Üniversitenin Yeri

Üniversite özerk bir kurumdur. Kendi içinde belirli kriterlere göre karar alır. Hangi müfredatı takip edeceğini, hocalara hangi şartlarda kadro vereceğini, kendi kurduğu jüri ve komisyonlarla belirler.

Ensar GÜL

Maltepe Üni.

Üniversite bize yabancı bir kurum. Otuz beş sene tartıştıktan ve geçici olarak açılıp kapandıktan sonra ilk üniversitemiz Darülfünun, 1900 yılında ancak kurulabildi. Darülfünun, Cumhuriyet döneminde İstanbul Üniversitesi olarak yoluna devam etti.  Gerçi İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu 1453’ü bulsa da 1453 yılında kurulan üniversite değil, Fatih Medresesi’ydi ve medreseler Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatıldı.

18. yüzyılda Batıdaki bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin sonuçları askeri alana yansımış ve yeni eğitim kurumlarına olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştı. İlk önce Mühendishane-i Bahr-i Hümâyûn sonra Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn, bilahare ticaret ve ziraat mektepleri kurulmuştu. Darülfünundan önce kurulan diğer yükseköğretim kurumları, gerçek anlamda üniversite olmayıp meslek eğitimi veren kurumlardı.

Batı’da bugünkü anlamda ilk üniversiteler, roma rakamları yerine Doğu’da kullanılan rakamların (Arap-Hint rakamları) kullanımı ile aritmetik ve matematiğin gelişmesi, antik Yunan klasiklerinin Arapçadan tercüme edilmesi, Endülüs’ün bilgi birikimi ile etkileşim sonucunda 1100 yıllarında ortaya çıktı. İlk üniversiteler olarak Bologna ve Sorbonne zikredebiliriz. Üniversitelerin ortaya çıkmasına kadar İslam dünyasındaki medreseler Batı’daki eğitim kurumlarına göre daha önde idi ve okutulan dersler de benzerdi. “Medreseler neden üniversiteye dönüşemedi” sorusu, tartışılması ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu.

Bilindiği üzere üniversitenin iki temel fonksiyonu vardır. Birincisi, araştırma yapmak; ikincisi, araştırma sonuçlarını endüstriye ve öğrencilere aktarmak (eğitim). Araştırma yapabilmek için en önemli unsur, araştırma yapacak insanlardır. Ancak kendi neslinde üst sıralarda yer alacak kadar zeki ve yetenekli insanlar yüksek düzey araştırma yapabilir. Üniversiteler bu insanlara ücret verir, mekân ve laboratuvar gibi imkânlar sağlar. Ayrıca üniversite hocasına doçent olduktan sonra iş güvencesi verilir. Bütün bunlar araştırmacının kafasının başka tali meselelerle meşgul olmaması, bütün mesaisini ve dikkatini araştırmaya yoğunlaştırmasını sağlar.

Üniversite özerk bir kurumdur. Kendi içinde belirli kriterlere göre karar alır. Hangi müfredatı takip edeceğini, hocalara hangi şartlarda kadro vereceğini, kendi kurduğu jüri ve komisyonlarla belirler. Diğer üniversitelerle rekabet edebilmek için istihdam ve mali politikalarını uygular.

Üniversite işleyişine dışarıdan müdahale olursa üniversite fonksiyonunu yerine getiremez. Adı üniversite olsa bile, gerçek anlamda bir üniversite olamaz. Ülkemizde maalesef üniversitenin yeri ve fonksiyonu tam olarak anlaşılamadığı için üniversitelere neredeyse her on yılda bir müdahale edilmiştir. Bu müdahaleler sonucu çok sayıda üniversite hocası işsiz kalmış, araştırma yapamamış ve hayata küstürülmüştür. Hayatının sonlarına doğru itibarı iade edilen Fuat Sezgin, üniversiteden ilişiği kesildiği için çalışmalarını Almanya’da sürdürmek zorunda kalmıştı. Bu çapta bir bilim adamı çalışmalarını ülkemizde yapsaydı eğer ülkemiz adına paha biçilemeyecek bir kazanım olurdu. Çalıştıkları alanda yetişmiş, değer üretebilen hocaların araştırma yapamaması demek, bu süre zarfında gerçekleşecek araştırma ve bilgi birikiminden hem insanlığın hem de ülkemizin faydalanmaması demektir. Hocaları hangi bahane ile olursa olsun üniversite dışına itmek, ülkemizin bilim ve teknoloji yarışında yavaşlatılmasına sebep olur. Bu durum, yeni nesile kötü örnek olur; zeki ve yetenekli insanları üniversiteden ve hocalıktan soğutur.

Zeki ve yetenekli insanlar üzerinde yapılan inceleme ve araştırmalara göre bu insanlar hiyerarşiden hoşlanmazlar, bir sorunları olduğu zaman direkt en üst yönetici ile iletişim kurmak isterler. Çalıştıkları yerden memnun olmadıkları takdirde alternatifleri fazla olduğu için kolayca başka bir kuruma gidebilirler. Üniversite yönetiminin de bu durumu göz önüne alarak bir yönetim tesis etmesi ve ona göre davranması beklenir. Hâlbuki üniversitelerimize bakarsak, özellikle taşra üniversitelerinde üniversitenin ne olduğunun farkında olmayan yöneticilerin üniversite içinde kabul edilemeyecek davranışlar sergilediğini gözlemleyebiliriz.

Üniversiteler, devlet hiyerarşisi içinde de yer almaz ve böyle bir yapı düşünülemez. Maalesef darbe döneminden kalan bir anlayışla kurulmuş olan mevcut sistem, hiyerarşik bir yapıyı üniversiteler üzerine empoze etmiştir. YÖK başkanı, YÖK, rektörler, dekanlar bir hiyerarşik yapı içinde yer alır. Bu şekilde bir yapının kurulması, değiştirilmemesi, değiştirilme teşebbüslerinin önüne geçilmesi, Darülfünunun kuruluşundan beri 120 sene geçmesine rağmen hala üniversitenin yerinin ve nasıl olması gerektiğinin anlaşılmadığının bir göstergesidir.

Bizim kadim kültürümüzde âlimler, sultanın (devlet başkanının) ayağına gitmez. Gitmeleri hoş karşılanmaz. Son senelerde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde düzenlenen üniversite açılış merasimi, her üniversiteden rektör ve hocaları devlet başkanının ayağına götürmektedir ve bu durumdan hiç kimse rahatsız olmamaktadır. Yapılan bu merasim bile üniversiteye bakış açımızı yansıtmaktadır.

Sanayi devrimi öncesine dönebilir miyiz? Dönmek istiyor muyuz? İstesek bile bu mümkün mü? Bu sorulara olumlu cevap veremeyeceğimize göre sanayi toplumu olmak için gerekeni yapmak zorundayız. Bu da bilim ve teknoloji alanında araştırma yapılacak şartları hazırlamak, mevcut şartları iyileştirmekle mümkündür. Bunlardan en önemlisi de üniversitelere karşı bakış açımızı değiştirerek, üniversitelerin özerkliğinin sağlanması, yurt içi ve yurt dışından en zeki ve yetenekli bilim insanlarının istihdam edilmesi ve bunların sonucunda da bilgi üretiminin azamiye çıkarılmasıdır.