Yine Bachelard’a göre insan dünyaya “fırlatılmış” bir varlık olmaktan önce, evin beşiğine yatırılmış bir varlıktır. Beşiğin “bir şeyin kaynağı olan yer, bir şeyin doğup yetiştiği yer” anlamına vurgu yapılmış olup, evle arasında somut bir metafor kurmuştur.
Fatiha Nur TERLEMEZ
Y. Şehir Planlayıcısı

Hayatı tüm diyalektikleriyle birlikte nasıl ele alıp tüm bunlara uyum sağladığımız üzerine düşünmek gerekirse tam da bu noktada “ev” karşımıza çıkmaz mı? Ev, bir yönden de köşeye çekilip dünyanın bir ucundan tuttuğumuz ve oraya kök saldığımız yer değil midir? Ev tüm farklı tanımlamlamaların dışında dünyaya tutunduğumuz köşemizdir. Bachelard[1]‘ın sözünü ettiği gibi içine doğduğumuz ilk evren olup bu açıdan bakıldığında ev tam bir kozmozdur. Yaşama gözlerimizi bir evin kucağında korunaklı, içten bir mekânda açarız. Böylece evin varlığı daha da değer kazanır. Ev aslında içinde kendine has bir içsellik barındıran özün ta kendisidir. Yine Bachelard’a göre insan dünyaya “fırlatılmış” bir varlık olmaktan önce, evin beşiğine yatırılmış bir varlıktır. Beşiğin “bir şeyin kaynağı olan yer, bir şeyin doğup yetiştiği yer” anlamına vurgu yapılmış olup, evle arasında somut bir metafor kurmuştur.
Aynı zamanda ev, hayallerde de yoğunlaşılan temel mekandır. Başımızı sokacak bir barınma ihtiyacının karşılanmasından ziyade geride anılar bırakan, özel değeri olan evi somutlaştırmaktadır. Sadece hayallerimiz değil geçmişte yaşadığımız evler de içimizde öylece yıkılıp gitmez. Onları tekrar tekrar bir düş olarak yaşarız. Eskinin sararmış pembe süt kartları gibi bir kapı kenarına kıstırılıvermiş anılar ansızın ortaya çıkıverir. Aradan kaç yıl geçmiş olursa olsun kapıyı açarken kapı yağlansa da yavaşça gıcırdatmadan açarız, düğmenin yerini el yordamıyla bulup ışıkları yakarız, merdivenleri ikişerli üçerli çıkar, yüksek olan merdiveni hesaba katarız. Yaşadığımız evlerde birikmiş anılar hareketlerimizi sıradanlaştırarak onları doğal bir alışkanlıklar kümesine dönüştürür. Tüm bunları yaşarken anımsamasakta, yıllar sonra o eve yeniden gittiğimizde anıların dipdiri olması insanı şaşırtır.
Bazen de yeniden döndüğümüz evlerde her şeyin yerli yerinde olmasına rağmen aynı hisleri beslemeyiz. Bir anda yabancılaşır o mekân. Bazı kırılma noktalarına şahit olur ev. Belki de ev ile şahit olmak arasında bir bağlantı vardır. Sonuçta ev, yaşama şahitlik edendir. Doğuma şahit olur, başkalaşır o ev. Evliliğe şahit olur ki yeniden baba evine gitsen de misafir hissedersin. Artık orası senin ait olduğun ev olmaktan çıkmıştır. Ölüme şahit olur ki ev, artık girmek istemediğin mekâna dönüşebilir. Sanki tüm anıları alıp götürmüştür. O halde ev dinamiktir de durmaz, değişir.
Ev tekdüzelikten uzak, diğer evlerden ayrışan özelliklere sahipse anılar daha da çoğaltılabilir. Bahçesi varsa orada yapılan kahvaltılar unutulmaz ya da bir ıhlamur ağacı… Altından soluklandığınız, belki oyunlar oynadığınız bir ağaç nerede karşınıza çıksa o evi hatırlatır. Kalabalık bir aileye hitap eden çok katlı bir ev de anıları şekillendirir. Dedenizin, ninenizin başucunda yaptığınız sohbetler, dinlediğiniz hikayeler… Ya da dedenizin hep oturduğu baş köşe… Kimi zaman da komşularla bir araya gelinen arka bahçenin avlusu olur anılarınızın önderi. Tüm bunlar sokağa, mahalleye ve kente de yansır. Kapı önü sohbetlerinin yapıldığı çıkmaz sokak, saklambaç oynanan dolambaçlı yollar, bir çınaraltı kent belleğinde de yer edinir. Herkesin bin bir türlü hikâye uydurduğu Almancı teyzenin evi, ya da bir astsubay emeklisi amcanın yazlığı, perili ev efsanelerine kucak açar. Herkes kendi anılarındaki yolları, saklambaç oynadığı çınarları, soluklandığı bankları ortaya koysa yitirdiğimiz mekanların haritasını çıkarıp bir ucundan yakalar mıyız?
Bugünlerde belki de artık evlerin sürprizi kalmadığından, dümdüz tamamen hesaplanabilir bir mekâna dönüşmesinden hep uzaklara kaçma hayallerimiz. Kentin yüklediği tüm kaygı ve düşüncelerden uzakta, eşyalarla boğulan samimiyetsiz evlerden ziyade ilkel, basit ve sade bir kulübede mutlu olmayı hayal ederiz. Ormanın içinde sessiz sedasız bir evde ateş yakıp etrafında oturup çıtırtısını dinlemeyi, uzanıp yıldızları seyretmeyi, bahçesinde toprakla hemhal olmayı düşleriz. Emekli olunca ilk iş, bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri de az değildir. Bu bakımdan doğa ile iç içe olmak özlenen, hayali kurulan evin temel unsurudur. Kentte doğaya üstün gelme savaşının parçası olan en ufak bir fırtına bile ormanda o kadar düşman değildir. Bu noktada tam bir paradoks olsa da bakış değişir, ev değişir…
Peki, mevsimlerin evde hiç mi rolü yoktur? İlkbaharda mis gibi kokularla dolup taşan ev, yazın sıcağında kendini dışarı atar. Ev, çardaklara, hayata, balkona taşar kalabalık sesler eşliğinde. Kış geldiğinde ise ev, yaşama mutluluğu artıran bir unsura dönüşür. Çünkü dışarısı soğuktur ev ise sıcaktır. Yuva olma hissini daha çok verirken ev ahalisini “şükür” etrafında bir araya getirir. Diğer yandan tek etken bu da değildir. Kışın ailecek yenilen bir meyve sofrası, paylaşılamayan patlamış mısır, kahkahalar eşliğinde yenen pişmaniye ve belki de bıçağın ucunda uzanan elma dilimi… İşte bir ev ne zaman yuva olur sorusu burada aydınlanmaktadır; barınmaktan, sığınmaktan öte sıcaklığını hissettiğinizde.
Her şeyin makine olduğu yerlerden içsel yaşam kaçıp gider. Sokaklar, insanları emen borular gibidir, der Picard[2]. Ev, mekân ilişkileri yapaylaşmıştır. Kent artık doğa ile iç içe değildir. Bir içsellik, öz, kozmiklikten söz edilemez artık. Evler, kentte üst üste yığılmıştır. Ev olarak adlandırılan mekân basitleştirilmiş olup bilinçli olarak dönüştürüldüğü ileri sürülmüştür. Cündioğlu[3] ev yerine daire, a-partman kelimelerinin kullanılmasını dahi “devrim, devirmek” ile bağdaştırmış olup kelimelerin kökünün burdan geldiğini savunmuştur. Yine bu bilinçle birtakım politikalar ile tahakküm kurmaya çalışanları vurgulamıştır: “Bugün masaları dahi köşeli yaparak sofra, meclislerin daire olduğunu unuttuk. İşte bu medeniyeti unutanlar baş köşeye kurulmaktan hoşlanır oldu. Çünkü dairede köşe olmadığını unuttular.”
Peki, evi yeniden nasıl yuvaya dönüştürüp birtakım grupların ağından kurtaracağız? Cevap açık, “Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı.” (Nahl, 16/80)
[1] Gaston Bachelard, 2020, Mekanın Poetikası, İthaki Yayınları.
[2] Max Picard, 2022, Sessizliğin Dünyası, Albaraka Yayınları
[3] Dücane Cündioğlu, 2018, Daireye Dair, Kapı Yayınları