Temeli Cennette Atılan İlk Müessese: Aile

Yarattığı kulun durumunu bilen Allah, onu cennette bu yalnızlık duygusundan kurtararak huzur bulacağı diğer yarısı Havva’yı yaratır. Artık insan cennette olduğunu daha iyi fark eder. Yalnızken tatmadığı bir huzur, artık diğer cinsiyle birlikte ikram edilmiştir.

Mülayim Sadık Kul

Aile, temeli cennette atılan, serencamı insanın serüveniyle birlikte başlamış, yeryüzündeki en eski müessese. Kuruluş yeri cennet ve kuranların da tüm insanlığın ilk ataları Adem ve Havva olması, üzerinde önemle durulması gereken bir mesele. Aile müessesesi cennetle birlikte varlık alanına çıkmış diyebiliriz. Daha doğrusu ailenin varlık alanına teşrifi, cennet mekânlıdır. Ailenin olduğu yer, cennettir. Aile, cennete aittir. Bu sebeple, ailesi cennet olmayanın veya diğer bir ifadeyle, cenneti ailesi olmayanın alternatifi kaçınılmaz olarak cehennem midir? diye sorulabilir.

Üç şeyin yokluğu telafi edilemez. Bunların birincisi iman, ikincisi sağlık, üçüncüsü ise aile huzuru, derdi rahmetli Vahib (Bayrak) Baba. Elbette bu söz sadece ona ait olmayıp hikmet tüm insanlığın ortak malıdır. Bu bağlamda merhum “Allah’tan zorla da olsa bu üç şeyi istemek lazım” diye tavsiye ederdi. Zira bunlardan birinin yokluğu, başka bir şeyle telafi edilemeyecek kadar büyük ve esaslı bir kayıptır. Yaşadığımız hayat tecrübesi de bunun en büyük şahididir.

Ailenin insanın cenneti olabileceği gibi cehennemi olabileceği de unutulmaması gereken bir hakikattir. Burada akla gelen pek çok soru olmakla birlikte bu yazımızda öncelikli olarak aile dediğimiz bu müesseseyi kuran insan boyutuna işaret etmek istiyoruz. İnsan olmasaydı, böyle bir kurumdan yani aileden bahsedebilir miydik? Hayvanlar veya bitkiler için kullandığımız aile terimi, hakikat manasında anlaşılabilir mi? Yoksa aile sadece insana özgü müdür? Elbette bu sorular çeşitlendirilerek meselenin farklı boyutlarına işaret edilebilir. Gerçek şu ki hakiki manada aile, Kuran’ın da ifade ettiği gibi, tüm âlem kendine musahhar kılınan insan için söz konusu olabilir. Diğer varlıklar için kullanılması, bazı zorunluluklardan ve kategorize edebilme ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Zira bu aileyi bilinçli ve kendi iradesiyle kurup idare eden, insanın hür seçebilme iradesidir. Diğer varlıklar bu kabiliyet/nimetten yoksun oldukları için bu şeref ve sorumluluk ancak insan için geçerlidir.

Cennette yaratılan insan tüm nimetlere ve hatta Yunus’un “Bana seni gerek seni!” diye haykırdığı/yakardığı Rabbine rağmen yalnızdır. Allah, kendi ellerimle yarattım, dediği insanın (Sâd, 75) cibilliyetine bunu koymuştur. Ünsiyete ihtiyacı olan yegâne varlık insan olmasa da insanın insan olarak cennette yalnızlık hissetmesi ancak ona has bir durumdur. Allah böyle takdir etmiş ve insanı kendini tamamlayacak bir eşe muhtaç yaratmıştır. Bu ihtiyaç sahibi olma elbette onun insan olma özelliklerinin başında gelmektedir. İnsan tüm hayatı boyunca aslında hep muhtaçtır. Doğumundan ölümüne değin kendi ihtiyaçlarını tek başına ne ruhi/hissi ne de maddi anlamda karşılamaktan aciz olan tek varlık herhalde insandır desek yanlış olmaz. Bu hem zaafı hem de onu insan kılan en temel vasfıdır.

İnsanın bu yalnızlığı hissetmesi elbette ona ruh üflendikten, daha doğrusu insan vasfını kazanması sonrasındadır. İşte Rabbinin kendi Ruh’undan üflediği ve varlık alanına taşıdığı bu insan, diğer yarısını bir ömür aramak durumundadır. Diğer yarısı olmadığında insan normal şartlarda yarımdır. Elbette bunun istisnaları yok değildir. Bazı evlenememiş veya ilim yolunda kendini adamış, adanmış ruhlar bu ve benzeri ihtiyaçlardan azade olabilir. Biz normal şartlarda sıradan bir insanı baz alarak kendi hesabımıza nerede durduğumuzu ve ailenin bu anlamda neye tekabül etmesi gerektiğini anlamaya çalışıyoruz. Zira Adem babamız bu insanı temsil ederek cennette yalnızlık hissettiği rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Allah onun yalnızlığını giderecek ve cenneti cennet kılacak Havva annemiz adındaki muhteşem varlığı, kadını yaratmıştır. Bu yaratılan varlığın Adem’in kendi eğe kemiğinden mi yoksa başka bir takdirle mi yaratıldığı şimdilik üzerinde durmak istemediğimiz bir ayrıntı. Velev ki Allah böyle takdir etmiş olsun, bu biyolojik veya metafizik anlamda kadına bir nakısa getirecek bir durum değildir. Zira Allah olmasını istediği şeye ol der ve o da olur. Gerisi teferruattır ve insan da bu ayrıntıda boğulmaktan kaçınmalıdır. Mesele Rabbin takdirini ve ezeli planındaki hikmetini anlamaya çalışmaktır.

Bizim için esas olan, insan denilen varlığın aynı cevherden/esastan yaratılmış olmasıdır. “O bir candan/nefisten eşini de yarattı.” (Nisa, 1). Müfessirlerimiz bu ayet ve benzerleri hakkında farklı yorumlar yapmış olsa da Rabbimiz insanı mükerrem yarattığını ve bu anlamda erkek ya da dişi olmanın üstünlük adına bir değer olmadığını, üstünlük ölçüsünü takva olarak bildirilen ayetle (Hucurât, 13) biliyoruz. “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”

Burada altı çizilmesi gereken diğer bir husus da, insanın varlık alanına erkek ve dişi olarak çıkarılmış olmasıdır. İlk yaratılış ve aile, bu temeller üzerine kurulmuştur. Tabii ve fıtrata ait uygun olan bu durumdur. İman ve küfür meselesi de böyledir. Tabii olan, cennette yaratılmış ve Rabbin kendi ruhundan üflediği insanın O’na inanarak ittiba etmesidir. Her doğan çocuğun (İslam) fıtratı üzere doğduğunu söyleyen hadis de buna işaret eder. Hadisin tamamı şöyledir: “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Tirmizî, kader 5). İnsan olarak kişiyi huzurlu ve mutlu kılacak olan da ancak bu teslimiyettir. Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur (Ra’d, 28) ayeti de bu hakikati bildirir. Küfür ise arizi olandır, insanın fıtratına ters olandır. Bu sebeple kafir, saraylarda da olsa mutlu olma şansını, iman edinceye kadar kaybetmiş bir bedbahttır. Ancak İslam’a teslim olan insanlar selamete ererek ruhen, fıtraten huzura kavuşurlar.

Varoluşunu Rabbine borçlu Adem, tüm nimetlere rağmen kendini yalnızlık hissinden kurtaramamaktadır. Bu duygunun ne olduğunu ve çaresini de aslında bilmekten acizdir. Zira bununla ilgili bir tecrübesi ve bilgisi yoktur. Eşyanın ismi öğretilmiş ve bilgi yarışmasında meleklere üstün gelmişse de bu her şeyi bilmesi anlamına gelmemektedir. O her şeye rağmen ancak kendisine bildirildiği kadarını bilebilecek bir kapasite ile yaratılmıştır. Elbette akledecek, sentez ve analizler yapacak kudreti olsa da gaybı bilen ve tüm bilgilerin sahibi olan yegâne varlık, sadece Allah’tır.

Yarattığı kulun durumunu bilen Allah, onu cennette bu yalnızlık duygusundan kurtararak huzur bulacağı diğer yarısı Havva’yı yaratır. Artık insan cennette olduğunu daha iyi fark eder. Yalnızken tatmadığı bir huzur, artık diğer cinsiyle birlikte ikram edilmiştir.

Ama insanın imtihanı sadece bununla sınırlı değildir. Diğer yarısına kavuşan insan daha büyük sınavlardan geçmekle karşı karşıyadır. Ne güzel! Artık kendine ünsiyet duyabileceği bir eşle ebedi huzuru yakalayabilme imkânına sahip olan insanın bu nimetlerin yokluğuyla sınanıp yeniden cennet yurduna dönebilme serüveni başlamalıdır.  Hani meşhur sahih bir hadiste “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, tevbe, 9) hikmeti burada hatırlanmalıdır. Bu şu demektir: Allah insanı hata edebilecek kıvamda yaratmıştır, velev ki cennette bile olsa. Baş düşmanı olan İblis, daha ilk yaratılışında kendisine tanıtılmış bile olsa insan yine de hata etmeye teşne ve meyyaldir. Onun kandırılabileceği en önemli zaafı da ebediyet duygusu veya melek olup seçme ve kendi ihtiyarıyla sorumlu tutulmaktan kurtulma arzusu olsa gerek. Zira Allah’ın, bu sizin apaçık düşmanınız, dediği Şeytan bu iki argümanla Adem babamızı ve Havva annemizi kandırabilmiştir.

Kur’an’da gökyüzüne, yeryüzüne ve dağlara teklif edildiği halde onların mazur görülmek istedikleri ve korktukları bu emanet, “sorumluluk” olmalı diye düşünüyorum. Öyle ya meleklerin insandan farklılaştığı nokta herhâlükârda Rablerine kayıtsız şartsız boyun eğmeleri ve emirlerine sorgulamadan ve hiçbir sorumluluk taşımadan ittiba etmeleri değil mi? Bir de mutluluk, kâmil manada ancak ebediyet duygusuyla birlikte tasavvur edilebilecek bir olgu. Bu teklifler düşmandan da gelse insanı bir an için gaflete düşürmeye demek ki yetebiliyor. Oysaki her şeyi takdir eden ve yaratan Allah değil mi? Sanki Allah’a ve O’nun iradesine rağmen bir şeylerin olabileceğini tahayyül edebilmesi insanın en büyük zaaflarından birisi. Bunu şuurlu olarak düşündüğünde tevhit dairesinde kalma şansını da kaybeder. Gaflete düşerek hata ettiğinde de Adem ve Havva atalarımız gibi hemen Rabbe yönelerek af dilemek gerekmektedir. Zira gidilecek başka hiç bir kapının olmadığını, çamurdan yaratılmış ve cennetteki yalnızlığından Havva ile kurtarılmış Adem’den başkası daha iyi bilemez.

“Aile bağlamında bunları söylemenin ne faydası var?” diye sorulduğunu duyar gibiyim. İslam’ın ve dolayısıyla Allah’ın insan ve onunla birlikte yarattığı aile ile ne murad ettiğini anlamadan, varlık adına bir bilgi mümkün değildir. İnsanın yaratılış serüvenini anlamayan birisinin, her şey gibi insanın mutluluğu için ikame edilen aile müessesesini anlaması imkân dâhilinde değildir. Bu aile, kurumu insanla birlikte ve temeli cennette atılmış en kadim müessesedir. Bunun hikâyesi, senin ve benim hikâyemdir. Köklerini bilmeyenin gelecek tasavvuru da eksiktir. Meseleye köklerden başlamak esas olmalı diye bunları hatırla(t)ma ihtiyacı duydum.

Aileyi konuştuğumuz bu bağlamda imtihanın büyük ölçüde insanın kendi ailesi çerçevesinde şekillendiğin hatırlayalım. Mal gibi aile ve çocukların da imtihan vesilesi olduğunu hatırlatan ayetler de bu hakikate vurgu yapmaktadır. Tabiri caizse insanın yumuşak karnıdır ailesi ve çocukları. Bu sebeple Allah onlar söz konusu olduğunda dikkatli olmamızı ve adaletten taviz vermememizi biz kullarına hatırlatır. Dolayısıyla temel prensipler söz konusu olduğunda kan bağı hiç bir şekilde Allah’ın hatırının önüne geçirilmez. Zaten adaletin korunabilme ölçüsü de burada ortaya çıkar. İnsanın başkaları arasında adil davranması kadar, belki ondan daha önemlisi kendi veya ailesi taraf olduğunda da adaletten ödün vermemesidir.

Yakın zamanda ülkemizde yaşanan deprem birçok aile dramını beraberinde getirmiştir. Dünya ölçeğinde aile fertlerini kaybetmiş olmak kadar daha acı hiç bir şey olmasa gerektir. Bütün birikimini kaybetmesine rağmen ailesi kurtulduğu için şükredenler veya enkaz altından sağ olarak kurtulan bir yakınıyla yeniden hayata dönmüşçesine mutlu olanlar, hâlâ gözlerimizin önünde canlıdır. Bunun aksine aile fertlerini kaybetmenin acısını ekranlara yansıdığı kadar görenlerle bizatihi bu acıları yaşayanlar da unutulmamalıdır. Elinde olanla mutlu olmayı beceremeyenler bu sahneleri belki her gün yeniden hatırlamalı ve ellerinde olanın ne kadar büyük olduğunu fark ederek mutlu olmalıdır. Hani insan avucundaki mutluluğa kör olur da hayatı kendine zehir eder ya, bugün mutsuzluk sebeplerinin belki %99’u böyledir desek acaba mübalağa etmiş olur muyuz?

Bu bağlamda unutulmaması gereken diğer bir hakikat de şudur: Biz bir şekilde emniyet içinde birlikte yaşayabildiğimiz ailelere sahipken zalimlerin ailelerini ellerinden aldığı coğrafyalar gözlerimizin önüne gelmeli. Filistin, Suriye, Keşmir, Bosna ve insan onurunun çiğnendiği tüm coğrafyalar tek tek her gün mükellef sofralarımızda kuş sütü ararken veya tuzu eksik olduğu ya da tam da arzu ettiğimiz yemek yapılmadığı için ağzımızın tadı kaçarken yeniden hatırlanmalıdır.

Babası İsrail askerleri tarafından hapse atılan ya da şehit edilen Filistinli kızın feryadı…. Buradan sonrasını yazamadım! Benim kızlarım ya da ümmetin kızları, nişan, kına ve düğünlerindeki detaylarla mutlu ya da mutsuz olurken bu Filistinli kızımızın tek arzusu haksız yere hapse mahkûm olmuş babasının yeniden eve dönmesidir. Bosna’da bir Sırp kurşunuyla şehit edilmiş oğlunu ya da kardeşini tekrar görememek, en büyük hasretidir oradaki kardeşimin.

Filistinli küçük kız acısını şöyle haykırıyordu:

“Babacığım neredesin sen babacığım!

Diyorlar ki sen suçlusun baba!

Sen suçlu değilsin!

………………………………………..

Babamı hiç öpmedim güneş doğduğundan beri

Bayramlar bayramı, şenlikler şenliği kovalıyor

Şehit üstüne şehit düşüyor

Ve babam demir parmaklıklar arkasında

…………………………………….

Her sabah çocuklarını öpen babalar

Utanın, utanın, utanın

Babam demir parmaklıklar arkasında

Her sabah çocuklarını öpen babalar

Utanın! Babam demir parmaklıklar arkasında

………………

Babamı istiyorum

Babamı istiyorum

Babamı istiyorum!” (Sefer Turan, Tarihin Kalbi Kudüs, s.93-95)

Ümmetin derdini dert edinmeyen bir vicdan, vicdan mıdır, böyle bir vicdanı olan insan mıdır? Biz yeryüzünde bunca vahşete rağmen nelerin acısını çekiyoruz ve nelerin yokluğundan dolayı biz veya çocuklarımız mutsuz oluyorlar? Çok geç kalmadan hem kendimiz hem de ailemiz bu hakikatleri yeniden hatırlamalıdır! Sahip olduğumuz nimetlerin büyüklüğünü fark ederek bu nimetlerden mahrum bırakılan kardeşlerimizin de bu gök kubbe altında bizimle birlikte yaşadıklarını unutmayalım. Bunları idrak edebildiğimiz kadar gerçek mutluluğa hem bu dünyada hem de ebedi âlemde kavuşabileceğimizi bilelim.

Bunları, elbette hayatımızı karartalım ve çocuklarımızı mutluluklardan mahrum edelim ve hiç mutlu olmayalım anlamında söylemiyorum. Peygamber Efendimiz, “Lezzetleri kıran ölümü çok hatırlayın.” diyor ya, işte öyle. Elimizdeki nimetlerin farkında olmadan yaşamak kadar büyük bedbahtlığın olmadığını bilelim. Kardeşlerinin derdiyle dertlenmeyenlerin, bir gün aynı acıları çekmekle karşı karşıya kalacaklarını unutmayalım.

Elimizde olana şükredebilirsek Mevla nimetini artıracağını müjdeliyor. Öyleyse hadi annemizin babamızın, beraber olabildiklerimizin, evimizdeki lokmanın kıymetini bilelim! Bu dünyada göklerde bizle kardeş kılınan kardeşlerimizi hatırlamanın erdemine erelim.

Asırlar oldu Kudüs, Selahaddin Eyyubi’yi bekler! Bosna bir zamanlar hilal altında kardeşçe barış içinde yaşadığı devri özler! Filistinli küçük kız, tek suçu vatanına ve kutsal emanete sahip çıkmak olan babasının geri dönüşünü bekler!

Bütün bu acıların sadece seyircisi olan veya olmak zorunda olduğunu düşünen kardeşim ya sen neyi özler ve neyi beklersin? Ailense işte yanı başında hadi ne duruyorsun, onu cennetin kıl! Yok Peygamber Efendimiz gibi sen de ribat bekleyen Kudüs’teki, Bosna’daki, Suriye’deki, Myanmar veya Keşmir’deki kardeşini özlediysen hadi durma elindeki ekmeği onunla paylaş, belki bir gün geri gelir diye babasını bekleyen yetim kızın başını okşa!