Avrupa’ya ilk yolculuk yaptığımda mezkûr anlatılara yakından şahitlik etmiş, oraların “öteki”lerinin hikayelerini dinlemeye çalışmış ve monotonluğun donuk yüzüyle tanışmıştım. Ne ki bu birkaç sefer ile tekrar edecek ve her gitmeye yeni meseleler ekleyecektim heybeme.
Zübeyir ŞEKERCİ

Geçtiğimiz 150-200 yıl öncesine değin hayatın nasıl yaşanması, neyin, nasıl yapılması ve içtimai iklimin hangi aşamalara göre belirlenmesi ile ilgili bütün meselelerin referansı din idi. Ahlak temellendirmesi aleni şekilde din üzerinden yapılırken, Avrupa’da dönemin modernist dindarlarının öncülüğünde farkında olarak yahut olmayarak din, içtimai hayattan tecrit edildi ve herkes kendi inancı ile baş başa bırakıldı. Yerine ise profan bir söylem getirildi. Dinin belki de en mühim kaidelerinden olan “ahlak” bir süre başıboş kaldı. Ancak bu böyle gitmezdi, dine de dönmek bilime uygun düşmezdi. O zaman yerine ne koymalıydı? Kant, modern Avrupa’ya bir öneri sundu ve adına “ödev ahlakı” dendi.
Avrupa’ya yaptığım çeşitli seyahatlerde dikkatimi çeken belirgin üç şeyden söz edebilirim: Temizlik, donukluk ve disiplin. Klasik anlatı haline gelen “yaya yolunda” bir km öteden duran araçlar, yere çöp atmamaya gösterilen özen, vb. şeyler Avrupalının itibarını görünürde kurtarmaya yeterli olmuştur hep. Formal anlamda saygı, maaşı vaktinde ödeme ve karşıdan karşıya geçerken çıkarılmayan zorluk. ‘Medeni olmak bu olsa gerek’, ‘Adamlar bir tek çöp bile atmıyor’ cümleleri ‘Adam benim geldiğimi görmeden duruyor neredeyse’ ile devam ediyor. Müthiş bir illüzyon ile karşı karşıya olduğunu anlamazsınız bile.
Oysa, aynı insan topluluğu “savaş mağduru” olanı ülkesine almamak için çırpınır, iş hayatında yükselen “öteki”ye iyi bakmaz ve mevcut halinin birkaç yüz yıllık müstemlekecilik sonucu olduğundan hayıflanmaz. Medenilik biraz da böyle bir şey galiba?
Avrupa’ya ilk yolculuk yaptığımda mezkûr anlatılara yakından şahitlik etmiş, oraların “öteki”lerinin hikayelerini dinlemeye çalışmış ve monotonluğun donuk yüzüyle tanışmıştım. Ne ki bu birkaç sefer ile tekrar edecek ve her gitmeye yeni meseleler ekleyecektim heybeme. Temizlik hassasiyetinden çöplerin tasnifiyle söz edebileceğimiz sistem ile okulda sırf Türk olduğu için daha fazla çalışmasını mecbur kılan sistem aynı mıydı? Teyzem, kendi çocuklarına “Siz normalden iki kat daha fazla çalışacaksınız.” tembihinde bulunma mecburiyetinde neden kaldı?
Kamusal alanda görünüşünden dolayı başörtülü birine tahkir edici hareketlerde bulunan insanın görevi başında bir hemşire olarak hastasının acısına ortak olabilmesi nasıl bir sistemin ürünüdür? Yahudilere yapılan soykırımı mütemadiyen kınayan insanın Ortadoğu’da olup biten hakkında tek kelam etmemesi hangi ödevin ahlakı?
Almanya’dan uçakta gelirken tanıştığım bir abi “Türklerin artık kalifiye işlerde var olmaya başladığını, birçok önemli meslek sahibi olabildiğini” belirtirken öte yandan bunun yerliler tarafından pek de hoş karşılanmadığını söylediğini hatırlıyorum. “Son dönemlerde artan aşırı sağ hareketlerin bu kazanımlarla bir ilgisi olabilir mi?” diye bir soru sormaya gerek yok zannediyorum. Kant ve verdiği ödev Avrupa’yı belirli bir disiplin içerisinde tutarken “vicdani” anlamda bir söz söylemiyor dersek beylik laf etmiş olmayız herhalde. Ancak görünürde de olsa “öyle ya da böyle” bir sistemin tayin ettiği formal bir ahlaktan söz edebiliyoruz.
Peki, biz Müslümanlar olarak ait olduğumuz dinin cihanşümul ahlakına ne kadar uyum sağlayabiliyoruz? Trafik örneğinde Kant’ın ödevine uyan Batılıdan kendimizi tefrik etmek bir yana kıyaslayabiliyor muyuz? Alın teri kurumadan işçiye hakkını veriyor muyuz? Verdiğimiz söze uyuyor muyuz? Vakte riayet ediyor muyuz? Bir faninin sunmuş olduğu reçeteye azami derecede saygı gösterenlerden ilahi yasalara teslim olarak tefrik edebiliyor muyuz kendimizi? Tırnak kesiminde dahi tefrik usulünü bize gösteren Nebi (a.s)’a layık mıyız?