrafyasının en yaygın tasavvuf mektebi hâline gelmiştir. Zira Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şer’î ve mânevî ilimlere âdeta asr-ı saâdet neşvesi kazandırmıştır. O devirde bâtıl îtikadların tehlikesine karşı dîn-i mübîni ve tasavvufî hayatı öz mâhiyetiyle müdâfaa etmiştir.

Bütün ömrünü “Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin!” yani “kendi görüş ve ölçülerinizi Kitap ve Sünnet’ten öncelikli görme gaflet ve cür’etinden sakının!” düstûruna riâyetle yaşayan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, şer’î hususlarda aslâ tâviz vermemiştir. Nefsâniyete meyleden, Sünnet-i Seniyye’den ayrılan, bid’atlere dalan kimseleri îkâz etmiş, onları ıslah edinceye kadar ısrarla buna devam etmiştir.

Suriye ile Türkiye’nin çok yakın dostane ilişkiler içerisinde bulunduğu 2009 yılında, Gaziantep-Halep-Şam güzergahında, Mevlânâ Halidi Bağdadi Hazretlerinin kabri ve makamını da ziyaret ettik. Mevlânâ Halidi Bağdadi Hazretlerinin kabri, Şam’ın etrafındaki yüksek tepelerden Kasiyun tepesinin alt kısmında, Muhiddin Arabi’nin makamına yakın ve üst kısmında bulunuyor. Küçük bir avlu içerisinde kabri ve türbesi yer alıyor.