Dr. Can Deveci ile Filistin ve Kudüs Üzerine

Can Deveci, “Filistin’de İngiltere Mandasının Kuruluşu (1917-1925)” adlı doktora tezinin sahibi. Çalışmalarını yoğunluklu olarak Filistin üzerine sürdürmektedir.

Erciyes Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Dr. Can Deveci’ye Filistin’deki işgal sürecini, uluslararası güçleri ve İsrail’i sorduk.

İstifadenize.

İNSİCAM

S- Kıymetli hocam ilk olarak şunu sormak istiyorum. Yakın dönemde Filistin’de bir Yahudi devleti kurma çalışmaları nerede, nasıl başladı? Bireysel ve uluslararası düzeyde kimler bu işte doğrudan ve etkin olarak rol oynadı?

C- Sayın Hocam, öncelikle bu sayınızda bana da yer verdiğiniz için teşekkür ederim. Filistin’de bir Yahudi devleti kurulma süreci 1850’den itibaren art arda yaşanan gelişmelerle hızlanmıştır. Siyonist organizasyonun kendi yapılanmasını tamamlamak için bu süreci kullandığını belirtmek isterim. Bu gelişmelerin başında Avrupa’da ve Rusya’da 1882’den itibaren yaygın hale gelen antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) ve pogromlar (Yahudi katliamı) ve 1894’te Fransa’daki Dreyfus davası gelmektedir. Bütün bunlar Yahudilerin başta Filistin olmak üzere başka ülkelere göçlerini tetiklemiştir. Aynı zamanda bu göç hareketinin kurumsallaşmasını da beraberinde getirmiştir. Temel sorun Yahudilerin Avrupa ve Doğu Avrupa’daki durumlarının düzeltilmesi için çözüm arayışlarıydı.  Bu noktada Leon Pinsker’in ortaya attığı “Kendi Kendine Kurtuluş” önerisi dikkat çekmekteydi. Ona göre “Yahudilerin kurtuluşu için ne bir mucize gerçekleşecekti ne de Yahudi olmayanların bağışlaması onları kurtaracaktı. Baskı altında yaşayan Yahudilere bir toprak bulunmalıydı.” Pinsker’den etkilenenler önce Siyon Severler derneğini ve sonradan Viyanalı gazeteci Theodor Herzl önderliğinde Dünya Siyonist Organizasyonunu kurmuştu. Öncelikli hedefleri “Yahudi Yurdu” bulunması ve oraya göçler düzenlenmesiydi. Basel’de 28-31 Ağustos 1897’de düzenlenen ilk Siyonist kongrede Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması ve bunu gerçekleştirmek amacıyla büyük bir gücün desteğinin alınması kararlaştırıldı. Bu noktada 1904’e kadar Almanya, Fransa gibi devletler ile de çalışılması planlanmıştır. Fakat Herzl’in vefatı ertesinde ünlü kimya profesörü Haim Weizmann’ın Dünya Siyonist Organizasyonunun başına geçmesi ve Manchester’a taşınmasıyla İngiltere ön plana çıkmıştır. Weizmann, anılarında destek almak için dünya çapında binlerce bürokrat ile görüştüğünü ifade eder. Weizmann, 1905’ten itibaren daha devletin önemli kademelerine atanmadan önce İngiliz bürokratlarla ilişkilerini geliştirdi. Örneğin, evanjelist David Lloyd George, Sör Mark Sykes, Arthur James Balfour ve Sör Herbert Samuel dostlarından sadece bir kaçıydı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla da İngiltere ve Siyonistlerin planlamaları örtüştü. Her iki taraf Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’dan çekilmesi hedefinde birleşmekteydi. İngiltere stratejisinde, Süveyş Kanalı ve etrafındaki toprakların başka bir büyük güç veya o gücün kontrolündeki yerel bir yapı tarafından tehdit edilmesi engellenmeliydi. Çünkü bu hat Hindistan, Japonya ve Çin rotasındaki ticaret için elzemdi. Ve İngiltere bu rota üzerinde 1800’den beri ticari hakimiyete sahipti. Bu noktada İngiltere gibi Avrupalı olan Siyonist Organizasyon ön plana çıkmaktaydı. Bu bakış açısıyla David Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiltere Savaş kabinesi Siyonistlerle yapılan birçok görüşme neticesinde Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonistlerin ileri gelenlerinden Lord Rothschild’e “Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt” kurulması için İngiliz sempatisini içeren bir mektup yolladı. Burada vurgulamam gereken diğer bir husus ise bu deklarasyonu Siyonistlerin hazırlamasıdır. İngiliz arşivlerindeki savaş kabinesine ait raporlar Haziran 1917’den itibaren incelendiğinde Balfour ve Rothschild’in Kasım 1917’ye kadar yaptıkları görüşmeler net bir şekilde görülmektedir. Buradan da anlaşıldığı üzere Yahudi devleti tasarımında İngiltere ve Siyonist Yahudilerin kendi çıkarlarını önceledikleri ortadadır.

S- Filistin’deki İngiliz Manda Yönetimi’nin, İsrail’in kuruluşundaki rolü nedir? İngilizler, İslam dünyasının, Arap âleminin göbeğinde böyle bir devletin kurulmasının doğuracağı sonuçları bilmiyorlar mıydı?

C- Manda idaresinin İsrail’in kuruluşunda doğrudan etkisi vardır. Çünkü 1948’e gelene kadar bir devletin ihtiyacı olan bütün kurumlar İngiliz Yüksek Komiserlerinin desteğiyle açılmış ve sadece devletin ilanı kalmıştı. Buna karşın aynı tutum Filistinli Araplara (Hristiyan ve Müslüman) gösterilmemiştir. Öncelikle Manda sistemi, Milletler Cemiyeti Misakı’nın 22. maddesinde ülkeleri yönetecek güçlere “vesayet” anlamına gelen “mandater” sıfatı verilmesidir. Buna göre, halkların sorumluluğunu yüklenmeye en elverişli bulunan ve bunu kabule razı olan büyük uluslara emanet edilecek ve bu uluslar mandater devlet sıfatıyla anılacak ve Milletler Cemiyeti adına bu görevi idare edeceklerdi. Manda sisteminin esasında idare edilen bölgede bir devletleşme sürecinin inşa edilmesi vardır. Bu arka planla baktığımızda İngiliz Manda İdaresinin başlangıcı Kudüs’ün 11 Aralık 1917’de işgal edilmesi ve ardından kurulan 1920’ye kadar devam eden askeri idareye kadar götürülebilir. Filistin’de hâkim olan güç İngiltere’dir. Buna göre İngiltere Filistin’de bir Arap ve bir de Yahudi devletinin kuruluşuna yardım edecekti. Şunu hatırlatmak isterim, Milletler Cemiyeti İngiltere’ye bu görevi tevdi ederken ondan Balfour Deklarasyonu’nun içeriğine uygun hareket etmesini istemiştir. Ve bunu Filistin Mandası isimli resmi evrakta ifade etmiştir. Aynı zamanda İngiltere, her ay ve yıl Filistin’deki gelişmeleri Cemiyete raporlamakla sorumlu tutulmuştur. Filistin’in ilk Sivil Yüksek Komiseri Herbert Samuel’in 1920-1925 yılları arasını kapsayan görev süresinden başlayarak Dünya Siyonist Organizasyonu Filistin’de birçok kurumda etkin hale gelmiştir. Samuel, İngiltere’de mukim bir Yahudi’dir. Aynı zamanda İngiliz hükümetine Filistin’in geleceği isimli raporu 21 Ocak 1915’te sunan bir bürokrattır. Ve Weizmann’ın dostları arasındadır. Weizmann, eşine yazdığı mektupta ondan “O Bizim Samuelimizdir” şeklinde bahis etmektedir. Elbette bu ifadesindeki kastı binlerce yıl evvel kurulduğu iddia edilen İsrail Krallığına atıftır. Evet İngiltere Filistin’i işgal etmiş ve ilk yöneticisini bir Yahudi atamıştır. Böylece Filistin’de bir “Yahudi Ulusal Yurdu”nun inşa süreci başlamıştır. Samuel Filistin’e düzenlenen Yahudi göçlerini kontrol etmek için 26 Ağustos 1920’de Filistin Göç Bölümü’nü kuran kararnameyi yayınlamıştır. Böylece Osmanlı idaresinde illegal sayılan göçler yasal bir yapıya kavuşturulmuştur. Ve göçleri Yüksek Komiser adına idare eden bu birimin yönetim kadrosuna İngiliz ve Yahudilerden meydana gelen kişileri atamıştır. Örneğin, Siyonist organizasyonun İngiltere bürosunda Weizmann’ın yardımcılığını yapan Albert Hyamson’u bu bölümün yardımcılığına getirmiştir. Böylece Filistin’e yapılan sadece Yahudi değil bütün göçler kontrol altına alınmıştır. Ayrıca bu şekilde Filistin Sivil İdaresinin çeşitli birimlerinde görev alan Avrupa’dan gelen Yahudi sayısı 500’ün üzerindedir. Buradan anlaşıldığı üzere Osmanlı idaresinde uzun yıllardır yaşayan Yahudilere dahi sivil hükümette az yer verilmiştir. Samuel 1920’de bir adım daha atarak İbraniceyi resmi dil haline getirmiştir. Bunun anlamı Filistin idaresindeki her evrakın İbranicesinin de hazır edilmesidir. Ayrıca farklı ülkelerden göç eden Yahudilerin ortak bir dil etrafında eğitim almaları sağlanmıştır. Haliyle bu durum ulus inşa sürecini başlatmıştır. Yahudilere özel eğitim kurumlarının açılma izni, işçi sendikalarının kurulması, posta teşkilatının faaliyete başlaması gibi izinler bu dönemde verilmiştir. Filistinli Araplar ise nüfus bakımından fazla olmalarına rağmen aynı oranda devlet içerisinde temsil edilmemişlerdir. Arap nüfus yüksek komisere bağlı faaliyet yürüten eğitim bölümünün müfredatını belirlediği devlet kurumlarına yönlendirilmişlerdir.

S- Filistin’in Osmanlı’nın elinden çıktığı günlerde, bölgedeki Yahudi nüfusu azdı. Bugün ise oldukça artmış durumda. Bölgeye Yahudi göçleri hakkında bilgi verir misiniz?

C- Literatürde Yahudilerin, bir ülkeden Filistin’e yerleşmek için düzenledikleri göçlere yükseliş anlamına gelen “Aliyah” denilmektedir. Bu göçler günümüzde de devam etmekte ve bitmiş bir süreç değildir. Aliyah kavramı, politik Siyonizmin ortaya çıktığı 1882 tarihine kadar “Bir Yahudi’nin Filistin’e yaptığı kutsal yolculuk” şeklinde anılmıştır. 1882-1914 arasında yapılan göçler Osmanlı Devleti tarafından illegal sayılmıştır. Ve göçlerin engellenmesi için birçok önlem alınmıştır. Dünya Savaşı’ndan önce 1882-1903 ve 1904-1914 yıllarında iki büyük göç gerçekleşmiştir. Örneğin, 1845’de Filistin’deki Yahudi sayısı tahmini 12.000 iken 1882’de bu sayı 24.000’e 1914’de ise 85.000’e ulaşmıştır. Bu ilk yerleşimciler genellikle Kudüs, Safat, Halilürrahman ve Tabarya civarına gelmişlerdir. Manda idaresine gelindiğinde Yahudi göçlerinin yüksek komiserler idaresinde 1920’de kurulan Filistin Göç bölümü aracılığıyla düzenlendiğini belirtmiştim. Bu bölüm önce Filistin’in ihtiyacı olan mesleklere dair bir liste çıkarır ve ardından bunu Siyonist organizasyonun Filistin’deki işlerini takip eden “Yahudi Ajansı’na” verirdi. Ajans, bu listeyi dünya çapındaki şubelerine gönderir ve öncelik bu alanlara verilirdi. Yani göçlerde belirli bir süre rastgele yapılmamıştır. Bunun temel amacı Filistin içerisindeki mesleki faaliyetlere hâkim olunmak istenmesidir. Ayrıca göç eden her birey Filistin vatandaşı sayılmış ve bu hususta zorlayıcı bir madde eklenmemiştir. Böylece Yahudi göçleri yasal bir zemine kavuşturulmuştur. Şu hususa dikkat çekmek isterim. 1920’den itibaren yapılan her göç Yahudi Ulusal Evini inşa etmek için yapılmıştır. Bundan öncesi sadece hayatta kalmak ve kutsal mekanlarda ibadet etmek için düzenlenmiştir. Bu çerçevede bakıldığında 1920-25 arasında gerçekleşen Yahudi göçleri neticesinde 847.328 genel nüfus içerisinde Yahudi nüfusu 121.725’e kadar çıkmıştır. 1946’da bu rakam yaklaşık 600.000’e 1948’de ise 750.000’i geçmiştir. Bu noktada rakamlarla ilgili bir şey belirtmek isterim. Bu rakamlar İngiltere’nin Milletler Cemiyetine sunduğu Filistin Yönetim Raporlarından alınmıştır. Yani resmi kayıtlı sayılardır. Bu durum Yahudi nüfusunun 1948’de daha fazla olduğuna işaret etmektedir.

S- İsrail, Kudüs’ü işgalle önce ikiye böldü, işgal ettiği bölgeye Batı Kudüs dedi, diğerine de Doğu Kudüs. Sonra, Doğu Kudüs’ü de ilhak ettim, dedi. Uluslararası anlaşmalar, Birleşmiş Milletler var. İsrail neye dayanarak bunları dikkate almıyor ve kendi bildiğini okuyor?

C- Bilindiği üzere BM’nin 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı 181 sayılı karar Kudüs’ün uluslararası bir şehir olduğunu ilan etti. Karar gereği, Kudüs kurulacak olan Arap ve Yahudi devletlerinin ortasında Bağımsız, Uluslararası sisteme bağlı ve BM tarafından yönetilerek barışa hizmet edecekti. Çünkü Kudüs bütün semavi dinler tarafından kutsal sayılan bir mekândı. Çoğulcu bir yönetim mekanizması kurulmadığı takdirde birçok çatışma yaşanabilirdi. Nitekim Arap devletleriyle (Ürdün, Lübnan, Mısır, Suriye) İsrail arasında yaşanan 1948 savaşı neticesinde İsrail kendisine BM tarafından verilen toprakları genişletmiş ve Ürdün ile İsrail arasında savaşı bitiren anlaşma 3 Nisan 1949’da imzalanmıştı. Bu anlaşmayla Kudüs ikiye bölünerek batısı İsrail’e, doğusu Ürdün’ün idaresine verildi. Batı ve Doğu Kudüs kavramları böylece literatüre girdi. Bu ayrımın yapay olduğu unutulmamalıdır. Buna ek olarak Yahudi yöneticilerin Kudüs’ü tek Yahudilere ait başkent yapma isteği dini, siyasi açıdan yıllar içerisinde perçinlenmiş ve iç siyasetin propaganda malzemesi haline dönüşmüştür. Böylece İsrail, Kudüs’ü 30 Temmuz 1980’de tek ve bütün olarak başkent ilan ederek devletin önemli kurumlarını Kudüs’e kurmuştur. Buna rağmen Uluslararası sistem, başkent olarak Tel Aviv şehrini tanımaktadır. Bu hamleden sonra İsrail Doğu Kudüs’te yasa dışı yerleşim birimleri inşa etmeye başlamıştır. Günümüzde Doğu Kudüs’teki bu yasa dışı yerleşimlerde yaşayan Yahudi sayısının 600.000’i aştığı varsayılmaktadır. Batı Kudüs’teki Yahudi nüfusuyla birlikte değerlendirildiğinde bu durum başkenti Kudüs’ün tamamı olması gereken Filistin devletini engellemektedir.

Bunlara ek olarak İsrail’in gerek Kudüs gerekse Filistin’e yönelik attığı adımlara dair BM karar almasına rağmen uygulayamamaktadır. Bunun temel nedeni ABD’nin güvenlik konseyindeki veto hakkını aksatmadan İsrail lehine kullanmasıdır. Bilindiği üzere İngiltere’nin 1948’de bölgeden çekilmesiyle birlikte ABD’nin etkinliği İsrail’de artmıştır. ABD başkanları, 1948’de kurulduğu günden itibaren İsrail’in güvenliğini önceleyen politikalar geliştirmiştir. Bu çerçevede İsrail’e askeri, teknoloji ve ekonomi gibi alanlarda yıldan yıla artan destek vermişlerdir. Bu çerçevede ABD, BM’deki veto hakkını da İsrail lehine kullanmıştır. İsrail’e bu güvenlik şemsiyesinin sağlanmasının ardında ABD’de faaliyet gösteren evanjelistlerin, Yahudi Lobi kuruluşlarının ve sermayesinin doğrudan etkisi vardır. Çünkü bu gruplar ABD başkanlık seçimlerini ve sonrasını etkileyen manipülasyon yapısına, bürokratik güce ve basın faaliyetine sahiptir. Örneğin, ABD başkanlarını mahkum eden veya yargılamaktan kurtaran yargıçların çoğu bu lobiler aracılığıyla sisteme entegre edilmektedir. Ayrıca kurulan kabinelerde birçok Yahudi bürokrat görev almaktadır. Haliyle bu gibi durumlar seçimleri kazanan adayların Ortadoğu’da İsrail eksenli bir politika benimsemeleriyle sonuçlanmaktadır. Bu ise İsrail’in bölgede daha hoyratça girişimlerde bulunmasını beraberinde getirmektedir. Ayrıca BM nezdinde verilen bu desteğin sadece ABD ile sınırlı kalmadığını diğer büyük güçlerin de buna katıldığını belirtmek isterim. Örneğin, uzak olmayan yakın bir zamanda Çin’in de İsrail’e olan yatırımlarını arttırdığına ve bunun siyasal alanda desteğe dönüştüğüne tanık olacağız.

S- İsrail’in hem bölgede hem de dünyada bir güç olmasının arkasındaki nedenler sizce nedir? Toprağı az, nüfusu az, ama gücü, etkisi, nüfuzu çok. Bunu nasıl açıklarsınız?

C- Bu soruya gerçekçi yaklaşmamız gerekiyor. Bu konunun siyasi, dini birçok cevabı olabilir. Gördüğüm kadarıyla İsrail bir güvenlik psikolojisiyle yaşamaktadır. Her an yok olacağını düşünmekte ve ona göre politikalar geliştirmektedir. Örneğin, Arap devletleriyle sorunlar yaşadığı dönemlerde bölgedeki Arap olmayan devletlerle ilişkilerini geliştirmiştir. Teknolojik, ekonomik ve istihbarat alanlarında anlaşmalar imzalamıştır. Günümüzde İsrail’in teknoloji, medya, sermaye, lobi ve üniversite alanlarında ciddi yatırımlar yaptığını tespit etmekteyiz. Örneğin, uluslararası medya gücüyle istenilen bir konu rahatlıkla yönlendirilebilmektedir. Veya bir seçime müdahale edilebilmektedir. Bunu son örneğini geçmiş ABD başkanı Trump’ın seçilmesinde görmekteyiz. Hatırlayalım uzun yıllar ülkemiz İsrail’den alınan insansız hava araçlarını kullandı. 1995’li yıllardan bahis ediyorum. Bu yıllarda böyle bir teknolojiye sahip iki ülkeden birisiydi. Bunlara ek olarak üniversitelerinde çok ciddi çalışmalar yapılmakta. Ve bu alanlara yüksek oranlarda fonlar aktarılmaktadır. Örneğin, bir üniversitesinde farklı alanlarda 100’den fazla araştırma merkezi bulunmaktadır. Bunlar arasında bölgesel dil eğitimleri veren de var. Beyin içerisindeki elektriklenmeleri araştıran merkezlerde var. İşin özü hemen hemen her konuda bilgiye yatırım yapmaktalar.

S- Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

C- Ülkemizde hepimiz bir şekilde alanlarımıza katkı sunmaktayız. Bölgemize dair birçok problemin çözümünün sosyal bilimler alanında olduğunu düşünmekteyim. Bu nedenle üniversitelerimizde araştırma merkezlerinin açılmasının desteklenmesi, yüksek lisans, doktora düzeyinde dil eğitimi veren bölge enstitülerinin kurulması elzemdir. Ve bu kurumların uzun vadeli özel sermaye ile ayakta kalması sağlanmalıdır. Bunların başında farklı disiplinlerden akademisyenlerin bir arada çalışabileceği Kudüs Araştırmaları Merkezi/ Enstitüsü gelmektedir. Elbette ülkemizde girişimler var. Daha da artırılması gerektiğini ifade etmekteyim.

Zaman ayırıp sorularımıza cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz.