İnsanın mekânla olan ilişkisi insanın varlık serüveni kadar eskidir. Dolayısıyla varlık tecrübemiz bizim mekânla ilişkimizin de başlangıcıdır. Yaratan, bizi bir “mekânda” yaratmıştır. İnsanın hem varlığı hem de varlık hakkındaki bilgisi mekân düşüncesi olmadan düşünülemez
Mülayim Sadık Kul

Mekân kelimesi ile birlikte aklıma ilk gelen, kelâm-ı kibar Arapların meşhur “şerefu’l-mekân bilmekîn” atasözüdür. Bir mekânın kıymetini, insanla yaratıcısı arasındaki bağla ilişkilendirerek kuran, bundan daha veciz bir söz var mıdır bilemiyorum. Bu deyim, taşı toprağından öte, bir mekânı şereflendiren asıl unsurun, o mekâna varlık verenle orayı kendine mesken tutan şahıslar olduğunu ifade eder.
Elbette bu yaklaşım asla mekânın varlık değerini alçaltacak bir tespit değildir. Zira mekân kendi varlığıyla bir ayet’tir. Kendini Yaratan’a işaret eder. Bu yönüyle Yaratan’la olan münasebeti mekânı da kıymetli kılandır. Mekânın olmadığı bir varlık sadece onu Yaratan için söz konusudur. O, zamandan ve mekândan münezzehtir. Yani O’nun varlığı bir mekânın varlığına ya da bir zamana bağlı olarak düşünülemez. Zaman ve mekân O’nun “Ol” emrine ittibaen var olmuşlardır. O, varlığı için hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi, tüm varlığı da yoktan var edendir.
Mutlak varlık anlamında “vücûd” sadece O’nun için söz konusudur. Hiç bir şey yokken de O var idi. Hiçbir şey O’nun bilgisi ve iradesi dışında herhangi bir varlığa sahip değildir. Diğer bütün mevcutlar ancak O’nun “vücûd” vermesiyle varlık alanına çıkabilirler. Bu varlık alanına çıkan şeyin varlığı, ancak bir “mekân” ve “zaman” tasavvuru içinde mümkün olur ve vücûd bulur. Bu anlamda “mekân”, “kün” yani “Ol” emrinin gerçekleştiği yer demektir. Bu emr-i ilâhi’nin gerçekleştiği, vücûd bulduğu yer anlamında “mekân” elbette kendi başına kıymetlidir. Mekân, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettikleri makarr’dır.
Dolayısıyla mekân dediğimizde “mekân”dan öte bir varlık alanından bahsetmiş oluruz. Mekân aynı zamanda onu var kılana nispetle de kıymet kazanır. Bununla da kalmaz orayı mesken tutan her kimse, o mekâna kendi kıymeti nispetince bir kıymet katar. Bülbüller yurduna gülistan derken, baykuşlar yurduna belki de en az bülbüllerin gülistanı kadar güzel de olsalar böyle bir vasıf yakıştırılmaz. Baykuş bulunduğu yeri gülistan olmaktan mahrum ederken, bülbül her nerede olursa orayı gülistana çevirir.
Mutlak manada mekân olarak isimlendirdiğimiz bu yer, bazen daha dar anlamda bir ev olur, bazen de evlerin bir mekânda bir araya gelmesiyle köyleri, kasabaları ve en nihayetinde şehir ve memleketleri oluşturur. İslam dini bağlamında kutsal olan mekânlar dendiğinde hiç tereddütsüz Mekke, Medine ve Kudüs akla gelir. Bu mekânlar taş toprak olarak coğrafi bir yerin adı olmaktan öte bir mana taşırlar.
Bu mekânlar kutsiyetlerini nereden alır konusu, başlı başına birçok disiplini ilgilendiren çok boyutlu bir konudur. Hem teolojik hem sosyolojik hem de tarihsel açıdan ele almayı gerektiren ve bu yazının sınırlarını aşan bir uzmanlık alanıdır. Biz bu yönünü işin uzmanlarına bırakarak şehirlerin ve mekânların bizim İslâm medeniyeti ve ilim geleneğimizde neye tekâbül ettikleri hakkında birkaç misal verelim.
Mesela bizim gözümüzde veya gönlümüzde bir mekânı kıymetli kılan nedir? Bursa, Bosna veya Buhara denildiğinde bu şehirlerle birlikte neler gelir aklımıza, neler düşer gönlümüze? İstanbul, Kahire, Şam ya da Bağdat anıldıklarında neleri hatırlatır bize? Neden başka bir yere değil de fırsatımız olduğunda Mekke’ye veya Medine’ye gitmek isteriz? Kudüs, bugünkü şartlarda gidilmesi zor bir yer olduğu halde, neden rüyalarımızı süslemeye devam eder?
Bu soruları gönüllerimizin bir yerinde yer tutmuş başka mekânlarla alâkalı da sorabiliriz. Doğduğumuz veya çocukluğumuzun geçtiği mekânlar bizim için ne ifade etmektedir? İnsanlar doğdukları topraklarla nasıl bir ilişki içerisindedirler? Bazı yerlere duyulan özlemin kaynağı nedir?
Bir ilim talebesi okuduğu bir beldeyi acı tatlı hatıralarıyla neden unutamaz? Bir mekânın bizim gönül dünyamızda oluşturduğu yer ve duygular daha çok bu mekânla mı yoksa bizim yaşadıklarımızla mı alakalıdır? Yoksa bunların tamamı mıdır?
İnsanın mekânla olan ilişkisi insanın varlık serüveni kadar eskidir. Dolayısıyla varlık tecrübemiz bizim mekânla ilişkimizin de başlangıcıdır. Yaratan, bizi bir “mekânda” yaratmıştır. İnsanın hem varlığı hem de varlık hakkındaki bilgisi mekân düşüncesi olmadan düşünülemez. Beşer için bu hem bir imkân hem de bir sınır tespitidir. İnsan varlığının ve bilgisinin sınırlı olmasının bir sebebi de bu ilişkide aranmalıdır.
Bu tefekkürümüzü insanın ilk yaratılış serüvenine atıfta bulunarak biraz daha anlaşılır kılmaya gayret edelim. İnsan, Cennet dediğimiz bir mekânda, hamuru/çamuru madde âlemine, ruhu ise melekût âlemine, öyle ki Allah’ın “kendi ruhumdan üfledim” dediği, ilahî bir sırra ait olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla kadim felsefenin de kabul ettiği kombinasyonla insan, bir tarafıyla yani bedeniyle, mekâna mahkûm bir varlıkken, ruhuyla bu mekân sınırlarını aşan bir âleme aittir. İnsanın kemali de bu farklı âlemleri kendinde cem eden hususiyetin farkına varmasıyla kaimdir. Bu hakikati İstiklal şairimiz Mehmet Âkif bir şiirinde şöyle dile getirir:
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
«Muhakkar bir vücûdum!» dersin ey insan, fakat bilsen…
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhândır, cihanlar sende matvîdir:
Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî.
Musaggar cirmin amma gâye-i sun’-i İlâhîsin;
Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bî-tenâhîsin![1]
Elbette insan hakikatini ve onun kendi dışındaki varlıkla ilişkisini bu kadar güzel ifade edebilmek için Âkif olmak gerekir. Benim bu konu bağlamında aklıma düşen ilk şiir bu oldu. Elbette Yunus’tan Mevlana’dan buna benzer dörtlükler getirilebilir. Anadolu irfanı ve İslam ilim geleneği buna benzer misallerle doludur. Tamamı yaklaşık bir sayfayı bulan bu şiirin anlaşılması için elbette Osmanlı’nın ait olduğu kültür havzasından birazcık nasipdâr olmak gerekir. Bu da aslında biraz gayret ve himmetle elde edilebilecek imkân dâhilinde bir sorumluluktur.
Mehmet Akif’in bu mısralarda işaret ettiği varlık felsefesini anlamak için önce Adem babamızın yaratıldığı günlere dönerek meseleyi en başından ele almak gerekir. İnsanın mekânla olan ilişkisini anlamak için de ilk bakışta garip gelse de cenneti cennet yapan kıymetin ne olduğu sorusuyla söze girelim? İnsanın mekânla ilişkisi burada başladı ve imtihanı da yine bununlaydı. Önce cennet, sonraki sürgün yeri ise dünya dediğimiz iki farklı mekân.
Mekâna kıymet veren nedir? Cennet, ilk insan orada yaratıldığı için mi kıymetlidir? Öyle ya ilk insan mekân olarak cennet düzleminde ete kemiğe bürünmüştür. İnsanın doğduğu yerle bağı belki de bu ilk yaratılış hikâyesinde aranmalıdır. Yoksa oradan sürgün edilip tekrar dönmek istediği asıl yurdu olduğu için mi cennet değerlidir? Yani cenneti kıymetli kılan aslında kendisi için yaratıldığı insanla birlikte mi düşünmek gerekir? Yani insan olmasaydı, diğer bir ifadeyle Adem babamız yaratılmasaydı cennet yine de kıymetli olur muydu?
Bu soruyu bir kelamcı, fakih veya sûfi nasıl cevaplardı, diye düşündüğümüzde kısaca şöyle bir manzarayla karşı karşıya kalabiliriz. Elbette burada ifadesini bulan yaklaşımlar meseleyi ilmi boyutuyla ele almaktan öte, bu deneme çerçevesinde farklı yaklaşımlara işaret etmeyi hedefliyor. Asıl vurgulanmak istenen mekân ilişkisi bağlamında meşru dairede nasıl bir tefekkür zenginliğine sahip olduğumuzdur.
Eş’arî kelam anlayışını düşüncemizin mihveri kılacak olsak, mesele çok daha kolay olacaktı. Zira bir şeyin kıymet değeri, yaratanın orayla ilgili verdiği bilgiye dayanır. Akıl, vahyin bildirdiğini keşfetmekle, onu kavramak ve idrakle sorumludur. Meşhur hayır ve şer, diğer adıyla hüsn ve kubh meselesi, bu kelâmî ekolün yaklaşımıyla, ancak vahiy aracılığıyla anlaşılabilir. Aklın kendi başına bir yetkinliği söz konusu değildir. Dolayısıyla Allah cennetin güzel, cehennemin de kötü bir yer olduğunu haber vermektedir. Öyleyse cennet güzeldir ve arzu edilmesi gerekir, cehennem ise kötü ve kaçınılması gereken bir yerdir. Kulun payına düşen ise, bu bilginin gereği olarak cehennemden korunmaya ve cenneti hak etmeye çalışmaktır.
Maturîdiler ise bu konuda akla Eş’arîlerden daha fazla yetki vermektedirler. Akıl, vahyin irşadına ihtiyaç duysa da kendi başına bazı güzellikleri ve çirkinlikleri tespit edebilecek donanımdadır. Bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu bilmek için mutlak manada vahye ihtiyaç yoktur. Biz daha çok Maturidi olan bir ilim havzasına ait olduğumuz için cennet ile ilgili soruları tartışmaya devam edebiliriz.
Bir fakih ise kulun asıl sorumluluğunun, Allah’ın mükâfat olarak vadettiği cenneti elde edebilmek için, Kur’an ve Sünnet’e uygun bir hayat yaşamak olduğunu söyler. Dolayısıyla cennetin bir mekân olarak neden güzel olduğu, sorulması çok da gerekli olan bir konu değildir. Kul, ebedi mutluluk yurduna hangi amellerle ve nasıl bir kullukla erişebileceğini dert edinmelidir.
Şimdi bu mezheplerin mekân konusuyla alakası ne diye itiraz gelebileceğini düşünüyorum. Konumuz mekân ve şehirler olunca buraların kutsiyeti Eş’arî mezhebine göre ancak vahiy aracılığıyla bilinebilir. Yani bu konuda Kur’an ve Sünnet’in ne dediğine bakarız ve mesele de bizim için bitmiş olur. Bunun ötesinde yapılacak fikri mütalaalar ancak bu vahiyle bildirilmiş kutsiyeti daha iyi anlamamıza katkı sağlayabilir, daha fazlası değil.
Maturidi geleneği ise bir şeyin kutsiyetinin vahiyle bildirilmesine itiraz etmediği gibi bu konuda imali fikir yapılmasına da itiraz etmez. Kuran’ın “Akletmez misiniz” tarzındaki uyarıları bu anlamda bu tür soruları daha fazla sorabilme imkânını bize vermektedir.
Dönelim tekrar “Cennet niye kıymetlidir?”, sorumuza. Yazımızın en başında, bir mekâna kıymet atfeden unsurların iki yönüne işaret edilmişti. Birincisi onu yaratana nispetle, diğeri ise orayı mesken tutanla alakalandırılmıştı. Dolayısıyla birinci yaklaşıma göre, cennet Allah tarafından yaratıldığı için güzeldir ve başka bir sebebe de ihtiyaç yoktur. Diğeri ise bütün varlığın kendine musahhar kılındığı eşref-i mahlûkat olan insanının ebedi mutluluk yurdu olduğu için cennet kıymetlidir. Mevlâ kendi tecelligâhı olan, yeryüzünün imarına memur kıldığı halifesine yurt olarak cenneti tayin etmiştir. Cennet de değerini Allah’ın en kıymetlisine mekân olmak yoluyla kazanmaktadır.
Mezheplerden bahsetmişken işi biraz daha derinleştirerek, meseleyi bir de gönül cephesinden bir değerlendirmeye tabi tutalım. Yunus, sanki Cenneti ve içindeki tüm nimetleri küçümseyerek farklı bir cennet tasavvuru ortaya koymuştur. Yani cennet, ne içindeki köşk ve ırmaklar, ne de huriler ve diğer sundukları sebebiyle değerlidir. Yunus duygularını şöyle dile getirir:
“Cennet Cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri.
İsteyene ver onları, bana seni gerek seni.
Yunus’dürür benim adım, gün geçtikçe artar odum.
İki cihanda maksudum, bana seni gerek seni”
Bu durum, kullukta (seyri sülûkunu tamamlamış) cennet ümidiyle cehennem korkusunu geride bırakmış olanların makamıdır. İkinci dörtlükte ifade ettiği gibi Yunus’un ne bu dünyada ne de ahirette Allah’tan başka bir maksudu yoktur. Bu şiirler bazı din âlimleri tarafından eleştirilse de, âşık Yunus’un sevgiliden başka gözünün bir şey görmediğini bilenler, burada kastedilen ne cenneti ve içindekileri, ne de Rabbin ikramlarını küçümsemek olmadığını gayet iyi bilirler. Yunus bunların kıymetini bilmekle birlikte, bir adım öteye geçerek, bunlardan daha güzeline talip olmuştur. Öyleyse hedef her şeyin sahibi olana dost/yar olmaktır.
Meseleye Yunus gibi bakanlar, bazen kelâm ve fıkıh âlimlerini tedirgin eden bu tür ifadelerde bulunmuş olsalar da hiçbir zaman Allah’ın güzel dediğine çirkin veya çirkin dediğine güzel deme abesinde bulunmamışlardır. Mevlana ve Yunus gibi Anadolu irfanını temsil eden büyük mutasavvıf âlimler, işaretlerle yetinmeyip işaretlerin işaret ettiklerini hedef edinmişlerdir. Mekân ve zamanla olan ilişkilerini bu sınırların ötesine taşımaya çalışmışlardır. Bunun da yolu ihlas ve ihsan makamının kemal noktasını ifade eden sevgi ve aşk makamıdır.
Bu akşam bu konuyu kendisiyle konuşma fırsatı bulduğum Ahmet Akın Çığman Hocam’a göre de cenneti kıymetli kılan şeyi yukarıda serdettiğimiz sebeplerden birisine tek başına indirgemeye çalışmak doğru bir yaklaşım olmayabilir. Belki bu sebeplerin tamamıdır cenneti, yani insanın yaratıldığı mekânı bu denli kıymetli kılan. İnsanın yaratıldığı yer cennet olmuştur. İnsanın fıtratında cennetini, doğduğu yerde, yani varlık alanına çıktığı mekânda aramak vardır. İşte insanın doğduğu yeri cennet gibi görmesinde yatan sırlardan birisi de belki budur. Yani Leyla’yı Mecnun’un gözüyle görebilme melekesi.
İnsanın mekânla olan ilişkisine diğer bir misalde İslam düşüncesinin en kutsal mekân olarak hac mekânı kıldığı topraklardır. Kâbe’yi ziyaret edenlere ne hissettiklerini sorduğunuzda genellikle bu duygularını sözlerle ifade etmekten aciz olduklarını söylerler. Zira yaşanan duygu seli bu aleme ait olan bir fenomen olmadığı için, ancak gönül diline sahip olanların anlayabileceği bir haldir. Bu sorunun genellikle göz yaşlarıyla cevabını bulması da bundandır. Zira gözyaşları bu sevginin billurlaştığı en samimi anlatım şeklidir.
Hâl, kâl ile anlatılmaz denilen de zaten bu durumdur. Bu mübarek mekânları ziyaretlerinizde, kelimelere dökemediğiniz halin bir benzerini bu ruhun temsil edildiği başka mekânlarda da tekrar yaşayabilirsiniz. Bu bazen bir cami avlusunda bazen de bu ruhu bize kadar taşımış tarihi bir mekânda, mezarlıkta, bir medrese veya zaviyede gerçekleşebilir.
İstanbul’u yakînen tanıyanlar Eyüp Sultan’da bu ruhu hissederler. Bir Yahya Efendi ziyaretinde, bir Süleymaniye cennet bahçesinde hep aynı duyguları yaşarsınız. Buraların tadını bilenlere sormak gerekir. Gafil ne bilir buralarda yatan hazinelerin ne anlama geldiklerini. Yıllar önce Ankara’da bir dosta uğradığımızda gerçekleştirme fırsatı bulduğumuz Hacı Bayram ziyaretinin lezzeti halen taptaze damağımızdadır. Sümbül Efendi’ye veya Merkez Efendi’ye yolunuz düştüğünde bu mekânlara sinmiş olan ruhu, eminim sizler de hissedeceksiniz.
Savaş öncesinde ailecek yaptığımız Şam yolculuğu, Şam’ın neden Şâm-ı Şerîf olduğunu bize öğretmişti. Yüzlerce sahabeye ve Peygamber Efendimizin iki eşine istirahatgâh olmuş bu mübarek belde sizi hayret makamına taşıyacak kadar zengindir. Ziyaretlere başladığınızda, adeta kendinizden geçerek, “ben buraya daha önce niye gelmedim” diye kendi kendinizi suçlarsınız. İmam Nevevî Hazretleri’nin kabrinin olduğu Nevâ şehrini ve daha nicelerini aynı duygu coşkunluğu içinde ziyaret edeceksiniz. İmam Nevevî’nin kabrinin yanı başında büyüyen çınar, onun ve eserlerinin bereketine şahitlik etmek ister gibiydi. Orada yakaladığınız huzuru tarif edebilecek kelime bulamazsınız.
Harem-i Şerîf’te tattığınız manevi havayı aynısıyla Kudüs Haremi’nde de tadabilirsiniz. İnsanoğlunun tüm hoyratlığına rağmen buraların ruhu her ziyaretinizde sizi başka âlemlere götürmeye yeter. Maalesef İsrail askerlerinin kontrolünde olan bu mübarek mekân kapıdan içeri girdikten sonra sanki başka bir âleme dönüşüverir. Hani filmlerde gördüğünüz zaman yolculuğu gibi bir şey, bir de bakmışsınız hakikat oluvermiş. İnsan uyanmak istemediği bir rüyada gibidir. Orada teneffüs edilen manevi havayı şimdi bu satırları yazarken bile tekrar ruhumda hissetmekteyim.
Bugüne kadar ziyaret etme fırsatı bulduğum birçok İslam coğrafyasında, Buhara’da, Semerkand ve Taşkent’te de hep aynı güzelliği tecrübe etme imkânı veren Rabbime hamd ediyorum. Yıllarca Rus zulmüne maruz kalmış Özbekistan’da İmam Maturidî, İmam Buharî, Şah-ı Nakşibend ve birçok âlim ve meşayıhın kabirlerini ziyaret etme fırsatı bulduk. Bu şehirlerdeki ruhun mimarı bunlar değil midir? Bu şehirlerin bugün bile temsil edebildikleri manevi bir misyon varsa hep bu güzel insanların eseridir. Bu misalleri çoğaltarak devam edebiliriz. Ama bunların hiç birisi buralarda tadılacak manevi atmosferi ve ruhu anlatmaya yetmez. Asıl soru bu lezzeti tadabilecek, bu ruhu hissedebilecek bir hâle sahip miyiz?
Şehirlerin temsil ettiği ruhu en çok da ezan sesine hasret, gurbette yaşayanlar bilir. Sabah ezanıyla uyanmanın tadını ancak bundan mahrum olduğunuzda fark edersiniz. Batı’da özlem duyduğunuz en çok da bu ruhu temsil eden mekânların azlığıdır. Belki bu durum Hristiyanlarca elbette farklı olabilir. İslam beldelerinde yakaladığınız manevi ruhu burada ara da bul. Bakmayın buralardaki zahiri düzenin mekanik güzelliğine. Belki “hiç mi yok” diyeceksiniz. Hayır elbette Kabe’nin, Mescid-i Nebevi’nin, Mescid-i Aksa’nın birer şubesi olan camilerde biraz da olsa aynı tada benzer manevi bir lezzet vardır.
En son Köln Merkez Camii’nde böyle bir duyguyu yaşamak, beni çok mutlu etmişti. Oğlum, bir iş icabı bulunduğu başka bir Batı şehrinde, camiye girdiğinde hissettiği mutluluğu anlatırken gözlerinin içi gülüyordu. Bu manada Batı şehirlerinin de yeni bir ruhla yeni bir dirilişe şahit olduğu müjdesini verebiliriz. Mekân her yerde O’nu yaratana ait değil mi? Bize düşen dünyanın her köşesinde bu mekânlarda temsil edilmesi gereken ruhu buralarda hissedilebilir ve yaşanabilir kılmak değil mi?
Biz İslam beldelerini manen ihya eden büyüklerimizi hayırla yâd ederken bu kutlu meşalenin bugün bizim elimizde olduğu gerçeğiyle hareket etmek durumundayız. Şikâyet etmek yerine, ümmetin üzerindeki ölü toprağını savuracak ve bu ruhu yeniden diriltecek bir gayretin temsilcileri, neferleri olmalıyız. İnsanlık adına kendi tarihi mirasımızın bizlere yüklediği sorumluluk, her bulunduğumuz mekâna, Allah adını ruh olarak üflemektir. Buna kendi gücümüz yetmiyorsa bu ruhu ihya edecek nesilleri yetiştirmek boynumuzun borcudur.
Öyleyse mekâna ve zamana hükmeden Rabbimizin rahmet elçileri olarak vira Bismillah deyip hem zamanı hem de mekânı kuşanan erler olalım. Ey Rabbimiz duamız budur! Bizi bu erlerden kıl!
[1] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2017, syf. 64