Nasıl Bir Din Dili?

Rahmetin tecellisi, ilâhî kelâmın insan seviyesine indirilerek onun anlayabileceği dilde gelmesidir. Bu rahmetin diğer bir tecelli yönü de, toplumun ahlak ve karakter noktasında en mükemmel olanlarının bu mesaja aracılık etmesidir.

Mülayim Sadık Kul

Bu soruya “Kur’an ve sünnete uygun bir dil” diyerek kestirmeden cevap verilebilir. Ama bu cevap, problemi çözme noktasında doğru adrese işaret etse de sorun ortadan kalkmış olmaz. Zira bu soruyla kastedilenin, bundan daha öte ve özel bir durum olduğu aşikârdır. Birçok meselede olduğu gibi burada da sadece bu iki temel kaynağa işaret etmek, sadra şifa olmaz. Bilindiği gibi bu kaynaklara dayalı olan din dilinin ne olması gerektiği hakkında binlerce farklı yorum getirilebilir. Dolayısıyla da asıl mesele, bu kaynaklara dayanarak verilecek “efradını cami ağyarını mani” bir cevabın ne olduğudur.

Dinden bahsedildiğine göre soruyla kastedilen din dilinin üslubu ve içeriği hakkındadır. Bu sorunun ihtiva ettiği birçok başka soru da akla gelmektedir. Değişen şartlarda bu dil, derde deva olabilecek hangi ölçülere haiz olmalıdır? Diğer bir ifadeyle bu dilin temel karakteristik özellikleri var mıdır? Bu konuda ilim geleneğimizin bize miras bıraktığı nasıl bir cevapla karşı karşıyayız? Bu yazıda daha çok din dilinin aslî unsurları, değişmez özellikleri ne olabilir sorusuna cevap aranacaktır.

Burada bu sorunun cevabına geçmeden önce ele alınması gereken çok temel bir konu da, o dilin veya tercüman olmaya çalıştığı dinin amacının ne olduğu meselesidir. Bu dille, dinin muhatap aldığı kitleye vermeye çalıştığı mesaj nedir? Bu mesajın içeriği ve sahibi kimdir?

Bütün bu sorular, bizi verilmek istenen bir mesajın olduğu hakikatine götürür. Yani ortada bir mesaj, bu mesajın bir sahibi ve ulaştırılmak istenen bir muhatabı/adresi vardır. Dil ise bu anlamda bu mesajı iletmede aracı konumundadır. Yani mesaj sahibinin mesajını iletmek için kullandığı bir araçtır. Kendi başına bir gaye olmasa da, bir gaye ve hedefe matuf olan mesajın içeriği bu iletişim yoluyla sağlanacaktır. Aradaki bağ, bu dil sayesinde kurulacaktır. Öyleyse mesajın içeriğini anlamak, bu dili anlamaktan geçmektedir.

Tahlilimize dil dediğimiz olgunun ontolojik değerine işaret ederek başlayalım. Tüm âlemi, rahmetinin bir tecellisi olarak yaratan Allah, bu rahmetinin bir tecellisi olarak da dili yaratmıştır. Bu aynı zamanda Hz. Adem’in yaratılışıyla birlikte ona isimlerin öğretilme sırrını da bize haber vermektedir. İnsanı diğer varlıklara üstün kılan da zaten bu değil midir? Mantık yani düşünme, akletme yeteneğine sahip olan insan dediğimiz bu varlığın, aklettiği bu düşüncelerini nutk (konuşma) kabiliyetiyle mantûk hale getirmesi, onu tüm yaratılmışların efendisi kılmakta değil midir?

Bu anlamda diller, Allah’ın apaçık ayetlerinden biri konumundadır. Yoksa farklı diller, Babil kulesini inşa edenlerin birbiriyle anlaşamaması için Tanrı tarafından verilmiş ontolojik bir cezalandırma hiç değildir. Efsaneye göre Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine, kibirli olmalarına kızar ve o zamana kadar tek dil konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Dolayısıyla dillerin çokluğu, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarda bir rahmet vesilesi olarak değil, tam tersi bir cezalandırma olarak açıklanır.

Yıllar önce Almanca kursunda beraber okuduğumuz Avrupalı bir öğrenciye “dillerin farklı farklı olmasının Allah’ın ayetlerinden olduğu” bilgisinin bizzat Kur’an’da bildirildiğini haber verdiğimde çok şaşırmıştı. Hayretler içerisinde benden, bu ayetin Kur’an’daki yerini sormuştu. Her şeyi bir hikmete mebni yoktan var eden Allah, farklı dilleri ve renkleri niçin yarattığını da şöyle açıklıyor:

“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda, bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rum, 30/22)

Yerküremizin asırlardır dûçar olduğu ırkçılık hastalığına bundan daha güzel bir cevap olabilir mi? Bu ayete göre renklerin ve dillerin farklı olması, ne bir cezalandırma ne de bir üstünlük aracıdır. Tam tersine, insanların birbirleriyle tanışmalarına fırsat veren, Rabbimizin kudret ve varlığına işaret eden önemli delillerden biridir.

Batı merkezci beyazlara has ırkçılığın akademik alanda en önemli temsilcilerinden biri olan meşhur oryantalist Ernest Renan’ın 1883’te “İslam ve Bilim” başlığıyla verdiği konferansta, Sami ırkı ve dilleriyle ilgili iddiası, bu anlamda çok çarpıcı bir örnektir. O, İslam ve Arap toplumlarının geri kalmışlığını onların düşünce yapılarını da dizayn eden dillerine bağlıyordu. Sami dillerinin derin felsefî düşünceye ve bilimsel gelişmeye müsait olmadığını, sanki bilimsel ispatlanmış bir veri gibi açıkça ilan edebiliyordu. Ona göre İslam toplumlarının geri kalmışlığı da burada aranmalıydı. Bu düşünce, Batı’da söylem bazında büyük ölçüde aşılmış gibi gözükse de mantalite olarak buna inananların hâlâ ilmî mahfilleri ve düşünce kürsülerini büyük ölçüde işgal ettikleri söylenebilir. İslamofobi de büyük ölçüde bu anlayışın bir ürünüdür.

Dilin ontolojik ve metafizik boyutunun ihmal edilmesinin insanlık tarihinde açtığı yaralar ortadadır. Dil, insan idrakini şekillendirdiği gibi aynı zamanda ona da tercümanlık etmektedir. Aydınlanmayla başlayan modern bilim paradigması, bilgiyi sadece görülebilene hapsederek, insanın idrak ufuklarını ve duygu dünyasını büyük oranda güdükleştirmiştir. Teknik açıdan uzaya gidecek kadar gelişmiş olan bu anlayış sahipleri, insanlık tarihinin en büyük dramlarına da şahitlik etmek durumunda kalmıştır. Ruhundan ve manevi değerlerinden, metafizik köklerinden koparılmış olan modern insan, evrendeki en büyük vahşetlerin ve acıların da müsebbibi olmuştur.

Dili bir de bu yönüyle ele almak gerekir. İslam bağlamında din dilinden bahsederken manevi köklerinden kopmamış bir din dilini kastediyoruz. Bu sebeple İslam dini, bütün varlığı bir yönüyle muhatap alsa da bu konuda sorumluluğu eşref-i mahlûkat olan insana vermiştir. Dolayısıyla da hitap, önce insanadır. Mesajın muhatabı sadece inananlar değil, aynı zamanda tüm insanlıktır. “Ey insanlar!” diye başlayan Kur’ânî hitabı başka türlü yorumlamak mümkün değildir. Dolayısıyla kullanılan din dili, evvel emirde hitap ettiği topluluğu muhatap alsa da mesajı evrenseldir. Peygamber Efendimiz’in daha önceki Peygamberler gibi sadece kendi kavmine değil de tüm insanlığa gönderilmiş olması da bunu destekleyen diğer bir delildir.

Nitekim Kur’an’ın bize haber verdiği önemli bilgilerden bir tanesi de, hidayet rehberi olarak gönderilen vahyin, gönderildiği toplumun dilinde indirilmesidir. Zira mesaj bu topluluğa gelmiştir. Rahmetin tecellisi, ilâhî kelâmın insan seviyesine indirilerek onun anlayabileceği dilde gelmesidir. Bu rahmetin diğer bir tecelli yönü de, toplumun ahlak ve karakter noktasında en mükemmel olanlarının bu mesaja aracılık etmesidir. Mesajın kıymeti, getiren elçiyle de alakalı olduğu için, kutlu mesajına hamallık edecek olan peygamberleri Allah özel seçmiştir.

Demek ki mesele sadece dille değil, aynı zamanda mesajı ulaştıracak elçiyle de alakalıdır. Zira mesajı getiren elçinin güvenilirliği, mesajın da güvenilir olduğu hakkında önemli bir göstergedir. İnsanlar mesajın içeriğinden önce, haberi getirenin kim olduğuna bakarlar. Ondan sonra mesaja kulak verirler. Bu ilk engel aşıldıktan sonra mesajın içeriği ve üslubu önemli bir faktördür. Öyleyse dine davet eden davetçilerin her şeyden önce toplumun en seçkinleri olma mesuliyeti vardır. Bunun ilk şartı da güvenilirliktir.

Peygamber Efendimiz gibi “el-Emin” olmayanların, önce kendi ahlaklarını ve toplum içindeki imajlarını düzeltmeleri gerekir. Aksi takdirde Kur’an’ın ifadesiyle “Neden yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?” uyarısıyla (Saff 64/2) karşı karşıya kalırlar. Önce davanın eri olacaksın ki o davanın davetçisi olabilesin. Davanın eri olmayanlar, davaları ne kadar mukaddes ve yüce olsa da, o davanın davetçisi olamazlar. Ta ki kendileri de hem bilgi hem de irfan noktasında mukaddes davanın hamallığını yapabilecek bir kıvama/olgunluğa erebilsinler. Sonunda rütbenin de malın da olmayan bu davanın eri olmak, çile çekmeyi gerektirir. Bu hâle erişmeyenlerin sadece kâl ile bu davaya hizmet etmeleri, ham hayalden öte geçmez. Kısacası kişi, davanın eri olabildiği kadar davetçisi olabilir.

Bununla alakalı Kur’an’da çok çarpıcı misaller olduğuna şahit oluyoruz. Peygamberlerin yüksek ahlakî seciyeleri ve örnek kişilikleri, bunun en bariz örnekleridir.

Elçinin seçkinliği yanında, kullanılan üslup da Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu diğer bir özelliktir. Allah Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’a, Firavun’a gittiklerinde yumuşak bir dil kullanmalarını tavsiye eder. Demek ki ilahi mesajın üslubu -bazen uyarı anlamında sert mesajlar içerse de- asıl olarak yumuşak ve müjdeleyici olmasıdır. Ayette geçen yumuşak bir söz anlamındaki “Qavlen leyyinen” ifadesi, bugünün davetçilerinin kullanacağı dil ve üslubun olmazsa olmaz ilk şartı olsa gerek.

Davet dilinin nasıl olması gerektiği, din dili nasıl olmalı sorusunda mündemiçtir. Dolayısıyla Kur’an’ın davet bağlamında nasıl bir dil kullandığına bir göz atalım. Bu bağlamda pek çok misal olmakla birlikte İmam Gazâlî gibi birçok âlimin ve müfessirin de işaret ettikleri davet ayetine dikkatleri çekmek istiyorum. Bu ayet bize net bir davet metodu ve dili sunmaktadır. Aslında burada söylemeye çalıştıklarım, İmam Gazâlî’nin tespit ettiklerinin kısaca tekrarından ibaret olacak. Rabbimiz kendi yoluna nasıl davet edilmesi gerektiği hakkında şöyle buyuruyor:

“(Ey Resulüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125)

Bu ayette Allah yoluna davetin üç farklı metotla yapılabileceği vurgulanıyor. Bunlardan birincisi “hikmet yolu”dur. Hikmet kelimesi, insanın aklına ve gönlüne birlikte hitap edilmesi gerektiğini haber veriyor. Hikmet aynı zamanda şartlara en uygun olanının yapılmasını iltizam eder. Bu kelimeden hareketle Gazâlî, bilgi ve hikmet sahibi insanlarla İslam’a davet amacıyla konuşulduğunda, aklın tüm imkânlarını seferber ederek, hakîmâne bir dilin kullanılması tavsiye ediliyor. Bu seviyedeki insanları İslam’a davet edenlerin de bu hikmete ve diline sahip olmaları gerekmektedir. “Davul dengi dengine” demiş atalarımız. Davet ettiğiniz insanların sahip oldukları bilgi seviyesine sahip değilseniz, “Kaş yapıyorum derken göz çıkarmak” durumunda kalabilirsiniz. Yani davet ederek İslam’ı sevdirmek isterken daha da uzaklaşmasına sebebiyet verebilirsiniz. Bu sebeple bugün davetçi sıfatıyla arz-ı endam eden pek çok kişiye aslında “Gölge etme başka ihsan istemeyiz” demek, en doğrusu olsa gerek.

İkinci yol olarak “güzel bir üslupla öğüt vermek”ten bahsediliyor. Bu yöntem ile zaten iman etmiş olan insanlara, vaz-u nasihat yoluyla, unuttukları hakikatlerin tekrar hatırlatılması kastediliyor. “Sen öğüt ver. Doğrusu öğüt, müminlere fayda verir.” ayeti de buna işaret ediyor. (Zariyat 51/55) Kur’an’ın bir isminin de “zikr” yani hatırlatma olması, Kur’an’da haber verilen mesajın ilahi bir hatırlatma olduğunu özetliyor.

Üçüncü metot olarak da “güzel bir yöntemle mücadele etmek”ten söz ediliyor. Buradaki muhatapların Allah’ın davetini inkâr edenler ya da davetin içeriğiyle ilgili itirazları olanlar olduğu, tefsir kitaplarımızda genişçe izah edilmiştir. Bunlarla yapılan münazara ve tartışmalarda hakarete varacak ölçüsüz ifade ve davranışlardan uzak durulması tavsiye ediliyor. Tartışılan bu insanların bir gün kalplerinin yumuşayabileceği unutulmamalıdır. Bu konuda cevâmiu’l kelim olan Peygamber Efendimiz, gerek sevgide gerekse nefrette orta yolun ne olduğunu bize öğretiyor:

“Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr 60) İlk olarak Ahmet Akın Çığman Hocam’dan duyduğum bu nebevi düstur, hayatım boyunca bana yol göstermiştir. Aşırılıklar hangi konuda olursa olsun insan fıtratına zarar verir. Bu sebeple sevgide de nefrette de ölçülü olmak, İslam’ın en önemli umdelerinden biridir.

Tahlil etmeye çalıştığımız ayet-i kerime, nerede nasıl bir üslup ve dil kullanmamız gerektiğini haber veriyor. Bilgi ve anlayış seviyesi çok yüksek olan birine, onun seviyesine uygun bir lisanla konuşmak gerekirken, dine ve Allah’a iman etmiş birine daha çok vaz-u nasihat ile gönlüne hitap etmenin doğru olduğu bildiriliyor. Din hakkında tartışılması gerektiğinde de bunun uygun bir üslupla, aşırılığa kaçmadan yapılması gerekiyor.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Firavun’a karşı bile yumuşak bir dille konuşulması emredilmiştir. Tabiat olarak biraz sert bir mizaca sahip olduğu rivayet edilen Hz. Musa, kendinin bu özelliğini bildiği için olsa gerek, bu konuda dili daha güzel ve fasih kullanabilen kardeşinin kendine yardımcı kılınmasını talep etmiştir.

Dolayısıyla davet dili, kişinin kendi mizacına göre şekillendirebileceği keyfi bir alan olmayıp, kendine has özellikleri olan özel bir üslubu gerektirmektedir. Kur’an’daki örneklere baktığımızda bu konuda net olarak, gönle hitap eden rahmet dilinin, gazap dilinden öncelikli olduğunun altı çizilebilir.

Bu konuya ışık tutan ve davette üslubun ne olması gerektiğini öğreten diğer bir örnek de Peygamber Efendimizin güzel ahlakıyla övüldüğü ayetlerdir. Bunlardan sadece birine işaret edelim. O da, “Allah’tan gelen rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli biri olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet.” ayetidir. (Âl-i İmrân 3/159) Bu ayette, Peygamber Efendimiz üzerinden, davet üslubunun nasıl olması gerektiği çok net ifadelerle ortaya konulmuştur.

Dilden bahsederken bizim ilim geleneğimizde mâkes bulmuş önemli bir ayrıntıya da işaret etmek gerekir. Dil, sadece sözlü olan değildir. Hâl de yani tavır ve davranış, kâl’in (sözlü anlatımın) yanında bir anlatım tarzı olarak lisân-ı hâl olarak ifadesini bulmuştur. Hele de söz konusu başkalarının dine davet edilmesi olunca, hâl’in kâl’den önce geldiği, bu konuyu ele alan kitaplarımızın ortak ifadesidir. “Sözün yalama olması” deyimi, kültürümüzde sözün hâle uygun olmamasıyla ilişkilendirilebilir.

Peygamber Efendimizin peygamberlikle vazifelendirilmeden önce hâl ve davranışlarıyla insanlar arasında örnek bir şahsiyet olması önemlidir. Dolayısıyla din dili, bu anlamda sadece sözlü ve yazılı olana değil, aynı zamanda davranış ve hayat tarzı olarak tüm kişiliği kuşatan bir manaya şamildir. “Özü sözü bir olmayanın” bizim kültürümüzde kıymeti yoktur. Öyleyse bir kişinin sözü neyse her şeyden önce kişiliği ve hayat tarzı da buna uygun olmak zorundadır. Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” sözü, bu manada darb-ı mesel olmuş meselenin özünü veren güzel bir beyittir.

Kulluğun ve insan olmanın en mükemmel ifadesini bulduğu ayetlerden birisi de Fussilet suresi 30-35.ci ayetlerdir. “Rabbimiz Allah’tır! deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya!” şeklinde başlayan bu ayetler, sözde ve özde doğru olmanın önemine işaret ederler. Neredeyse iman ile ilgili tüm hakikati söz ve öz arasındaki uyuma bağlar bu ayet. “Rabbim Allah” dedikten sonra yapılması gereken, bu sözün gereğini (istikamet üzere bir hayatla) yerine getirmektir. İstikametin olmadığı bir takrîr, kuru bir iddiadan ibarettir. İman iddialarını istikamet deliliyle ispatlayanları hem bu dünyada hem de ahirette çeşitli müjdeler beklemektedir. İman iddiası, istikametle perçinleştikten sonra insanın sahip olabileceği güzel bir davası/daveti olabilir. Burada asıl dikkatleri çekmek istediğimiz de bu davayla/davetle alakalıdır:

 “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan ve olgunluktan) büyük payı olanlar kavuşturulur.” (Fussilet 41/33-35)

“Din dili nasıl olmalıdır?” sorusuna tekrar dönecek olursak bu ayetler her şeyden önce iddiamızla hayatımız arasında tam bir mutabakatın olma şartını yeniden teyit ederler. En güzel davetin, neye olması gerektiğini haber verirler. En güzel davet, “Allah’a çağıran” davettir. Bunu güzel kılan da sadece davet edilen hakikatin, yani Allah’ın güzel olması ve her türlü tasavvurun üstünde bir yüceliğe sahip olması değildir. Zira bu, zaten müsellem olandır. Davetçinin böyle bir davasının ve davetinin olması, o Yaratıcı’ya ne bir artı ne de bir eksi getirir. Ama davet ile elde edilmek istenen, maslahat ve gaye açısından kişinin salih amel sahibi olmasıdır. Bu davet işi, başlı başına salih bir amel olmakla birlikte, bunun davetçi açısından salih bir amel olması için kişinin özünde ve sözünde de salih olması gerekmektedir. Yaptığı her işte, hayatının her safhasında “Kuşkusuz ben müslümanlardanım!” mührü görünür olmalıdır. “Başkasına verir talkını kendi yutar salkımı”, İslam’ın münafıklık alameti olarak lanetlediği bir durumdur.

Bu ayetle altı çizilen, davet dilinin ve davetçinin sahip olması gereken diğer bir özellik de, kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunmasıdır. Zira böyle kutsal bir davası olan kişi, ne sözünde ne de davranışında kötü olur. Her şeye rağmen, şahsına her türlü kötülüğü reva gören kişiye bile rahmetle yaklaşır. Derdi, onun da hidayetine vesile olmaktır. Sezai Karakoç’un dediği gibi “Müslüman, islâmı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.” (İslâmın Dirilişi, 46. baskı, İstanbul 2021, syf. 61).

Doğru sözlü olmak anlamında “Qavlen sedîden”, Kur’an’ın bu anlamda altını çizdiği diğer bir özelliktir. Kişi güvenilir olduğu gibi sözü de doğru ve hakikate uygun olmalıdır. Davet ettiği hakikati, en güzel şekilde içselleştirmiş olan davetçi, kullandığı dile ve aktardığı bilgilere de dikkat etmek zorundadır. Bu husus, Kur’an’da ifadesini şöyle bulur:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğru sözlü olun.” (Ahzâb 33/70) Buradaki sedîd kelimesisağlam ve doğru söz anlamlarına gelmektedir. İmanın kemal ölçüsü olarak karşımıza çıkan takvanın, ancak doğru sözlü olanlar için söz konusu olacağı belirtilmektedir. Demek ki davetçi hem doğru ve yumuşak sözlü olmalı, hem de muhatabını güzel bir üslupla davet etmelidir. Bunların olabilmesinin derûnî şartı da davetçinin gönül dünyasının merhamet ve sevgiyle dolu olmasıdır.

Efendimiz’in bu bağlamda müminlere diğer bir tavsiyesi de söylediğimizin hayır ve güzelin dışında başka bir şey olmama uyarısıdır. Peygamber Efendimiz bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı (hayır) söz söylesin veya sussun!” (Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85; Müslim, Îmân 74, 75)

Bu hadiste kullanılan hayır kelimesi, insana fayda verecek, onun hidayetine ve salahına destek olacak çok geniş bir anlam zenginliğine sahiptir. Dolayısıyla sözümüzün sadece doğru ve güzel bir üslupla söylenmiş olması yeterli olmayabilir. Aynı zamanda hikmetin gereği düşünülerek, söylenecek sözün zamanlaması ve muhatabımızda oluşturacağı tesirde göz önünde bulundurulmalıdır. Demek ki burada sadece sözün bizatihi kendisi kadar karşı tarafta oluşturduğu etki de önemlidir. Bunu destekleyen diğer nebevi bir öğüt de bu hadisle birlikte düşünülmelidir.

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buharî, 3:72; Müslim, Cihad 6, 7) Bu hadis, İslam dininin kolaylık ve rahmet dini olduğu hakkında kesin bir bilgi sunmaktadır. Bu hadisin gereği sadece davet dili olarak değil, genel anlamda din dilinin karakteristiğinin ne olduğu hakkındadır. Bu, eğitimde de ikili ilişkilerde de hep korunması gereken bir haslettir.

Bu dinin rahmet dini ve dilinin de rahmet dili, sevgi dili olmasına Kur’an’dan diğer bir misal de Rahmân sûresinin ilk ayetleridir. İlk ayet, sûrenin de ismi olan Rahmân ismiyle başlar:

“Rahman Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti.” (Rahmân, 55/1-4) Öğretmenin rahmetle ilişkisi kurulduktan sonra, insanın yaratılarak kendisine konuşmanın öğretildiği haber veriliyor. Dolayısıyla hem insanın konuşabilen bir varlık olarak yaratılması hem de Kur’an’ın öğretilmesi, Allah’ın Rahmân isminin bir tecellisi olarak öne çıkarılıyor. Rahmetin tercümanı olan dil, elbette rahmet ve merhamet dili olacaktır. Rahmân’ın elçisi, rahmet peygamberi olduğu gibi, onun dinine davet edenler de rahmet ve sevgi davetçileridir. Aradaki kullanılacak vesile dil de bunun bir parçası olarak rahmet ve sevgi dilidir.

İslam medeniyetinin ve dolayısıyla da din dilinin, sevgi esaslı olduğunu en güzel anlatan eserlerden biri de hiç şüphesiz, bugünlerde rahmet-i Rahmân’a tevdi ettiğimiz Raşit Küçük Hocamızın “Sevgi Medeniyeti” adlı ölümsüz eseridir. Kendisini rahmetle anarken konumuzla yakından alakalı bu eserin mutlaka okunmasını tavsiye ediyorum. İslam’da sevgi konusunu işleyen onlarca esere rağmen Raşit Hocamızın kitabındaki bereket ve güzellik, kitabında anlattıklarının bizatihi kendi hayatında ve karakterinde ete kemiğe bürünmüş olmasındandır. Rahmet elçisine, onu ve bizleri komşu kılsın Rabbim!

Bu konuda tavsiye edeceğim diğer bir eser de 19 yaşında İslam ile müşerref olan, Avrupa’da İslam’ın doğru anlaşılmasında öncülük eden düşünürlerden biri, Abdulhakim Murat’ın “Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak” adlı kitabıdır. Bu kitap özellikle davet yoluyla İslam’ı seçenlerin, hangi sebeplerle dine yöneldiklerini detaylı bir şekilde izah ediyor. İslam’la alakalı birçok konuyu ele alan bu eser, özellikle Avrupa başta olmak üzere postmodern dünyada nasıl bir din dili, davet dili olmalı sorusuna da cevap niteliğinde. Bu eserinde tavsiye ettiği bir çalışma, Ali Köse Hocamıza ait olan kendi doktora çalışmasının bir özeti mahiyetindeki “İhtida Öyküleri” kitabı.

Sözümüzü hitama erdirirken asıl meselenin, İslam dini söz konusu olduğunda önce İslam olmaktan, Rabbin iradesine teslim olmaktan geçtiğini söyleyebiliriz. Bu cümleyi yazarken Aliya İzzetbegoviç’i hatırlamamak ne mümkün. “Doğu Batı Arasında İslam” adlı kitabının son konusu ve başlığı “Teslimiyet” olan bu eser şu cümleyle bitiyor: “Ey teslimiyet! Senin adın İslam’dır”.

Dolayısıyla din dili, buram buram teslimiyet kokmalıdır. Mevla’nın rahmet tecellisi olan bu din, ancak rahmet ve sevgi diliyle anlatılabilir. Sevgi de sözde değil özde, yani gönülde olan bir nimettir. Dolayısıyla din dili, gönül dilidir. Osmanlıcada dilin aynı zamanda gönül manasına gelmesi, bu konuda hatırlanması gereken diğer bir nüktedir. “Dil yarası” deyimi, birden çok manayı iki kelimeyle ifade eder. Dolayısıyla dile gelen gönülde olandır. Söze dökülmeden önce gönülde buram buram tüten sevgi ile diğer gönüle bir köprü kurulur. Sırat köprüsü de bir bakıma bu gönül köprüsüyle alakalıdır. Bu köprüyü bu dünyada kuramayanların ahirette işleri zordur.

Zor zamanda herkesin sustuğu bir demde fetihler, ancak bu gönül diliyle gerçekleşir. Batı’da İslam’a açılan kapı da peygamberî ahlaka sahip güzel insanların hâl ve kâlleriyle ifadesini bulan gönül dilidir, sevgi ve rahmet dilidir.

Bu dini bize bahşeden Rabbim gönül dilini de bizlere bahşet!