Şehir ikinci doğumun rahmidir. Kombine ettiği değer ve özellikler kolektif bir sosyal kimliğe, kişiliğe hayat verir. Bu kimlik damak tadından müzik zevkine, lehçesine, komşuluk ilişkilerine kadar geniş bir yelpazede görünürlük kazanır. O sebeple her birimiz aynı zamanda bir şehrin çocuklarıyız da. Bu aidiyet en kavi aidiyetlerden biridir.
Kemal Mansur

İnsan yaşadığı şehir ile sadece duyusal değil aynı zamanda duygusal ilişki de kurar. Şehirleri bayındır kılan ve ona ruh üfleyen bu ilişki biçimidir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Kutlu Elçi, sevgili yurdunu terk etmek zorunda kaldığında geri döner ve şu içli sözlerle veda eder Mekke’ye:
“Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer, sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım.” (Heysemi, Mecmau‘z-Zevâid, 3/283)
Asırlar sonra bir şair sevgili İstanbul’una aidiyetini şu anıtsal ifadelerle dile getirir:
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.” (N. F. Kısakürek, Çile, syf. 166)
Şehir insandır. Tüm çelişkileriyle insanı yaşar, yaşatır, yansıtır. Bir cesedi, bir endamı, bir zahiri vardır ama bu görünenin içine özenle sarmaladığı ruhudur asıl olan. Eşyaya ve insana dem be dem sirayet eder bu ruh. Şehirden yola çıkarak sakinlerini, sakinlerinden yola çıkarak şehri tanıyabiliriz.
Şehir ikinci doğumun rahmidir. Kombine ettiği değer ve özellikler kolektif bir sosyal kimliğe, kişiliğe hayat verir. Bu kimlik damak tadından müzik zevkine, lehçesine, komşuluk ilişkilerine kadar geniş bir yelpazede görünürlük kazanır. O sebeple her birimiz aynı zamanda bir şehrin çocuklarıyız da. Bu aidiyet en kavi aidiyetlerden biridir.
Şehirler karakterlerine göre yeni yakınlıklar/akrabalıklar ihdas ederler. Çemberine aldığı kitleyi kendi yordamına göre irtibatlandırır şehir. Sokaklar, mahalleler, işyerleri ‘birliktelik’ ve ‘akrabalık’ kavramlarını yeniden formatlar. Coğrafi, iktisadi, içtimai, siyasi birçok unsurun oluşturduğu bir denge üzerinden yürür tüm bunlar.
Şehir tarihtir. Yaşayan organizmalar/organizasyonlar olarak şehirler zaman içerisinde yolculuk eder ve içinden geçtiği zamanların ruhunu bünyelerinde mezcederler. Şehirleri dolaşırken yaşadığı zamanların izlerini birbiriyle komşuluk ederken buluruz. Şehrin tarihi aynı zamanda bilincidir. Şehre aidiyet bu bilince sahip çıkarak gerçekleşir.
Şehir duygudur. Türküdür, şarkıdır, halaydır, horondur. Acıdır, tatlıdır, ağıttır, sevinçtir. Hayaldir, hasrettir, firaktır, vuslattır. Değişik hatta çelişik duyguların aynı anda etkin olduğu bir çıkındır şehir. Bu duygulara sağladığı gerçeklik zemini nispetinde sahicidir şehirler.
Şehir örgütlenmedir. Kırsalın imece usulü doğal dayanışması şehirde daha pragmatik ve planlı bir ilişki biçimine dönüşür. Maddi ve manevi saiklerle oluşan duygudaşlıklar insanları ortak amaçlar için ortak çabaya yöneltir. Bu, şehrin sunduğu belki de dayattığı kozmopolitliğin bir sonucudur.
Şehir buyurgandır. Katı kuralların ördüğü bir ‘disiplin’ içerisinde hareket eder. Tolerans eşiği özellikle modern şehirlerde oldukça düşüktür. Bu sebeple şehir, ‘iktidarın’ ve ‘kaosun’ en yoğun hissedildiği alandır.
Şehir, tüm sakinlerin ortak değeridir ve sosyolojisinin tüm bileşenlerini kucaklar, yerli yerine oturtur. Geleneksel İslam şehirleri kesret içerisinde vahdetin, bir arada yaşama tecrübesinin müşahhas örneklerini sunmuştur. Şehre bakarken ideolojik değil, kültürel çerçeveden bakılmalıdır. Modern tektipçi, dışlayıcı, ayrıştırıcı, küçümseyici, faşist şehir formatının kendini tahkim ettiği kent pratiklerinin yaşandığı bir dönemde bu daha da elzem bir husus olarak öne çıkıyor.
Her şey gibi şehirler de değişiyor. Tarih boyunca şahit olduğumuz bu dinamik, doğal bir seyir izliyordu genel anlamda. Savaş ve doğal afetlerin çıktılarının şehirler üzerinde doğal olmayan etkileri de kayıtlara geçmiştir elbette ama kaideyi bozucu bir raddeye ulaştığı kanaatinde değilim. Lakin modern zamanlar, değişimin hızlı ve trajik olduğu zamanlar olarak kayıtlara geçti. Nedenleri bu yazının boyunu çok aşar, o sebepten bu konuya girmeyelim.
Şehir/medine, insani birikimin temerküz ettiği ve görünür hale geldiği alandır. Medeniyetler, medineleriyle ortaya çıkar, ruh kazanır ve örnek olurlar. Herhangi bir şehrin siluetine baktığınızda hangi medeniyet havzasına ait olduğunu çabucak fark edersiniz. Ancak küreselleşme etiketiyle pazarlanan habis bir virüs, şehirlerin özgünlüğünü ciddi biçimde tehdit ediyor.
Mevsimlerin yaşandığı, mevsimlere göre düzenin şekillendiği şehir kalmadı dersek makul düzeyde bir abartı yapmış oluruz sadece. Güneşi ayrı bir dert, yağmuru ayrı bir dert. Bahar çiçekleri özlemle beklenmiyor artık. Mimari estetik kaygısından tutun da sofra hassasiyetine kadar kendine has nesi var ise elinden alınmaya çalışılıyor kadim şehirlerin. Ahali gelenin albenisine kapılıp pek derin irdelemelere girmiyor. Dijitalleşmiş veriler üzerinden bakıyor artık şehrine. Bu misyonu üstlenmesini beklediğimiz aydın zümresinin ise hali bahsi diğer…
Şehirler, koruyan değil kullanan şehirlere dönüşüyor hızlıca. Hızın, hazzın ve çıkarın üreme çöplüklerine dönüştürülmek isteniyor şehirler, dünyaya nizamat verme iddiasındaki küresel muktedirler tarafından. Gün geçmiyor ki, dünyanın her yanında şehirlerin simasına yeni bir küresel kara benek/tabela iliştirilmesin.
Şehirlerimiz marka ‘zincirleri’ ile esir edilmiş adeta. Küresel markalar doyumsuz bir iştiha ile saldırıyorlar her yere. Mutantan reklam spotları eşliğinde şehirlerin merkezlerine kondurulan bu lekeler beraberinde yeni zevkler, yeni adetler taşıyorlar. Eski şehre yeni adetler!..
Maddi-manevi her şeyin üretim nesnesine dönüştürüldüğü bir zaman diliminde şehirlerimizin geleneksel ruhunu korumak çok zor bir iş. Ama bunun için savaşmak zorundayız. Bu seyl-i hurûşâna karşı savaşmak, yürek ve irade kaviliği gerektirir ilkin. Bu savaşı vermek için şehrimizle tanışık olmamız gerekir tabii ki.
Şehri tanımanın en güzel yolu, vaktimizden artırıp onu bol bol ziyaret etmektir. Şehirle yeterince vakit geçirmek, tarihini araştırmak, unutulmaya yüz tutmuş güzelliklerini yaşatmaya çalışmak, yaşadığımız şehirle irtibatımızı kuvvetlendireceği gibi habis virüslere karşı bize direnme gücü sağlayacaktır.
Şehre sahip çıkabilmek, yüksek bir bilinç düzeyi gerektirir. Bilinç, samimiyet ve sebatın bir armağanıdır. Hatıralarıyla büyüdüğümüz şehrimize her anlamda hatıralar bırakmamız gerekmektedir. Bilinç, sentetik retoriklerle gerçekleştirilebilecek bir hal değildir. Aynı anda hem hayatla pragmatik bir ilişki kurup hem de bilincin hasarsız taşınabileceğini düşünmek saflıktır.
Bu çerçeveden baktığımızda şehirlerimizle kurduğumuz ilişkinin sorunlu bir ilişki olduğunu söylemek zorundayız. Medeniyetimizden tevarüs ettiğimiz şehir modelini modern zamanlarda güncelleyebilecek modeller geliştiremedik. Açıkçası böyle bir endişeyi gündemleştirici bir siyasi-kültürel seviye tutturamadık.
Mimaride, sanatta, edebiyatta titiz ve öncü örneklere imza atacak bir vasatı beslemeden mezkûr seviyeyi tutturmamız, dolayısıyla yaşam alanlarımıza sahip çıkmamız mümkün olamaz.
Şehir kimliktir. Kimliğimize sahip çıkmak zorundayız. Kimliksizlik köleliktir zira…