Soyadı “Küçük” Kendisi Büyük

Zaten, Raşit Hocamızla, Erzurum’dan bizim fakülteye geldikten sonra zaman zaman bir araya gelir, sohbet eder, çeşitli konulardaki tecrübelerinden istifade ederdik.

Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN

FSMVÜ İslâmî İlimler Fakültesi

            Yıllar önce dostumuz Prof. Dr. Muhammed Harb hakkında bir yazı istendiği zaman “Adı Harb Kendisi Sulh Olan Bir Kimse”[1] diye başlık atmıştım. Fakülteden değerli arkadaşımız Prof. Dr. Mustafa Özel’in merhum ve aziz dost Prof. Dr. Raşit Küçük hakkında medyada ve başka yerlerde yaptığım bazı konuşmalarımın özeti mahiyetinde bir yazı hazırlamamı istemesi üzerine kalemi elime alınca yukarıdaki başlık aklıma geldi.

            Raşit Hoca ile ilk tanışmamız, 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasında, o zaman çalışmakta olduğumuz Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne tayin edildiği zaman olmuştur.

            Raşit Hoca, İstanbul’a gelince pek çok kimseyle kolayca tanıştı ve kendisiyle tanışan herkesin sevdiği ve güvendiği bir insan oldu. Fakültedeki resmî derslerinin yanında çeşitli toplantılara konuşmacı olarak katılıyor, öğrencilerle özel olarak ilgileniyordu. Hemen her gruptan öğrencilerin akşam sohbetleri için yapılan davetleri çok büyük bir zaruret olmadan geri çevirmezdi. Adetâ, onun lügatinde, hayırlı bir iş için Allah rızası için olan hiçbir isteğe “hayır” demek yoktu. Her siyasi temayülden tanıdıkları ve danışanları olmakla birlikte Konya’daki talebeliği zamanından başlamak üzere bağımsız milletvekilliğine adaylığını açıklayan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı desteklemiş ve toplantılarına katılmıştı. Erbakan Hoca’da gördüğü azmi, samimiyeti ve ibadet aşkını zaman zaman özel sohbetlerimizde o günleri tatlı hatıraları olarak bize de anlatırdı. Zaman zaman siyasileri ve değişik mevkilerdeki idarecilere uyarıcı mektuplar yazdığı da olurdu. Hatta bazı toplantılarda Erbakan’ın bazı sözlerine de tatlı üslubuyla ikaz edici konuşmaları da duyumlarımızdandır.

            Raşit Küçük Hoca İstanbul’a gelince aramızda samimiyet oluştu. Hele de aynı membadan su içtiğimizi öğrendikten sonra samimiyetimiz daha da güçlenmişti. Sosyal yönü de kuvvetliydi Raşit Hoca’nın. Milli Gazete’nin Ramazan sayfasında, İlim ve Sanat, İslam, Kadın ve Aile… dergilerindeki yazılarımıza da hep o delâlet etmiş ve bizleri teşvik etmişti.

            Raşit Küçük Ağabey hocamızla daha yakın iş birliğimiz Dârülhadis’i kurarken olmuştur. Onu biraz daha tafsilatlı anlatmalıyım. Şöyle ki;

Muhtemelen Mehmet Zahid Kotku hocamızın vefat ettiği sene idi. Bir gün, o günkü adıyla İstanbul İmam Hatip Okulundaki (bugünkü adıyla İstanbul Recep Tayyip Erdoğan Anadolu İmam Hatip Lisesi) hocalarımdan ve İstanbul Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri bölümünde, İmam-ı Azam’ın talebelerinden olan Abdullah b. Mübarek hakkında bir doktora tezi hazırlamakta olan Arapça hocamız merhum Adil Teymur’a, “Siz yanınıza bir arkadaş alın da bir Dârülhadis kurun/açın.” demiş. Adil Teymur hocam gelip bana, “Yahu, Hoca efendi yanına bir arkadaş al deyince sen aklıma geldin! Nasıl yapalım?” dedi. Ben de cevaben, “Hocam, Osman Çataklı Hocamız Vakıflar Genel Müdürü; İstanbul’da bulunan medreselerden Dârülhadis olarak açılan pek çok medrese var. Onlardan birini, bu iş için tahsis etmesini talep ederiz, sonra Allah’ın izniyle bir program hazırlayarak bu işi başlatabiliriz” demiştim. Daha sonra ise Hoca Efendi’nin Hicaz’a gitmesi ve dönüşünde hastalanarak vefat etmesi araya girdi ve böylece bazı işler fetret devrine girmiş oldu…

Daha sonraki günlerden bir gün Raşit Küçük Hoca’nın bana anlattığına göre, bir gün Es’ad Hocamız, Raşit Hoca ile konuşurken: “Ahmet’e de söyle, beraber bir program hazırlayın, bir Darülhadis açalım!”. Raşit Hoca, bir gün Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki odama geldi. Zaten, Raşit Hocamızla, Erzurum’dan bizim fakülteye geldikten sonra zaman zaman bir araya gelir, sohbet eder, çeşitli konulardaki tecrübelerinden istifade ederdik. Esad Hocamızın bu emri üzerine beraber çalışmaya başladık. Osmanlı’daki Darülhadis programlarını inceledik. Hatta bunun için Raşit Hoca’nın İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın İlmiye Teşkilatı kitabını baştan sona okuduğunu iyi hatırlıyorum. Emin Saraç Hocamızdan, Zahid el-Kevserî merhumun Ezher Üniversitesi’nde hadis öğrenimi konusunda verdiği raporu da alıp okuduk. Bu meyanda Arapça dergilerden Fas Kralı II. Hasan’ın, üst seviyede eğitim öğretim ile meşgul olan ve Dârulhadîsi Haseniyye adıyla bir müessese kurduğunu okumuş, o günkü imkanlarımıza göre orasıyla irtibat kurabilmemiz hususunda tanıdığım kimse olmadığı için doğrudan Kral II. Hasan’a bir mektup yazdığımı, onun da bu mektubu, kuruluşun o zamanki müdürü olan Suriyeli Prof. Dr. Faruk Hamâde’ye havale ettiğini, müdürün de benim mektubuma cevapla birlikte yayınlarından bazılarını gönderdiğini hatırlıyorum. Ayrıca hadis öğretiminin aralıksız ve kuvvetli bir şekilde devam ettiğini öğrendiğimiz ve Hindistan’daki adreslerini temin ettiğimiz bazı medreselerle temasa geçmiş ve programları konusunda bazı bilgiler almıştık. Hâsılı-kelâm, biz ikimiz program çalışmalarını tamamladıktan sonra Esad Coşan Hocamıza durumu arz etmek için kendisini bizim Hasköy’deki evimizde bir kahvaltıya davet ettik. O zamana kadar bir şey söylemediğimiz ve bize bu konuda destek olabileceklerini düşündüğümüz arkadaşları da çağırdık…

Hoca Efendi’yi Çamlıca’daki evinden, Osman Başpehlivan ile aldık. Kahvaltıdan sonra programımızı ve düşündüklerimizi anlattık. Ondan sonra Darülhadis’in bünyesinde açıldığı Hakyol Vakfı yetkilileri, bu işin mekânı olarak bugün İskender Paşa Camii’nin, Fatih Camii tarafındaki bir üst sokağı olan Okumuş Adam Sokağı ile Ali Emiri Efendi Sokağı’nın kesişme noktasında bulunan Hicret Yurdu’nun bulunduğu binanın üçüncü katını kiraladılar. Bunun üzerine Raşit Bey, bu işin idari işlerini benim yürütmemi istedi. Buraya alacağımız talebeleri kontrol ve ders okutmak için evimin uzakta olduğunu söylemem üzerine Raşit Hoca, Hakyol Vakfı yetkililerinin, yakında tutacağım evin kirasını verebileceklerini söyledi. Ben de Okumuş Adam Sokağı’ndan bir daire kiraladım ve taşındım. Böylece yatılı olarak aldığımız arkadaşlara ders okutmak için rahatça gidip geliyordum. Talebeleri, bizim fakültedeki talebelerden (mezun olanlardan) terbiye ve ilim aşkına şahit olduklarımızdan, güvendiğimiz talebelerle de istişare ederek ilk on kişiyi seçtik, sonradan iki kişi daha katılmıştı.[2]

Nihayet, Cumhuriyet döneminde ilk defa bir Darülhadis’in açılışı 26 Recep 1405 h./17 Nisan 1985 tarihinde bir Miraç Kandili günü Raşit Hoca ile merhum Necati (Coşan) amcamız, Emin Saraç Hocamız ve başka kimselerin katılımıyla açılış gerçekleşmiş oldu. Kur’an-ı Kerim okunmasından sonra Necati Hocamızın duasıyla besmeleyi çekmiş olduk.

Şimdi talebe arkadaşlarımızın burslarıyla ilgili merhum Muammer Dolmacı ile aramızda geçen bir konuşma da hatırımdadır: Muammer Ağabey’in, “Ahmet abi, senin bu talebelerine bu kadar burs vereceğiz?” sorusuna şöyle cevap vermiştim: “Abi, bu arkadaşlara sıradan bir burs değil, bunlara maaş gibi bir meblağ vermeliyiz.  Çünkü bunlar mezun, bunların arkadaşları bir göreve başlamış olup maaş alıyorlar. Sıradan bir burs verirsek ilim yolunda bu gençleri tazim değil tahkir, ikram değil ihanet etmiş oluruz. Sonra bu müessesenin devamı için bu gençlerin her halini düşünmemiz ve sağlam temellere bağlamamız gerekir.” Hakikatten, gül diyarının gül gibi insanı Muammer Ağabey -Allah rahmet etsin- vakıfta takdire şayan hizmetleri ile biliniyordu. Bu konuda da bizi anlayışla karşıladı ve yatılı olarak kalan talebe kardeşlerimize hatırı sayılır bir meblağ olarak da burs bağlamıştı. Bir sene kadar sonra öğrencilerden birinin evlilik hazırlıkları yaptığı duyulmuş, bu defa da Muammer abi, “Ahmet abi, senin bu talebelerin evleniyor ne yapacağız?!” demişti. Ben de “Abi, öyleyse bir de evlilik zammı ilave edelim!” demiştim. Çünkü bu gençler lisans talebesi değillerdi; yaşları gelmiş anneleri babaları çocuklarının mürüvvetlerini görmek istiyorlardı. Bu gibi hususlar, karşı konulacak hususlar değildir. Bu istekler karşısında idealist davranırsak olmaz, tabii ve meşru isteklerine zecri tedbirlerle karşı koymak makul ve meşru değildir. Şunu da ifade etmeliyim ki öğrenci arkadaşlar da olabildiğince iyi çalıştılar; tahsillerini ileri seviyeye çıkardılar. Birinci gruba aldığımız arkadaşlardan biri hariç, hepsi de en azından yüksek lisans yaptılar. Gruptan ayrılan bu arkadaş da vakfın değişik sosyal hizmetlerinde görevlendirildi.

Şimdi bu arkadaşlarımızdan her biri bir görevde, Diyanet İşleri Başkanlığı ve üniversitelerde hizmetlerini başarıyla sürdürmektedirler.

Darülhadis’e bu başlangıçtan bir sene sonra, mekân olarak daha güzel bir yer arandı. Bu iş için Edirnekapı’da, ayrıca bir Hüdai Tekkesi’nin de bulunduğu, Niyazi-i Mısri Sokağı’nda yer alan Ahmed Kamil Efendi Tekkesi bulundu. Tekkeler kapatıldıktan sonra bu bina da kendi haline terk edilmiş; toz toprak içinde çürümeye yüz tutmuş haldeydi. Hatta, Hakyol Vakfı müdürü Mehmed Emre ile beraber üst kattaki bir gömme dolapta Ahmed Kâmil Efendi Tekkesi’ne mahsus ve üzerinde “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ” ayeti yazılmış olan sancağı da sarılı halde bulunmuş ve başka hatıralarla birlikte, vakfın emanetine alınmıştı.

Bu esnada Raşit Küçük Hoca “Erzurum’dan tanıdığım Faruk Beşer, doktorasını tamamladı ve henüz bir görev almadı. Bu arkadaşı burada görevlendirirsek devamlı olarak öğrencilerimizin başında bulunur ne dersiniz?” dedi. Ben de “Çok iyi olur.” dedim. Çünkü zaten benim fakültedeki derslerim ve meşguliyetlerim de artmıştı. Faruk Bey arkadaşımız geldikten sonra yerimizde genişlediği ve müstakil bir binaya sahip olunduğu için öğrenci sayımız da arttırıldı. Çok şükür bir hayli İlahiyat Fakültesi öğrencisi kardeşimiz buradan istifade etmiş oldu.

Ve bu Darülhadis örneği Türkiye’mizdeki Müslümanlara örnek oldu; birçok cemaat benzer müesseseler kurdu. Dolayısıyla Raşit Küçük Hoca’nın etkisi o yıllarda ve daha sonrasında Müslüman cemaatlerin fikren ve fiilen birbirlerine yakınlaşmalarında ve Müslümanların sonra ki kazanımlarında etkili olduğunu düşünüyorum.

            Raşit Ağabey’in beni teşvik ettiği işlerden biri de Edirnekapı’da MÜSİAD Başkanı Erol Yarar Bey’in annesinin masraflarını deruhte ettiği İhsan Vakfı’nın müdürlüğüdür. Kendisinden bu işi yapacak bir kimse istedikleri zaman Raşit hocamız bu işi benim yapmamı teklif etti. Ben o zaman, “Ağabey biliyorsunuz ben idarecilik istemiyorum” demem üzerine dedi ki: “Ahmet Bey, biliyorum sen idarecilik istemezsin; ama sana ders okut desem sen ona hayır demezsin. Ama bu idarecilik seni ilmi çalışmalarından alıkoyacak bir iş değil! Bu vakıfta mastır ve doktora yapan öğrenciler kalıyor. Sen bunlara aynı zamanda ders okutursun, sohbetler yaparsın…” Bunun üzerine ben de kabul etmiştim. 1993-95 arası iki yıl çalıştıktan sonra Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’ndeki görevimden yeni dönmüş olduğum için zamanım da müsaitti. Singapur’da Bâalvî Mescidi yöneticisi Seyyid Hasan el-Attas’tan öğrendiklerime binaen, İhsan Vakfı’nda mütevelli heyetinden iki odayı misafir odası olarak tahsis etmelerini talep etmiştim. Bundan maksadım, yurt içinden ve yurt dışından gelen ilim adamlarından vakıfta kalan yetişme çağındaki arkadaşları tanıştırarak istifadeyi sağlamaktı. Gerçekten bu maksadım büyük ölçüde gerçekleşti. O odalarda başta Pakistan Karaçi’den merhum muhaddis 80 yaşındaki Abdurreşid en-Nu’mânî olmak üzere doğudan ve batıdan gelen çeşitli kimseleri misafir etmiştik. Hatta İngiltere’den bir vesileyle İstanbul’a gelen meşhur şarkıcı Yusuf İslam beyi de misafir etmiştik. Böylece mastır ve doktora yapmakta olan öğrencilerimiz bildikleri yabancı dillerde pratik yapma imkânı buluyor; misafirlerin ilmî birikimlerinden istifade ediyorlardı. Benim idarecilik zamanımda orada kalmakta olan öğrenci arkadaşlarımı da o günlerin bir hatırası olarak zikretmek istedim; Abdullah Açık, Bedri Gencer, Eyüp Koç, Mevlüt Kula, Mustafa Göksu, Ramazan Arıtürk, Sadık Türker, Şehabeddin Ergüven, Tuncay Zorlu… Kimisi akademisyen olan bu gençlerimiz de devletimizin çeşitli alanlarında hizmet vermektedir. Bütün bunları, bu hayırlı işlerin gerçekleşmesinde Raşit Hocamızın gayret ve himmetlerini ifade etmek için anlatıyorum.

            Raşit Hocamız ve Halil İbrahim Kutlay ile beraber Suudi Arabistan’ın Medine valisi ve İçişleri Bakanı olan Emir Nâif b. Abdülaziz adına düzenlenen Sünnet-i Nebeviyye ve Çağdaş Araştırmalar Ödül Törenine davetli olarak katılmamız, umre ziyaretimiz ve ardından bir ramazan gecesi, Kral Abdullah tarafından Harem-i Şerîf’in yanındaki sarayda kabul edilişimiz de hocamızla beraber olduğumuz unutulmaz hatıralarımdandır. (20 Ramazan 1429/20 Eylül 2008). Aşağıdaki fotoğraf bu ödül töreninde gazetecilerin sorularını cevaplandırırken çekilen ve el-Medine Gazetesi’nde (20 Ramazan 1429 cumartesi, s.12) yayınlanan unutulmaz bir hatıramızdır. Raşit Ağabey’imi dünya gözüyle son gördüğüm ise Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Musa Duman ile İSAM’daki makamında yaptığımız ziyarette olmuştu. Her zamanki mükrim ve beşûş halini, hastalığına rağmen önemli meseleler ile ilgilenmesi de gözümün önünden gitmeyen halidir.

            Vefatından üç gün önce de kendisini rüyada görmüştüm. Şöyle ki: İsmail Yiğit ile beraber Raşit Hocamızın evine gitmişiz. Ev kalabalık, hareketlilik var, eşyalar düzensiz ve diyorlar ki; Raşit Hoca Hacca gidecek! O rüyada Raşit Ağabey bana mürekkeple yazılmış yazıların bulunduğu beyaz bir kâğıda sarılı bir misvak veriyor…

Hayrun lenâ, şerrun li aʻdâinâ!

Artık Raşit Hocamız ile sohbetlerimiz son yıllarda defnettiğimiz muhterem hocalarımızla birlikte ziyaretlerimizde devam ediyor… Fatih Camii haziresinde Fâtiha ve Yâsîn’lerle devam ediyor…

Âh, insanı sevdiklerinden ayıran fânî dünya!!!


[1] Büyük Türk Dostu Muhammed Harb Armağanı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü, Editör: Mustafa Miyasoğlu, Kasım 2012, s.31-33.

[2] Böylece birinci grup 12 kişi oldu. Şimdi birinci grupta yer alan öğrenci arkadaşlarımızın isimlerini güzel bir hatıra olarak kaydetmek isterim: 1-Ali İlhan, 2-Ali Kemal Kastan, 3-Cevdet Akbey, 4-Engin Yılmaz, 5-İbrahim Sezgin, 6-Mehmed Akif Özkiraz, 7-Mustafa Karataş, 8-Necdet Arman, 9-Nizamettin Coşkun, 10-Sebahattin Yıldırım (merhum), 11-Zekeriya Tüfekçioğlu, 12-Zühdü Ünal.