İlk Kıblegâhımız Olarak Kudüs ve Serencamı -I-

Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan kısa bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlara başladı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’s-Sahra’nın restorasyonuyla başlayan çalışmalar bugün hâlâ ayakta olan surların inşasıyla sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi kapısı vardır.

Hüseyin YÜRÜK

Hukukçu-Yazar

Zeytin Dağı’ndan Kudüs’e Bakış

Coğrafya ve Tarihçe

Kudüs, üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehir olup Lut gölünün bulunduğu çukur alanın batısında ve bu alandan fay diklikleri ile ayrılmış olan Yahudiye platosunun dalgalı yüzeyi üzerinde kurulmuştur. Lut gölüne 24, Akdeniz kıyılarına kuş uçuşu mesafe olarak 52 km. uzaklıkta bulunan şehrin deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i Şerif’te 747 metredir.

Tarihi oldukça eski olan Kudüs şehrinin adının geçtiği bilinen en eski belge milâttan önce XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinleridir. Kudüs’ün tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Şehirde bulunan milâttan önce IV. bin yıla ait çömlekler, bu bin yılın son bölümünde şehrin güneydoğu kısmında bir kavmin yaşadığını, ilk ve orta Bronz Çağı’na ait bulgular, III. bin yılda ve II. bin yılın ilk devirlerinde Hiksoslar dönemi ve öncesinde bu bölgede insanların bulunduğunu göstermektedir. İslâm tarihçilerine göre ilk kurucuları Amâlika olan Kudüs şehri, tarih sahnesine ilk defa Erken Bronz çağında diğer bazı eski Ken’ân şehirleriyle birlikte çıkmıştır. XIX ve XVIII. yüzyıllara ait Mısır metinlerinde Kudüs bir Ken’ân site devleti olarak zikredilir (Harman,2002:324).

Bâbil esareti sonrasında Kudüs, Pers hâkimiyetine girmiş (m.ö. 538), ardından Makedonyalı Büyük İskender şehri almış (332), onun 323’teki ölümünü takiben şehir çeşitli savaşlar görmüş, önce Mısırlı Ptolemaioslar, daha sonra 198’den itibaren Selefkiler şehre hâkim olmuşlardır.

İmparator Hadrian zamanında Romalılar Kudüs’ün harabeleri üzerinde yeni bir putperest şehir kurmak isteyince Yahudiler ayaklanmış, ayaklanma bastırıldıktan sonra (135) şehrin inşası tamamlanmış, adı da Colonia Aelia Capitolina olarak değiştirilmiş ve Aelia (Ar. İliyâ) adı uzun asırlar varlığını korumuştur. Hz. Süleyman’ın, arkasından Zerubbabel’in, daha sonra Herod’un inşa ettirdiği mâbedlerin yerine Jüpiter Capitolina’ya ithaf edilen bir tapınak, ardından Merkad-i Îsâ Kilisesi’nin inşa edileceği yere de Afrodit Mâbedi yapılmıştır. Şehre girmeye kalkışan Yahudilere ölüm cezası konmuş, ancak İmparator Konstantinos bu yasağı kaldırmıştır (Harman,2002:326).

Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Dâvûd’la başlamaktadır. Birinci mâbed döneminde mâbedin bulunduğu tepeye Sion Tepesi denilmekteydi, Sion adı Kudüs’ün tamamını da ifade ediyordu. Hz. Dâvûd’a saltanatının ebediyen devam edeceği vaad edildiğinde bu aynı zamanda krallık ve mâbed şehri olan Kudüs’ün ebedîliğine de işaret sayılmıştır.Hz. Süleyman zamanında mâbedin inşası Kudüs’e ayrı bir kutsallık sağlamış, bir taraftan Dâvûd’un saltanatının ebediyen devam edeceğine dair Tanrı’nın vaadi, diğer taraftan mâbedin Tanrı’nın ebedî mekânı olarak kabulü şehri kutsallaştırmıştır.

Sonra daha ileriki tarihlerde İlya Anderyanos isimli hükümdar zamanında bir defa daha Kudüs’ün büyük bir şekilde tahrip edildiği, yine Yahudi ve Hristiyan pek çok ahâliyi barbarca katliamdan geçirdiği kitaplarda yazıyor. Bu tahriplerde Mescid-i Aksâ’yı tamamen yıkmışlar ve üzerini beldenin çöplüğü hâline getirmişler. Hükümdar, “çöplerinizi buraya dökeceksiniz” diye emrettiğinden, o mübarek yerler, ondan sonra Hz. Ömer zamanına kadar çöplük olarak kalmış. İslâm geldiği zaman beldenin yüzü gülmüştür. (Coşan,2018:94)

Hz. Muhammed’in sağlığında belli bir dönem için Kudüs’ün kıble olarak tercih edilmesi, Müslümanların bu şehri dinî bir merkez olarak görmelerinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (el-İsrâ 17/1) ve ardından Mi’rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması Müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır (Tomar,2002:334).

Şehir, Hz. İbrâhim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı, mukaddes olarak da tanımlanan bir bölgede bulunması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytülmakdis’i barındırması, İsrâiloğulları’nın ve onlara gönderilen peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından semavî dinler geleneğinde önemli bir yere sahip olmuştur.

Prof.Dr. Esad Coşan, tefsir çalışmasında Müslümanların kıblesinin Kudüs’ten Mekke’ye nasıl çevrildiğini şöyle anlatıyor: Büdeyle bt. Eslem’den rivayet edildiğine göre; “Benî Hârise oynamağının mahallesinde namaz kılmıştım. İlyâ Mescidi’ne yönelmiştik.  (İlyâ, Kudüs’ün bir başka adı.)” Kudüs tarafına, Medine’den Kuzeye doğru dönmüşler, namazı kılıyorlarmış.

“Dört rekâtlı namazın iki rekâtını kıldık. Birisi geldi tam biz namazın içinde, iki rekât kılmışken Peygamber Efendimiz’in Kudüs tarafına değil de Mescid-i Haram tarafına döndüğünü haber verdi.

Mekke tarafına, Medine’ye göre Güney’e doğru döndüğünü bunlara namazdayken haber vermiş. Erkekler de kadınların olduğu tarafa geçti. Kadınlar arkada kılıyorlardı, öbür tarafa geçtiler. Erkekler de kadınların olduğu tarafa geçtiler. Kadınlar arkada namazı kılacak diye yer değiştirdiler.

Namazın dört rekâtının iki rekâtını da namazın içindeyken böyle değişiklik yapıp mekânımızı, yönümüzü değiştirip Mescid-i Haram’a doğru kıldık, tamamladık.” diyor.

Peygamber Efendimiz’e bu durum nakledilince, ‘işte onlar gaybe iman eden insanlardır.’ demiş. “Haber geldi, o habere itimat ederek hemen yönlerini Mekke-i Mükerreme’ye doğru dönüp namazlarını tamamladılar.” demiş oluyor. (Coşan,2018:62)

Naîmâ Târihi’nin yazarı olan Müverrih Mustafa Naîmâ, Kudüs’ün Sultan Selahaddin tarafından yeniden fethedilmesini şöyle anlatıyor: Bütün tarihlerde yazılıdır ki o sıralarda düşmanlar sefineleriyle Akdenizde fitneler saçıp 1096 tarihinde Arabistan sahillerini istilâya başlamışlar, Antakya, Payas, Banyas, İskenderiye, Yafa iskelelerini, Sayda, Beyrut, Trablus, Akkâ ve Kudüs-ü Şerif kalelerini almışlar, Antakya, Balebek, Reha ve Halep taraflarına piyade ve süvari asker göndererek zarar vermeğe başlamışlardı. Reha, Şam ve Haleb’i defalarca muhasara etmişlerdir. Nerede ise müşrikler, Mısır ve Şam diyarını tamamen zaptedecek hale gelmişlerdi.

Fakat Allah’ın inayetiyle Eyyubîlerden Sultan Salâhaddin’in güzel tedbirleriyle ehl-i İslâm kuvvetlendi ve birlik oldu. İslâm askerlerine kuvvet geldi, öldürücü kılıçlarıyla küffar mel’unlarını perişan ve kale ve şehirleri geri almaya başladı. 1291 târihinde bütün düşmanlar bu sahillerden kovuldu. Melik Salâhaddin-i Eyyubî’nin İslâm devletleri arasındaki fesadı nasıl defettiğini, kalpleri nasıl birleştirdiğini ve daha ne gibi güzel tedbirler ittihaz ettiğini kendi devleti ulemâsından Abdürrahman Şiraz mufassal bir kitabında yazmıştır. Hattâ merhum «Âlî» bu kitabı Türkçeye tercüme ederek bazı kısımlarını almış ve daha birçok bahisler ilâve ederek «Nasihat el-Selâhattîn» adında bir kitap yazmıştır (Naîmâ,1967: 51).

Memlükler devrinde şehrin nüfusu hakkında kesin bilgi yoktur. Araştırmacılara göre şehrin nüfusu 10.000 civarındadır. XV. yüzyılda Memlük Devleti’nin ekonomik yapısının bozulması Kudüs’ü de etkiledi. XVI. yüzyıl başlarında Memlüklerin artık bölgede asayişi sağlayamadıkları görülmektedir. Bu dönemde Kudüs’e yapılan bedevî saldırıları hacıların şehre gelmesini engellemiş ve şehrin ekonomisine büyük darbe vurmuştur. Nihayet 1516’da Mercidâbık Savaşı ile Suriye’yi ele geçiren ve ertesi yıl Kahire’deki Memlük yönetimine son veren Osmanlılar Kudüs’e de hâkim olmuşlardır (Tomar,2002:335).

Yavuz Sultan Selim, Mercidâbık’ta Memlüklere karşı kazanılan zaferden sonra Halep, Hama, Şam üzerinden güneye doğru ilerleyerek 29 Aralık 1516’da İdrîs-i Bitlisî’nin de aralarında bulunduğu devletin bir kısım ileri gelenleriyle ve askerle birlikte Kudüs’e geldi. Kudüs, padişahın gelişinden önce Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine girmişti.

Şam Kapısı

Kudüs’teki Osmanlı Yönetimi

1831-1840 yıllarında gerçekleşen Kavalalı Mehmed Ali Paşa dönemi hariç Aralık 1917’ye kadar yaklaşık dört asır devam etti. Kudüs, Osmanlı yönetimi altında hep sancak statüsünde kalmakla birlikte bağlı bulunduğu merkez zamanla değişti. 1516-1831 yılları arasında Şam eyaleti, 1841-1865 yılları arasında Sayda eyaleti ve bu son tarihte Sayda ve Şam eyaletlerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Suriye vilâyeti içinde yer aldı. 1872-1917 döneminde ise müstakil mutasarrıflık statüsü verilerek doğrudan merkezî hükümete bağlandı. Malî açıdan önce Halep, 1860’ların ikinci yarısından itibaren Şam defterdarlığına bağlanmıştır (Aseli,2002:335).

Ahmet Cevdet Paşa’nın naklettiğine göre; Yavuz Sultan Selim’in Kudüs kalesine yerleştirdiği adamların sülâlesi üreyerek yerli nefer ismi ile bir grup meydana geldi. Bunlara Yeniçeri ağasının gönderdiği zabitler kumanda ederdi. Bu zabitten başkasına itaat etmezler gelip giden ziyaretçilerden yalnız onlar faydalanırlardı (Ahmet Cevdet Paşa,1973:383).

Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan kısa bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlara başladı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’s-Sahra’nın restorasyonuyla başlayan çalışmalar bugün hâlâ ayakta olan surların inşasıyla sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi kapısı vardır.

Eski Kudüs tarihî surlarla çevrilmiştir. Dört km uzunluğu ve yirmi metre yüksekliği bulunan bu duvarlar 1536-1542 yıllarında Kanuni tarafından yapılmıştır. Yedi meşhur kapısı vardır. Bunların en güzeli ‘Şam Kapısı’dır. “Arslanlı Kapı” ise Zeytin Dağı’na açılır. Hristiyanlar buna St. Stephen’s Gate, Müslümanlar ise Bâb-l Sitti Meryem derler. Bir diğer önemli kapı da Yahudi ve Ermeni mahallesine açılan Zion Gate (Siyon Kapısı)’dır. Buna Davud Kapısı da denir.

Türklerden Kudüs’e ilk giren Atsız Bey’dir. 1070’te ve 1076’da iki defa bu şehri ele geçirmiştir. Osmanlılar ise 1517’den 1917 sonuna kadar tam dört yüz sene Kudüs’e hâkim oldular (Dursun,2003:256).

XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren giderek belirginleşen Osmanlı merkez idaresinin zayıflaması Kudüs’ü de olumsuz etkilemiştir. Bunun en açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve özellikle de Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı. Kutsal mekânlara giden hacılar zaman zaman bedevîlerin saldırılarına mâruz kalmaktaydı.

Kudüs XVIII. yüzyılın sonunda beklenmedik bir tehdide mâruz kaldı. 1798’de Mısır’ı işgal eden Napolyon bir yıl sonra Gazze ve Remle’yi de ele geçirerek Kudüs’ün Akdeniz sahiliyle, ardından kuzeye doğru ilerleyerek Safed’i de ele geçirip Şam ile karayolu bağlantısını kesti. Bu gelişmeler Kudüs halkı tarafından tepkiyle karşılandı. Akkâ’da Cezzâr Ahmed Paşa’nın Fransız kuvvetlerine karşı galip gelmesi ve Mayıs 1799’da Fransızların bölgeden tamamen çekilmesi Kudüslüleri rahatlattı (Aseli,2002:336).

Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa yönetimi döneminde (1831-1840) Kudüs’te önemli değişiklikler oldu. Onun katı uygulamaları, vergilerin artırılması, silâhsızlandırma ve mecburi askerlik kararları 1834-1838 yılları arasında Kudüs merkezli bir dizi ayaklanmaya yol açtı. Aralık 1840’ta Kudüs tekrar Osmanlı yönetimine girdi.

Ahmet Cevdet Paşa 1800’lü yılların Kudüs’ünü şöyle anlatır: Kudüs’te ziyaretgâh olan Kamame Kilisesi 1807 senesinde yandığından Rumların ricası üzerine kilisenin tamiri için bir ferman çıkarıldı. Tamir işine Dîvân-ı Hümâyun hocalarından Abdürrahim Bey memur edildi. Ancak kilisenin tamiri işinde Ermenilerin ve Frenklerin de alâkası olduğundan tamir işine başlanamıyordu. Bunun üzerine kilisede Ermenilerle Frenklere muayyen yerlerin tamiri tahsis edilmek istendiyse de söz Frenklere kalırsa Napolyon’un tamir bahanesi ile bir fesat çıkarması mümkün olduğundan tamire hemen başlanması emredildi. Ermeniler bu tamir işine karşı koyarak ihtilâl çıkardılar. Bunların bir kısmı idam edildikten sonra tamir edilebildi (Ahmet Cevdet Paşa,1973:383).

Osmanlı dönemi Kudüs’ünde tekstil ve boyacılık, dericilik, sabunculuk ve metal atölyeciliği dallarında sanayi üretimi dikkat çekmektedir. İthalât ve ihracat açısından bakıldığında sabun Mısır’a, tahıl Mısır, Rodos ve Dubrovnik’e ihraç edilirken Mısır’dan pirinç, Şam’dan elbise ve kahve, İstanbul, Irak ve Çin’den bazı tekstil ürünleriyle halı ithal edilirdi.

Kudüs gelirleri arasında vergilerin yanı sıra üç kutsal din mensuplarının bölgeye yaptıkları düzenli ziyaretler sırasında yapılan satışlar ve özellikle hediyelik eşya üretiminden elde edilen gelirler de zikredilebilir. Alman seyyahı Seetzen, 1806’da Kudüs’te faaliyet gösteren esnaf ve tüccar sayısının en az 700 olduğunu belirtmektedir. Kudüs’ün en önemli gelir kaynağı ise İstanbul ve Mısır’dan gönderilen surrelerdir. Dışarıdaki yahudilerin Kudüs’teki dindaşlarına bir nevi zekât gibi gönderdikleri paralarla Avrupa krallıklarının Hristiyanlara yaptıkları malî destekler de Kudüs için önemli gelir kaynaklarındandı (Aseli,2002:337).

1850’lerden itibaren belirgin bir şekilde gelişmeye ve şehrin nüfusu artmaya başladı. İnşaat sektöründe önemli gelişmeler oldu ve işsizlik azaldı.

Daha önce ciddi bir gelir kaynağı oluşturan sabun üretimi XIX. yüzyılın ikinci yarısında geriledi. Bu dönemde Kudüs’te satılan hediyelik eşyaların üretimi de Beytüllahim’da yapılmaya başlandı. Osmanlılar’ın son döneminde Kudüs’e gelen Yahudi sayısındaki artış şehrin ekonomik yapısını fazla değiştirmedi.

1906 senesinde Kudüs’e vali olarak gönderilen Ahmet Reşit Rey, burada karşılaştığı bir kalpazanlık vakasından şöyle bahsediyor: 1906 senesi ağustosunun ortasında Kudüs’e ulaştım. Daha Yafa’da iken bir Yahudi çetesinin resmi ayarda gümüşten sahte beşlik basmakta olduğunu işittim, örneğini de gördüm.

O zaman gümüş beşliğin maden halinde kıymeti yüz para, mühürlü sikke halinde ise beş kuruş olduğuna göre, gümüş akçenin değeri külçe halindeki gümüşe oranla iki kat oluyordu. Bu sebeple gümüş paraları tam ayarıyla basanlar devletin itibarına ait olan yüzde yüz fazla kıymeti çalmış oluyorlardı. Bu kalpazanlığın engellenmesi ve sorumluların yakalanması çalışmalarına derhal başladık.

Kudüs’e geldiğimden üç gün sonra kalpazanlık alet ve edevatı şehir dışındaki büyük zeytin ağaçları altına atılmış olarak bulundu. Birkaç gün sonra da kalpazanlardan kaçamayanlar tutuldu. Fakat Amerika Birleşik Devletleri tebaasından olan iki kalpazan Yahudiyi tutuklamak isteyen polis memurlarına Amerika konsolosunun karşı çıktığı haber verildi. Bunun üzerine muhalefetten vazgeçmesini Umur-ı Ecnebiye [Yabancılar Dairesi] Müdürü aracılığıyla konsolostan rica ettim. Bu kişi, yaşlı başlı ve arkeolojiye meraklı bir adamdı. Ertesi günü hükümet dairesine bizzat gelerek, “Amerikan tebaasının Türk mahkemelerine teslimi meselesi hakkında Amerika hükümeti bazı itirazlar ileri sürmüştür. Mesele henüz sonuçlanmış değildir. O sebeple bu iki adamı teslim edemem” dedi. Amerikalı geçinen o iki Yahudi de ortadan kayboldu.

Bu hadiseden sonra Türk tabiyetinde bulunanlara her defa kanun hükmü uygulanırken yabancılara karşı aciz kaldığımızı düşünerek sıkılmaktan, hatta utanmaktan kurtulamadım (Rey,2007:82-83-84).

1914 Osmanlı nüfus verilerine göre, Osmanlı Devleti sınırlarındaki Yahudi nüfusu 187.073 (52.126’sı İstanbul ve çevresi, 21.259’u Kudüs) şeklinde bulunmaktaydı.1907’de La Haye’de toplanan Siyonist Kongresi’ne göre 90.000 Yahudi göçmen Filistin’de bulunmaktadır (Dündar, 2008:114)

Şahitlikler

İhtiyat Zabiti Münim Mustafa, “Kanal Seferi’nden Çanakkale’ye” isimli eserinde 1914 yılının Kudüs’ünü şöyle anlatıyor: Müteakiben Kudüs’te şayan-ı tetkik yerleri gezmeye başlamıştım. Artık şehri geziyordum. Kudüs, bir tepe üstüne mebni güzel ve temiz bir şehirdi. Yafa’ya bir şimendifer hattı ile bağlıydı. Akşamları caddelerinde seyir ve promenad yapan kadın erkek halk kitlesine tesadüf edilirdi. Orada Hristiyanların ziyaretlerine ziyade mazhar olan Kamame Kilisesi [var] idi.

Kiliseyi ben de merak etmiş ve bir gün gezmiştim. Kilise dâhilinde İsa Peygamber’in hayat ve menâkıbına ait birçok yerler vardı. Bunlardan en ziyade herkes tarafından nazar-ı dikkati celp edilen yer İsa Peygamber’in doğduğu, işkence gördüğü ve defnedildiği kabul edilen mahaldi.

Şayan-ı dikkat olan hususattan biri de Hazreti Meryem’in ağlar gibi heykeli üzerinde dünyanın dört ucundan gönderilen hediye mücevherat idi. Binlerce lira kıymetinde müzeyyenat heykelin üzerinde duruyor ve bunu herkes seyrediyordu.

Bundan sonra Mescid-i Aksa’ya gitmiş ve orada da Hacer-i Muallâka’yı vesair tarihî yerlerde tetkiklerde bulunmuştum. Kudüs’te buna mümasil birçok tarihî yerler daha vardı. Bunları vakit buldukça giderek tetkik ederdim.

Kudüs’ün şayan-ı dikkat mebânisinden biri de Cebel-i Tûr’da Cemal Paşa’nınkarargâhı idi. Burası her gece ışıl ışıl yanan elektrik ziyaları ile bir inci gibi nazara çarpardı. Akşamları tertip olunan ziyafet masalarının Kudüs’te büyük bir şöhreti vardı. (Mustafa,2018:51-52).                                                                 

1916 yılında Enver Paşa ile birlikte bölgeyi gezen Avusturya Macaristanlı General Joseph Pomiankowski, o günlerin Kudüs’ünü şöyle anlatıyor: Kudüs’e hareket ettik. Yolda Nâsıra ve içlerinden birinde bir evliya ailesinin bulunabileceği mağaraları ziyaret ettik ve meşhur Fransisken Manastırı’nda sabah kahvaltımızı yaptık. Kudüs’te o zamanki imparatoriçeye göre yeni Alman konağı adı verilen Auguste-Viktoria yurdunda kaldık. Bu yurt, Kudüs dışında bulunan ve Kidron vadisiyle şehirden ayrılan Zeytindağı üzerinde yeni inşa edilmişti. Heybetli ve fakat eski Alman imparator kaleleri stilinde büyük bir saraydı. Pencerelerinden, yüksekte bulunan Kudüs şehri ile aşağıda uzayan Ölüdeniz ve Ürdün vadisinin manzarasına doyum olmuyordu.

Şehirde ve sarayda (her ikisi de deniz seviyesinden takriben 800 metre yükseklikteydi) o kadar hissedilir derecede soğuk vardı ki, sobasız odalarda ve kaldığımız yurdun yemek salonlarında paltosuz oturmak mümkün değildi. Kudüs’ün görülmeye değer yerlerini gezmekle vakit geçirdik. Kılavuzum, bana her şeyi gösterip açıklayan Avusturya sarayının müdürü Pater Fellinger idi. Ben, Kudüslü Patrik Phlip Camossci’yi ziyaret etmeyi ve kendisine yakında Kudüs’e gelecek olan Avusturya-Macaristan askerlerini tavsiye etmeyi de unutmadım. Kudüs’te su oldukça kıttı. Bir çöl ortasında bulunan şehrin hemen hemen hiç kuyusu yoktu. Sadece iki aylık yağmur mevsiminde halk kendi sarnıçlarında toplanan yağmur sularıyla hayatını sürdürüyordu (Pomiankowski,1997:181-182-183).      

Kudüs’te Hristiyanların İktidar Kavgası

Akif Emre, yüzyıllardır süren bu iktidar kavgasının Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı hakimiyeti ile birlikte çözüldüğünden bahsediyor. Kıyamet Kilisesi’ndeki Osmanlı düzeninin son basamakları Yahudilerin de Ağlama Duvarı’na getirmişti. Zeytin Dağı’ndan şehre bakmaktan öte sürgünlerini aşamayan Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde Kanuni sayesinde saf tutabileceklerdir (Emre,2019:101).

Ne var ki Osmanlı’nın son dönemlerinde bu kavga tekrar başlamıştır. Sultan II. Abdülhamit dönemi, Kudüs valilerinden biri olan Ahmet Reşit Rey, buradaki Hristiyanların kendi aralarındaki iktidar savaşından kaynaklanan bu olayı şöyle anlatıyor: Hristiyanlar arasında kilise için yine hakimiyet kavgası çıkmıştı. Kilisedeki Rum rahiplerin reisi olan Eftimyos’un girişe yakın olan odasına girdim; olayı sordum. Rahip Eftimyos dedi ki: “Biz kudas ayini yapmak için her zamanki gibi türbenin içine girmiştik. Yine her zamanki gibi kutsal mezarın kapak taşı üstündeki mum lekelerini, tozları temizliyorduk. Dışarıdan bunu gören bir Latin rahibi yaygaraya başladı. Öteki rahipler koşuştular. Münasebetsiz bir durum olmaması için ayini kısaca yaparak çekildik. Başka bir şey bilmiyorum.”

O sırada konsolos da geldi. Eftimyos’a verdiği cevabı tekrar ettirdim. Kilisedeki Latin rahiplerine başkanlık eden papazı bulunduğumuz odaya davet ettim; iki rahiple beraber geldi. Hadisenin ne şekilde cereyan ettiğini ona sordum: “Kutsal mezarın bu hafta sonuna kadar temizlik nöbeti bizdedir.

Böyle olduğu halde Rumlar kudas için içeri girdikleri zaman bu vazifeyi bizden alma ya kalktılar; hukukumuza saldırdılar. Bu hale tahammül edemeyiz, hukukumuzun teminini isteriz” dedi. Rahip Eftimyos’a dönerek, “Siz ne diyorsunuz?” dedim.

Eftimyos, “Kudas ayininde kabrin üzerine konması gereken kutsal eşyayı oraya koymadan evvel taş üzerinde kalmış bazı mum lekesi ve toz gibi şeyleri temizlemek öteden beri âdetimizdir; Bunun dışında hiçbir şey yapmadık” dedi (Rey, 2007:94).

I.Dünya Savaşı sırasında Kudüs’e giden Halide Edip Adıvar bu iktidar kavgasından şöyle bahsediyor: Biri ötekinin hududunu bir parmak aşsa kan çıkar, bakın şu pencereye (pırıl pırıl yanan camı gösterdi) orası belki asırlardan beri kir ve örümcekten simsiyahtı. Hiçbiri dokunmaya cesaret edemiyordu. Hepsi orayı temizlemek hakkının kendine ait olduğuna inanmıştı. Aralarında biri maazallah bu camı temizlemeye kalksa muhakkak kan olurdu.

«O halde orasını kim temizledi?» diye sordum.

Güldü ve dedi ki: İki ay evvel buraya Enver Paşa gelmişti. Mezhep reislerinin hepsini çağırdı. «Bu camı temizleyin» dedi. Hemen bir kavgadır koptu. Kim fırçalayacak, kim su taşıyacak aralarında bir türlü karar veremiyorlardı. O zaman Enver Paşa Türk askerlerinin bu yerin muhafızı sıfatıyla bu işi yapacaklarını söyledi ve camlar bir saat içinde tertemiz oldu (Adıvar,1963:216-217).

Aynı yıllarda bölgeye giden Selahattin Adil Paşa da benzeri gözlemlerini şöyle naklediyor: Kilisenin döşemesi gayet eski kilimlerle örtülmüş ve Gregoryen Ermeniler için de üçgen biçiminde bir yer ayrılmıştır. Kilisenin iç hizmetlerinde bir mezhepten olan rahip diğer mezhebe ait olan bölüme ayak basmaz ve el sürmez. Genel görünümü ile bir bütün meydana getiren mabedin çeşitli mezheplere ait olduğu kabul edilmiş olan kısımlara diğer mezheplerden kimse karışamaz, el süremez. Hatta İsa’nın doğduğu yer bütün mezheplere ait olduğundan duvarları tozlu, resimlerden bazılarının camları kırılmış olduğu halde kimse tamir ve temizlemeye yetkili değildir (Sarıbay,1982:63-64).

Kilisedeki iktidar kavgasını 1916 yılında Enver Paşa ile birlikte bölgeyi gezen Avusturya Macaristanlı General Joseph Pomiankowski şöyle anlatıyor: 26 Şubat günü meşhur ve muhteşem Ömer Camii’ni, sonra ihmal edilmiş, bakımsız haliyle insana hüzün veren harabe halindeki bir kiliseyi ziyaret ettik. Bu duruma sebep, papazlar arasında dört (İtalyan, Rum, Ermeni ve Habeşî) değişik âyînin uygulanmasıydı. Bu türlü âyinler ile müşterek kilise idare etmek ve korumak gerçekten zordu. Kilise mihrabının yakınında süprüntüler arasında nöbet tutan süngülü bir Türk askeri vardı. Hangi dini kaidelerle bu yerin temizlenmesi gerektiği konusunda papazların anlaşamadıkları ve bu konuda çıkabilecek herhangi bir çatışmayı önlemek için de Türk hükümetinin oraya asker dikmek zorunda kaldığı söylendi (Pomiankowski,1997: 182-183).      

Kudüs’ü anlatmaya bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.