Vejdi Bilgin ile Mahremiyet Üzerine

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Vejdi Bilgin ile Mahremiyet üzerine konuştuk.

İstifadenize.

İNSİCAM

  1. Mahremiyeti nasıl tanımlamamalıyız? Mahremiyet ne değildir?

Mahremiyet, Arapça bir kökten dilimize aldığımız ancak Öz Türkçe arayışları içerisinde tam olarak karşılığını bulamadığımız bir kavram. Gizlilik olarak tercüme ediliyor veyahut daha sosyolojik bir tanımla, özel alanla ilgili olan hususlara karşılık geliyor. Kavramı anlamak için aynı kökten türeyen semantik kümeye bakmak gerekir. Bu küme içinde yer alan “haram”, yapılması yasak olan eylemdir, aynı zamanda “haram” dokunulması veya saygısızlık edilmesine izin verilmeyen kutsal demektir. “Harem” Mekke gibi yabancıların girmesine izin verilmeyen bir yerdir. Buna “harîm” de denilir. Harem, aynı zamanda evde kadınlara ayrılan bölümün adı, hatta kadının kendisidir. Balkanlarda evin önüne de “harem” denir, evin önüdür ama sokak değildir, bir bahçe duvarı ile yabancı gözlere kapatılmıştır. “Mahrem” başkaları tarafından bilinmesi istenmeyen herhangi bir husustur. Aynı zamanda “mahrem” kendisi ile nikâh düşmeyen yakın akrabadır. Bütün bu anlam kümesine baktığımızda mahremiyetin insandan mekâna, bilgiden eyleme çok geniş bir alanla ilgili hem bir isim hem de bir sıfat olduğu görülür. Bir tanım yapmak gerekirse mahrem; başkalarının bilmesine veya hakkında herhangi bir davranışta bulunmasına izin verilmeyen bir bilgi, bir kişi, bir uygulama ya da bir mekândır. Eğer saydığımız unsurlar herkese açıksa bu durumda bir mahremiyetten söz edilemez.

  • İnsan, mahremiyet alanlarını nasıl belirler? Mahremiyet, fıtri bir ihtiyaç mıdır yoksa bir zaruret midir?

Mahremiyet alanlarını birey değil, toplum belirler. Şüphesiz bireysel mahremiyet anlayışlarından söz edebiliriz. Ancak genel itibariyle bireyin mahremiyete dair düşünce ve duygularını belirleyen, bizi kuşatan toplumdur. Burada “toplum tek tek bireylerin toplamı mıdır yoksa birey toplumun ürünü müdür?” şeklinde sosyolojide var olan dikotomiye girmek istemiyorum. Birey ve toplum karşılıklı etkileşim halindedir fakat bu etkileşimde hâkim konumda bulunan öğe, toplumdur.

Sosyoloji ve antropoloji bütün toplumlar için geçerli evrensel ilkelerin veya evrensel doğruların olmadığını bize göstermiştir. Değer yargıları, toplumdan topluma göre farklılık gösterir, örneğin modern değerler arasında yer alan “rekabet” her toplumda aynı ölçüde kabul edilmez. Her toplumun bir mahremiyet anlayışı vardır, fakat detaya doğru gidildiğinde ciddi farklılıklar ortaya çıkar, bir toplumda mahrem görülen bir husus diğer toplumlarda görülmeyebilir. Buna bağlı olarak mahremiyetin ihlali durumunda ortaya çıkan utanç ve öfke gibi duygular da farklılık gösterir. Her ne kadar duygular genelde psikoloji kapsamında ele alınsa da duygusal tepkilerin ortaya çıkışı ve derecesinde toplum da etkilidir.

Örnek vermek gerekirse, Müslüman toplumlarda erkek bedeninin de bazı bölümleri mahrem alana girer. Hamam kültürü çok yaygın olmakla birlikte tam bir çıplaklık kabul edilmez. Günümüzde bile Müslüman ülkelerdeki sporcular ortak mekânlarda duş aldıklarında tam olarak soyunmazlar. Oysa Avrupalı sporcularda durum tam tersidir. Müslüman toplumda yetişmiş bir erkek, örneğin bir hapishaneye girdiğinde herkesin ortasında soyunmak zorunda kaldığında büyük bir utanç ve öfke duyar.

Toplumlar arasındaki mahremiyet anlayışının farklılığına bir başka örnek olarak “özel hayat”la ilgili bilgiler verilebilir. Bizim ülkemizde kişinin özel hayatına giren bazı konular, bir başka ifadeyle sadece yakın arkadaşların bileceği konular daha ilk tanışmadan itibaren sohbet konusu haline getirilebilir. Örneğin kişinin evli olup olmadığı, kaç çocuğu olduğu gibi konular, kadınların veya kız çocuklarının isimleri hariç mahrem görülmez. Hatta pek çok aile, çocuklarının odalarını mahrem alan olarak düşünmez.

Mahremiyet elbette ki fıtrîdir, her insanda öyle ya da böyle bir mahremiyet duygusu gelişir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi, bu duygunun veya anlayışın gelişiminde toplumun güçlü bir etkisi söz konusudur.

  • Medeniyet ve mahremiyet arasında ne gibi bir ilişki var? Mahremiyet, medeniyetin omurgasıdır diyebilir miyiz?

Bu soru, hem 19. yüzyılda Avrupalılarda hem de günümüzde ülkemizdeki dindar çevrelerde görülen bir yaklaşımı yansıtıyor. Avrupalılar, Güney Amerika, Afrika içleri, Avustralya ve civarındaki Polinezya, Melanezya gibi adalardaki yerli topluluklarla ilk karşılaştıklarında bunları vahşi ve ilkel olarak nitelendirdiler. Kendilerine göre bu yarı çıplak insanların bir kültüre sahip olmadıklarını, başta aile olmak üzere temel toplumsal kurumlardan uzak olduklarını düşündüler. Bir taraftan Kraliçe Viktorya dönemindeki katı İngiliz ahlakı, diğer taraftan bilim adamlarının önyargılı yaklaşımları bu toplumlara karşı tamamen olumsuz bir bakış açısı içerisindeydi. Bunlar insan gelişiminin hayvanlıktan sonraki merhalesi gibi görülüyordu. 20. yüzyılda Malinowski gibi antropologlar bu “ilkel” toplumlarda ailenin, kurallara bağlanmış kadın-erkek ilişkilerinin, mahrem alanların olduğunu gösterdiler. Ülkemizde de dindar çevrelerde popüler bir söylem olarak mahremiyet, özelde bedenle özleştiriliyor ve medeni toplumların beden mahremiyetlerini korudukları, korumayanların bir çeşit “ilkel” toplum olduğu söyleniyor. Oysa her kültürün ve medeniyetin kendine mahsus bir mahremiyet anlayışı vardır ve bunlar birbiriyle mukayese edilemezler. Medeniyet ölçüsünü salt mahremiyete indirgemek, mahremiyeti de beden merkezli düşünmek tarihsel ve sosyolojik açıdan bizi yanlış değerlendirmelere sürükleyebilir. Örneğin Antik Yunan’da beden yüceltiliyor ve spor veya sanat gibi araçlarla bir şekilde öne çıkarılıyordu. Bu durumda Antik Yunan’da bir medeniyet olduğunu kabul etmemek mümkün müdür? Sonuç olarak tarihteki her medeniyetin veya kültürün kendine mahsus bir mahremiyet anlayışı olduğunu söyleyebiliriz.

  • Dijital dünyanın da etkisiyle gittikçe daha şeffaf toplumlar olmaya eviriliyoruz. Bu durumda teşhir, yeni toplumsal normalimiz mi oluyor?

Günümüzde mahremiyet anlayışında ciddi bir değişim görüyoruz. Bireyler, bir taraftan özel alanlarını daha fazla genişletirken, diğer taraftan özel alanlarını istedikleri gibi teşhir etme veya gizleme hakkı istiyorlar. Burada toplumsal olarak belirlenen mahremiyet değerinden bireysel mahremiyete doğru bir geçiş var. Bireyler, köklü mahremiyet kavramını kabul ediyor ama bunun içeriğini kendileri belirlemek istiyor. Burada bir duygu olarak mahremiyetten ziyade bir kalkan olarak mahremiyetten söz ediyoruz. Bir başka ifadeyle birey, özel hayatını istediği zaman paylaşıyor, ancak kendi iradesi dışında birisi özel hayatına dair bir şey söylese veya paylaşsa mahremiyet kalkanını kullanarak hak arayışına giriyor.

Örnek vermek gerekirse, aile bireyleri arasında bile telefon mesajları mahremiyet alanına indirgeniyor. Karı ve koca ve hatta çocuklar, diğer aile bireyleri tarafından telefon mesajlarının okunmasını kendi mahremiyetlerinin ihlali olarak görüyorlar ama istedikleri anda bu mesajları sosyal medya üzerinden paylaşıyorlar. Bu durumda mahrem alan belirsizleşiyor, bireyin kendi istekleri ön plana çıkıyor. Dolayısıyla gerçekte artık mahrem denilen bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Eğer ortada mahrem diye bir şey yoksa yapılan şey teşhir olarak nitelenemez, zira eşya teşhirini bir kenara koyarsak, insan açısından teşhir kavramı olumsuz bir durumu anlatır. Hatta eski psikolojide “teşhircilik” denilen bir sapkınlıktan söz edilirdi. Herkesin bir şekilde mahremini ortaya döktüğü bir durumda teşhir olağan hale gelir, sıradanlaşır. Bu olağanlaşmanın sürecin doğal akışı içerisinde işlediğini düşünmek naiflik olur. Geleneksel dünya görüşlerine karşı çıkan çeşitli felsefeler, ideolojiler, bunlara bağlı olarak gelişen toplumsal hareketler veyahut düşünsel bir alt yapısı olmasa bile bu durumdan ekonomik kazanç çıkarmak isteyenler değişim noktasında etkili oluyorlar.

Sosyal medya bu değişimde yakın dönemin en güçlü aracı olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal medya sıradan bir kişinin görüşlerini kariyerli bir yazar gibi ifade edebilme imkânını ve herkese “15 dakikalığına ünlü olma” fırsatını sundu. Ancak şüphesiz bunun bir bedeli söz konusuydu. Köşe yazarlarının zaman zaman aile içi meselelerinden bahsetmesi veya ünlülerin sansasyonel pozlar vermesi sıradan vatandaş için ilginç, takip isteğini uyandıran ama kendi hayatında olacağını düşünmediği şeylerdi. Sosyal medya sıradan insanın içinde var olan –beğenilme, takdir görme, meşhur olma, para kazanma, hatta nispet yapma, intikam alma gibi- pek çok duyguyu harekete geçirdi. Sosyal medyada en dikkat çeken şeyler şüphesiz mahrem alana ait olan hususlardı. Gündelik hayatta mahrem alanını paylaşmaktan çekinen kişiler bile doğrudan yüz yüze ilişkinin olmadığı sosyal medya üzerinden daha rahat hareket etmeye başladılar. Bu durum sosyal medyanın etkisine daha açık gençlerden orta yaşlılara, modern değerleri benimseyenlerden daha geleneksel ve dindar olanlara kadar kademe kademe herkesi az veya çok etkiledi.

  • Gençlerin sosyal medya ve tüm diğer dijital platformlarda kişilik, sınır ve özel alanlarına dair bilinçlerini nasıl artırabiliriz?

Sosyolojide anomi denilen bir terim söz konusu. Özellikle hızlı değişimin yaşandığı alanlarda eski toplumsal değerlerin bireyler üzerindeki etkisini kaybetmesi, buna mukabil yeni değerlerin henüz gelişmediği bir kuralsızlık dönemi. Genelde maddi kültürde bir değişim oluyor, daha sonra buna uygun bir sosyal norm çıkana kadar boşluk, kuralsızlık, yani anomi ortaya çıkıyor. İnternet de böyle bir anomi oluşturdu. Sadece gençler değil, farklı yaş gruplarından pek çok kişi nasıl davranması gerektiğini anlayamıyor. Tabii zaman içerisinde bazı normlar oluştu. Öğretmenler artık eskisi gibi öğrencilerin fotoğraflarını ya da sınav kâğıtlarını paylaşmıyor, anne-babalar çocukların fotoğraflarını göstermede daha hassas. Fakat biraz önce bahsettiğimiz gibi mahremiyet anlayışında değişim meydana geldi. Mahrem olanın paylaşılması daha olağan görülüyor. Burada bireyleri sınırlandıracak birkaç faktörden bahsedebiliriz. Örneğin artık hukuki anlamda başkasına ait bilgilerin paylaşılması bir suç ve paylaşan kişiler hakkında davalar açılabilir. Ayrıca dindar bireyler bir ölçüde dini normlara (helal-haram) dikkat ederek paylaşımlar yapmaya dikkat ediyorlar. Ancak her paylaşım doğrudan suç kapsamında değerlendirilemez, herkes için de din hayatın merkezinde değil. Bu tür endişeleri olmayan bireyler bile paylaşımlarının iş veya özel hayatlarında kendilerine zararları olabileceğini düşünerek tedbirli davranıyorlar. Şüphesiz bazı kişiler sosyal medyanın kendi psikolojileri üzerinde etkilerinin de farkındalar.

Kanaatimce sınırları az veya çok belli olan dinî ve hukukî konular yanında sosyal medyanın insan psikolojisi üzerindeki etkilerine yoğunlaşmak gerekiyor. Uzmanlık alanım olmadığı için kesin bir şeyler söylemek güç ancak en azından bireylerin kendilerine şu soruları sorması gerektiğini düşünüyorum; sosyal medyadaki paylaşımlarımla elde etmek istediğim şey nedir? Eğer bir hedefim varsa buna ulaşmak için ne tür bedeller ödemem gerekir? Bu hedefe ulaştığımda ne kadar mutlu ve huzurlu bir insan olacağım? Vakit geçirmek gibi daha basit bir amaç söz konusu ise sürekli bir paylaşım arayışı içerisinde olmak ve tepkileri takip etmek, sosyal medya gündemi içerisinde normalde hiç düşünmediğimiz paylaşımlar yapmak ve polemiklere girmek bize gerçekten diğer serbest zaman etkinlikleri gibi bir rahatlama sağlıyor mu?

Konunun bir de toplumsal boyutu var şüphesiz. Bunu en sona bıraktım, zira pek çok kişi artık toplumun kendisini ilgilendirmediğini, istediği gibi yaşamakta özgür olduğunu söylüyor. Ancak şunu bilmeliyiz ki, yarın toplumu toplum yapan bir takım değerler ve normlar olmazsa istediğimiz özgürlükte de yaşayamayacağız. Sosyal medya, diğer etkileri yanında, toplumsal olarak belirlenen mahremiyet değerini değiştiriyor, hatta yıkıyor. Televizyon programlarının etkisinden çok daha güçlü bir etkiye sahip. Dolayısıyla toplumu korumak istiyorsak, bu çerçevede ailede, sokakta, iş yerinde üzerimize düşen bir takım sorumluluklar olduğunu düşünüyorsak, sosyal medyada da sorumluluklarımızın olduğunu idrak etmeliyiz. Pek çok kişi mahrem alanlarını afişe etmenin kendilerine olan zararlarını kısa zamanda görüyor, ancak bunun toplumsal zararları biraz daha uzun bir sürede, daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkacak.