Ümmetin hâline çok üzülüyoruz ancak elimizden de bir şey gelmiyor. Sonunda, bir kaset çıkarıp satma, kârını Filistin’e gönderme fikri geliyor aklımıza. Kasette marşlar/ ezgiler, aralarında da konuşmalar olsun diyoruz.
Musa MERT

1987-1988 eğitim öğretim yılı. Isparta Merkez İmam Hatip Lisesi son sınıftayız. Bir kısmımız devlet parasız yatılı öğrencisi. Gündüzlü olanlarımız çoğunlukta. Yatılı son sınıf öğrencileri olarak üç ayrı yatakhanede kalıyoruz. Üçüncü yatakhane bizim. Kendimizi “Dava Adamı” olarak görüyoruz. Birinci ve ikinci yatakhanede kalan arkadaşlarımızı beğenmiyoruz. Kutlu bir idealleri olmadığını, hayattaki tek amaçlarının yaşamak olduğunu düşünüyoruz. Onların İslami yönünü zayıf(!) buluyoruz. Yoğun tebliğ çalışmalarımız arasında zaman zaman onları da yeniden inanmaya davet ediyoruz(!).
Okuldan kafa dengi kardeşlerimizle sık sık Osman Doğan’ın evinde toplanıyoruz. Osman’ın anne babası yurt dışında olduğu için yalnız yaşıyor. Onun evine “Erkam’ın Evi” diyoruz. Vahdet Dergisi bürosu bir diğer uğrak yerimiz. Okula uzak olsa da cuma namazlarını mutlaka İrfan Camii’nde kılmaya çalışıyoruz. Bekir Sağlam Hoca’nın çarpıcı, doyumsuz hutbeleri bizi alıp Asr-ı Saadet’e götürüyor. Asr-ı Saadet’ten çıkıp gelen sahabiler gibi dönüyoruz okula.
Mısır, İran, Pakistan, Cezayir, Sudan gibi halkı Müslüman ülkelerden tercüme edilmiş İslami eserlerin, 12 Eylül 1980 darbesinin, İran devriminin ve Afganistan işgalinin etkili olduğu zamanlar. Filistin’de yine zulüm var. Tüm dünyada ezilen Müslümanlar için çok üzülüyoruz. Pek çok İslam ülkesinde yaşanan olaylar ve zulüm sebebiyle Türkiye’de oluşan İslami uyanışın rüzgarında yaşıyoruz. Ümmet bilincimiz zirvede. Kulağımız haberlerde. Şehit olma arzusuyla kavruluyoruz. Ekim 1987’de Afganistan’da Rus işgaline karşı savaşırken şehit olan Bilal Yaldızcı’ya üzülmek yerine imreniyoruz, hayranlık duyuyoruz. Arkasından gündemimize giren ezginin “Bilal öldü derler ise sakın inanma ana. Bil ki ben şehit olmuşum şehitler ölmez ana,” nakaratı dilimizde, Bilal’in şehit olmadan önce yazdığı mektup elimizde. Çıkan her ezgi kasetini, her bant tiyatrosunu alıyoruz, ezber ediyoruz. Yenilerini dört gözle bekliyoruz. Kasetleri sınıf arkadaşımız/kardeşimiz Ahmet Tahir Akçil’lerin dükkânı Medine Pazarı’ndan alıyoruz. Sürekli yanımızda taşıyıp kullandığımız misvak, esans, takke, sarık, tesbih, şalvar gibi o dönemler sünnete uygun yaşamın nişaneleri olarak gördüğümüz malzemeleri oradan temin ediyoruz.
Devlet yurdunun yemekhanesindeki televizyondan Filistinli Müslümanlara yapılan zulmü izliyoruz. Siyonist askerlerin, Müslümanların kollarını taşlarla kırdığı görüntüler yer alıyor haber bülteninde. Okul idaresi tarafından yurttan atılma tehditlerine rağmen bir hafta sonu yurttan kaçıp Isparta’nın en büyük salonunda düzenlenen “Filistinli Müslümanlara Destek Gecesi”ne gidiyoruz. Hatta programda teşrifatçı olarak görev alıyoruz. Salonun girişinde polis, programa gelen köylü vatandaşları takkelerini çıkarmaya zorluyor. Tartışmalar, bağrışmalar yaşanıyor.
Programda dönemin tanınmış hocalarının, yazarlarının coşkulu konuşmalarını dinliyoruz. Konuşmalar arasında Abdurrahman Dilipak’ın kocaman ellerini sallayarak asıl büyük İsrail’in nefsimiz olduğunu anlatan konuşması unutmadıklarımdan. Program bitiyor. Konuşmacılara tek tek teşekkür ediyoruz. Onlarla yakından görüşmenin ayrıcalıklı onurunu yaşıyoruz. Dinleyiciler arasında oturan Emine Şenlikoğlu’nun eşi Recep Özkan’ın yanına gidiyoruz. Çok kısa sohbet ediyoruz. Recep Özkan, evleneceğimiz zaman Emine Şenlikoğlu gibi şuurlu, mücahide bir kızla evlenmemizi öğütlüyor. Hatıra fotoğrafı çektirip ayrılıyoruz. Geceyi ve takip eden üç günü “Erkam’ın Evi”nde geçiriyoruz. Sonunda disiplinlik oluyoruz. Üzülmek yerine “Dava” adına azıcık da olsa bir yara almanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Ümmetin hâline çok üzülüyoruz ancak elimizden de bir şey gelmiyor. Sonunda, bir kaset çıkarıp satma, kârını Filistin’e gönderme fikri geliyor aklımıza. Kasette marşlar/ezgiler, aralarında da konuşmalar olsun diyoruz. Hemen kolları sıvıyoruz. Marşları/ezgileri yazma görevi bana düşüyor. Mehmet Kütük besteliyor. Aralardaki konuşma metinlerini de Osman Sabun’la hazırlıyoruz. Sesleri güzel olduğu için Ahmet Tahir Akçil ve Mehmet Kütük marşları okuma görevini üstleniyorlar.
Peyderpey ben yazıyorum Mehmet besteliyor. Yapılan her yeni parçayı bazı derslerin son birkaç dakikasında Ahmet Tahir ve Mehmet okuyorlar. Böylece çalışmalarımızı sınıfın beğenisine sunuyoruz. Sunum için kendimize yakın hissettiğimiz hocalarımızın derslerini seçmeye dikkat ediyoruz. Güfte ve beste yapmak, hâliyle zaman alıyor. 1988’in baharındayız. Mezuniyetimiz yaklaştıkça telaşlanıyoruz. Yetiştiremeyeceğiz korkusuyla, hepimizin zevkle dinlediği meşhur bazı parçalardan birkaç alıntı yaparak kaseti doldurma kararı alıyoruz.

Bir sabah namazı vakti dört arkadaş Mimar Sinan Camii’nde buluşuyoruz. Ahmet Tahir ile Mehmet evlerinden, Osman ve ben devlet yurdundan geliyoruz. Namazı eda ettikten sonra oturuyoruz. Ahmet Tahir ve Mehmet marşları okuyor, ben ve Osman aradaki konuşmaları yapıyoruz. Stüdyomuz Mimar Sinan Camii. Kayıt cihazımız Sharp marka bir teyp. Kasetin adını Sevda koyuyoruz. Sevda, aynı zamanda İslam kardeşliğini anlatan kasetteki parçalardan birinin adı. Çizmeyi sevdiğimden kasetin kapak resmini çizmek de bana düşüyor. Biri Kur’an’ı Kerim’i tutup kaldırmış, diğer ikisi bileğinden kavrayıp ona destek olmuş üç el çiziyorum. Üçünü de delip geçen bir ok sebebiyle eller kanıyor. Kanların akıp birleştiği yerde kalp oluşuyor. Kapağı ve kaseti çoğaltıyoruz. Satıp parasını Filistin’e gönderiyoruz.
Sevda kaseti, konuşmalarla ve ilk sözleri, “Dayan kanlı mescid; Mescid-i Aksa/ Bu zulüm işkence sürmez asla,” olan “Mescid-i Aksa” ezgisiyle başlıyor. Ayrıca kasette “Sevda” isimli ezgi ve Afganistan işgali ile ilgili bir ezgi yer alıyor. Diğer ezgiler, dönemin gündeminde yoğun olarak yer alan iman, İslam kardeşliği, cihat/mücadele, şehadet gibi konuları içeriyor. Aslına bakarsanız Sevda bir kaset değil, bir inanç terennümüdür. Dava sahibinin kuşatan sesi, cihanı kucaklayan şarkıları vardır onda.
“Mescid-i Aksa” parçası Grup Genç sayesinde tanındı. Diğerlerinin böyle bir şansı olmadı. Fakülte yıllarında başka bir kasette “Kahpe bir kurşun değse mücahidin alnına/ Yüce imanı ile varır YARATAN’ına,” sözleriyle başlayan “Allah Bir” parçasına rastladığımı hatırlıyorum.

Sevda kasetinin öyküsü özetle böyle. Sevda kaseti gibi o dönemde yapılmış ancak yaşama şansı bulamamış nice çalışmalar, Mescid-i Aksa ezgisi gibi nice ezgiler vardı, kim bilir!
İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra kimimiz başka başka üniversitelere gitti, kimimiz kısa yoldan hayata atılmayı tercih etti. İlerleyen yıllarda herkesin malumu olan sıkıntılar yaşandı. Her şeye rağmen mücadele aşkımız dinmedi. Tebliğ ve irşat faaliyetlerimiz hız kesmedi.
Kız öğrencilerin başörtüsüyle İmam Hatip Lisesi’ne dahi alınmadığı yılları gördük. İmam Hatip Liselerine uygulanan katsayı adaletsizliğini yaşadık. Eşim, tesettürlü olduğu için her resmi daireye -özellikle hastaneye- gidişimizde nasıl ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğümüzü hiç unutmuyorum. 28 Şubat süreciyle gelen ve yeni neslin masal gibi gördüğü, dinlemekten sıkıldığı ne tartışmalar ne kavgalar yaşadık! Kâbus gibi yıllardı.
…
Köprünün altından çok sular aktı. Yıllar birbirini kovaladı. Nihayet 2017 senesinde İstanbul’da bir kız İmam Hatip Lisesi’ne atandığımda, teneffüslerde o çok sevdiğimiz ezgilerin çaldığını görünce nasıl mutlu oldum. Arada Mescid-i Aksa parçasının da çalıyor olması ayrı bir mutluluktu benim için. Özellikle yaşı bize yakın olan öğretmen arkadaşlarla ezgileri mırıldanarak sınıflara girip çıkıyorduk. İmam Hatip Lisesi koridorlarında artık bizim ezgilerimiz yankılanıyordu. Zafer şarkıları gibiydi benim için. Ah o ezgiler, alıp beni nerelere götürüyordu!
O zamanlar öğrencileri temsil etmesi için öğrenciler arasından okul başkanı seçilirdi. Başkan adayları sınıf sınıf dolaşarak projelerini anlatırlar, arkadaşlarından oy talep ederlerdi. Hiç unutmuyorum; adaylardan birinin ziyareti benim dersime denk geldi. Kapıyı vurup büyük bir saygıyla sınıfa girdi. İçeri giren öğrenci, okulun en parlak, en hanımefendi öğrencilerinden biriydi. Selam verip konuşma yapmak için izin istedi. Başkan seçilirse ne yapacağını anlattı arkadaşlarına. En önemli vaatlerinden birini ve belki de en önemlisini şu sözlerle dile getirdi:
“Teneffüslerde çalan ve artık bizim için bir işkence hâline gelen bu anlamsız parçaları kaldıracağım.”
Başkanlık seçimini hakikaten de o kızımız kazandı.
“Bir işkence hâline gelen anlamsız parçalar(!).”
Neydi anlamı yiten? Belki anlamın ta kendisiydi!
…
Yıllar geçti. “Sevda” kayboldu. Ne kadar aradıysak, ilan ettiysek bulamadık. 2021 yılı baharında her yıl olduğu gibi Filistin’deki zulüm tekrar gündeme gelince instagram hesabımdan “Demir ve Mizan” başlıklı bir canlı yayın yaptım. Yayında Sevda kasetinin kayıp olduğunu tekrar gündeme getirdim.
O yıllarda, Isparta İmam Hatip Lisesi’nin ortaokul bölümünde okuyan, hâlen Belçika’da yaşayan Şaban Burçak kardeşimiz yayını izlemiş. Bana ulaştı. 1988’de kaseti alıp sakladığını, hâlâ severek dinlediğini, gönderebileceğini söyledi. Çok sevindim. Bir iş adamı dostum Sabri Arıcı Beyefendi, emaneti Şaban kardeşimizden alıp İstanbul’a getirdi.
Sevda kaseti için evde heyecanlı bir bekleyiş başladı. Hemen eski bir kaset çaları bulup tozunu aldık. Güzel bir köşeye yerleştirdik. Kıymetli misafirimiz için özenli bir hazırlık yapıldı. Ve içimizden hiç gitmeyen “Sevda” yıllar sonra eve döndü. Eşimle ve çocuklarımla kaseti defalarca soluksuz dinledik. Yazarken yaşadığım bütün kuvvetli duyguları beraberce tekrar yaşadık. Bildik ki sevda yitmez ve nereye giderse gitsin muhakkak eve döner.