Her insana tebliğciden giden yol farklı olabilir. Öncelikle tebliğde sözün tekelini kırmak gerekir. Duruş, tavır, model, yaklaşım, intiba, imaj, ses, yansıma… gibi daha birçok etki alanı insandan insana uzayan mesafeleri kısaltma vazifesi görmektedir.
Hüseyin AKIN
Şair-Yazar

Tebliğ en sahih biçimde mesajı muhataba ulaştırma ameliyesidir. Kelimenin menşeinden de anlaşılacağı üzere tebliğin iki temel vasfı vardır: Birincisi, mesajın ulaştıranın zihninde ve kalbinde doğru biçimde yer almış olması, ikincisi ise muhatabın zihnine ve kalbine doğrudan intikal etmesi. Kelimeleri cümle yapan şey anlamı hakkıyla ifade edebilecek güçte olmalarıdır. Cümlenin bünyesinde taşıdığı şeyin din olduğunu düşündüğümüzde bu yapının en önemli tuğlasını teşkil eden kelimelerden tutunuz da cümlenin kubbesinden minaresine çok iyi oturtulması ayrıca önem taşır. Din ifade edilebilirlik imkânı arttıkça kendi mensuplarını çatısı altında tutarken, kayıp evlatlarını da toparlamaya muvaffak olur. Dilin belli bir bilinç üzre oluşturulmuş semboller sistemi olduğu gerçeğinden hareket edersek her coğrafyanın kendine özgü bir dili olduğu kadar iletişim biçimi olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Burada konuşan dilin kuşatıcı özelliğinin yansıra işiten kulağın da toplumdan topluma değişebilen algısını hesaba katmak zorundayız. Zira iletişim yönünden toplumlar sadece dil değil aynı zamanda kulaktır da.
Asli tebliğci yaratıcının kendisidir. Gidilecek yolu ve yolculuğun açmazlarını ve çıkmazlarını ilahi mesajıyla tüm insanlara bildirmiş ve hâlâ bildirmeye devam etmektedir. Söyleyip biten bir şey değildir ilahi tebliğ. Her an, her durum ve duruşta kendini yinelediği gibi çağın idrakine göre yeniler de. Sözgelimi Enfal Suresi 60. ayette buyurulan: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” buyruğunu maksada muvafık ve mutabık şekilde anlatıp anlaşılmasını sağlamadığımız sürece vahyin işaret ettiği anlama ulaşmamız mümkün olmayacaktır. İşaret ettiği yere değil parmağın kendisine bakarak o mesajdan bir hayat pratiği sağlamamız imkânsızdır. Zamanın ve mekânın değişimi ve dönüşümü ile birlikte insanların eşya ve evren algısı da değişip gelişecektir. Eşya egemen zamanlarda insan ile hakikatin arası nasıl açılmışsa hakikati idrak noktasında mefhumlara ona yönelen aklın ilişki biçimi de değişmiştir.
Dil, niyet ve kasıttır aynı zamanda. Yaratıcının maksadı mesajın değişmez asli unsurudur. Kur’an’ın indiği dönemde düşmanlara karşı “Besili At” anlamı açık ve bir başka şekilde düşünülmeye hacet bırakmayan bir gerçekliktir. Geldiğimiz yüzyıl itibariyle “Besili At” içi mesajın asli niyet ve maksadına uygun doldurulması gereken bir simgeye dönüşmüştür. Bugünün savaş aygıtları içerisinde “Besili At” neye tekabül ediyorsa idrakin muhatap olduğu anlam da odur.
Tebliğin araçları zaman, zemin ve muhataba göre farklılık gösterir. “İnsanlara seviyelerine göre muamele ediniz” hadisinin gösterdiği hassasiyeti de böyle anlamak uygundur sanırım. Her insana tebliğciden giden yol farklı olabilir. Öncelikle tebliğde sözün tekelini kırmak gerekir. Duruş, tavır, model, yaklaşım, intiba, imaj, ses, yansıma… gibi daha birçok etki alanı insandan insana uzayan mesafeleri kısaltma vazifesi görmektedir. “Yürüyen Kur’an” olabilmektir asıl olan. Siz susun yaşadığınız hayat olması gerekeni söylesin. Çağdaş insan retorik yorgunudur. Anlatının bir insanda ete kemiğe bürünmüş şeklini aramaktadır. Yaşanan bir pratikle cümlesini kurmalı insan. Teorik her anlatı muhataba ulaşmak için yola çıktığında bir sürü engelle karşılaşacaktır.
Din gündelik hayat dilinin sınırlarını aşan bir sistemdir. Çarşıda pazarda kullandığımız dil yekunu ile metafizik meseleleri, gaybi dünyayı algılayabilmemiz mümkün değildir. Bir üst dil geliştirmeli ya da insanın Âdem oluşuyla beraber kullanmaya başladığı dilin sınırlarına geri çekilmemiz şarttır. Değil mi ki yüce yaratıcı Bakara Suresi 31. ayette zikredildiği şekliyle Âdem’e isimleri öğretmiştir. Bu öğretim sayesindedir ki insan yani Âdem yaşadığı dünyanın öznesi süjesi olmuştur. Tanımlanan değil tanımlayandır artık o. Yaratıcı bizimle seviyemize uygun olarak yukarıdan aşağıya doğru konuşur ki biz buna vahiy deriz. Kıssalar, benzetmeler, diyaloglar, geriye dönüşler vahyin insan idrakine yerleştirilmesi çerçevesinde ilahi bir sehl-i mümtenidir. Zira Kur’an Rab’ça değil, Arapçadır. İnsanın idrakine ve kulağına indirgenmiştir. Bir şekilde Allah insanla yukarıdan aşağıya doğru konuşarak tenezzül etmiştir. Yani sözü insanın seviyesine indirmiştir. Vahyin her peygambere o toplumun dili ile gönderilmesinin hikmeti de budur: “Onlara iyice anlatabilmesi için kendi kavminin dilinden başka bir dille hiçbir peygamber göndermedik” (İbrahim Suresi-4)
Dili o toplumun kültüründen bağımsız düşünemeyiz. Bir kelimenin kullanımı toplumun o kelime ile kurduğu süregelen ilişkinin bir yansımasıdır. Kelimenin etimolojik anlamının yansıra toplumların tarih içerisinde ona giydirdikleri anlamların da bu oluşumda payı vardır. İnsanın kullandığı kelime sadece dış dünyasını değil aynı zamanda imgesel, hayali ve deruni dünyasını da yansıtır. Asıl itibariyle insan kullandığı kelimenin içerisindedir. Din ile, ve Allah ile ilişkisi kullanageldiği kelimelerin içerisinde barınmaktadır. Cümlesini ve daha geniş anlamıyla dünyasını o kelimelerle kurar. Dünün kelime malzemeleriyle bugünün kelime malzemeleri belirgin bir şekilde değişmiştir. Bugün için olması gereken çağdaş kelimelerin boşaltılan ruhunu geriye iade etmektir. Tebliğde fiil gibi takririn de bir araç ve yöntem olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Bazen hiçbir şey söylememek uzun uzun konuşmaktan yeğdir. Sükutun alfabesi sözünkinden daha kuşatıcıdır ne de olsa. Bir şeyi susarak onaylamak aynı zamanda muhatabın fiilinin dolaylı biçimde taltifidir. Doğru yapanı sessizce onaylamak doğruyu sürekli tekrar etmekten daha müessir bir etkiye sahiptir.
Diğer taraftan, sözün de duanın da fiili olanı en somut deneyim olması bakımından nesiller boyu örnek alınası bir tebliğ anıtıdır. Hadis-i Şerif’te yer alan bir haksızlık gördüğünde “Önce elinle, gücün yetmezse dilinle, ona da güç yetiremezsen buğz ederek karşı koy” tavsiyesini de bu bağlamda değerlendirmek daha uygun olur. Elinle söylemek istediğini bazen dilin ifade edebilir, dilinin söylemekte yetersiz ve aciz kaldığı şeyleri suratın ve tavırlarınla daha fasih ve beliğ olarak anlatabilirsin.
İnsan başlı başına bir anlatı değil midir zaten? Mevlana’nın diliyle söyleyecek olursak: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/Her gün bir yere konmak ne güzel/Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş/Dünle beraber gitti, cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
Eminim Mevlâna bu dizeleri bugün söyleseydi daha başka türlü söyleyecekti. Bu dizelere bugünün penceresinden bakan bizler birçok şeyi ya tam anlamıyoruz ya da yanlış anlıyoruz. Her gün bir yere konmanın bir çoğumuza sabitesizlik geleceği gibi mesela. Allah’ın yazılı ayetlerini kevni ayetleriyle, kevni ayetlerini de yazılı ayetleriyle tefsir etmek de din dilinin mânâ ve ruhunu muhafaza etmemiz için faydalı olacaktır. Zira dinin dili ruhundadır!