İsrail, tankların arkasına sığınmış öksüz bir Amerika değildir. Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması için açılan yolların kimilerine göre dikenli kimilerine göre tahammüle değecek yollar olması, Amerikalılar nezdinde ekonomi-politik bir Haçlı seferi değerindedir.
Şehnaz FINDIK

İsrail bir kola devleti değildir. Bilhassa Ramazan aylarında heyecanlı bir spikerin düzmece bir ekrandan okuduğu ve maksadı gözyaşı reytingi olan vurulmuş bir Gazze haberi de değildir. En delikanlı halimle karşısına geçip diklendiğim titrek bir Yahudi askeri de değildir. Hele ki duman altı Fatih kıraathanelerinde adam asmaca oynayarak ipe götürdüğümüz Siyonizm hiç değildir. İsrail, yumruklarımızı sıktığımız bir savaş meydanında bizi terk eden birliğimizin, yolda kalmış arabamızın ve tükenmek bilmeyen ihtiraslarımızın ta kendisidir. İsrail, bizim “biz” olamadığımız her yerdir.
“Uluslararası Yahudilik” der İngiliz Tarihçi Jonathan Schneer, “Yer altında da olsa, güçlü bir etkendir.”[1] Amerika’daki Yahudi finans çevrelerinin maksadını yeteri kadar anlamış olacak ki Balfour Deklarasyonu için bir ihanet şebekesinin yer altındaki fısıltılarını coşkuyla dile getirir. Zira Almanya ve Rusya’daki Siyonizm karşıtlığına son vermenin “öteki” olanı şeytanlaştırmadan geçtiği konusunda onu referans alabileceğimiz pek çok tahlil sunar. Zaten insan için en sarsıcı ikna yöntemi de bu değil midir? Hepimiz öteki olanın en kötü olduğuna kani olduğumuzda, kendimizi birilerinin siyasi hesapları içerisinde bulmaz mıyız? Öyle olmasa İsa’yı çarmıha gerenlerin bugünkü Hristiyan topluma Semitizmi mağduriyet ve Anti-Semitizmi Yahudi düşmanlığı olarak satmasını nasıl izah edeceğiz?
Evet, “İsrail ne değildir?” diyorduk. İsrail, tankların arkasına sığınmış öksüz bir Amerika değildir. Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması için açılan yolların kimilerine göre dikenli kimilerine göre tahammüle değecek yollar olması, Amerikalılar nezdinde ekonomi-politik bir Haçlı seferi değerindedir. Camp David’in büyük bir ustalıkla dayattığı İsrail’in güvenliği sorununa binaen Arapların birliğini bozacak her türlü siyasi, ekonomik ve askeri direnişin zihinlerden sökülüp atılması işi yeni tip bir Haçlı Seferi’dir. Bu sefer ile inşa edilmek istenen temel düşünce, Arap zihninde İsrail’in meşru bir devlet vasfı kazanması için dikotomik bir gerginlik yaratmaktır. Artık İsrail’e saldırmayacağından emin olunan Arapların bir sonraki aşamada İsrail’i kendilerinden koruması beklenir. Bu noktada İsrail, bizim parçalanmış zihnimizin bir oyunudur.
Öte yandan İsrail, mert bir savaşçı değildir. 1954’te İsrail’in ikinci başbakanı seçilen ve eski bir Osmanlı subayı da olan Moşe Şaret’in savaşçı bir direniş toplumu yaratmak için intikamın ahlaki bir değer ve adeta kutsal bir ilke olarak kabul edilmesini savunduğu konuşması buna örnektir.[2] Nitekim Şaret gibi sözde kontrollü terör üretenlerin büyük bir sulh maskesi taşıması da bataklığın aşikâr olmayacağından emin olmak içidir. Bundandır ki maskenin altındaki gizeme yaklaşıldıkça terörün şiddeti de ifşa edilmeye müsaittir. Şaret’in “intikam toplumu” planı ile yapılmak istenen her şey şecaat yoksunluğundan dolayı rafa kaldırıldığından İsrail, alçakça bir mücadeleyi devlet politikası haline getirmiştir.
Uluslararası politikanın ham maddesi olarak güç, birine istediğin her şeyi yaptırabilme kapasitesi olduğu kadar, o şeyi -tabiri caizse- kendini parçalamadan da yaptırabilme kapasitesidir. Dolayısıyla İsrail’in mert bir savaşçı olmadığı varsayımından hareketle Şaret gibilerin kontrolü kaybetmesiyle ortaya çıkan güç patlaması, kendi kendini yok etmeye oldukça müsaittir. Bunun Arap dünyasındaki yansıması ise güdülecek her türden siyasette uluslararası kamuoyuna bu “nametliği” terör olarak pazarlamak olacaktır.
İtiraz ettiğinizi duyar gibiyim. Elbette “namert” bir duruşun pazarlanmaya ihtiyaç duymayan bir “terör” olduğu konusunda hemfikiriz. Ancak “İsrail ne değildir?” diye sorgularken yakanıza yapışan politik mefhumları yeterince doğru kullanmazsanız söz konusu mücadelenin peşinize takılan milyonlarca umut için nasıl bir fecaat olduğunu göremezsiniz. Bugün önünde fal oku çektiğimiz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin damarına basan en büyük meselenin kavramlar olduğunu bilmemiz de yine bu açıdan önemlidir. İsrail’in “Arz-ı Mevud” ütopyası ile karşılık bulmaya çalıştığı ancak bulamadığında hırçınlaştığı bu sürecin tamamı aslında kavramsal üretimin aksiyoner yapılmasıyla yakından alakalıdır. Öyle olmasa 1930’lu yıllarda İsrail’e zemin hazırlayan “ziraat göçleri” parlatması yapılır mıydı? O vakit bu kavramların kendi anlayacakları dilden “pazarlanması” neden bizim için itiraz konusu olsun?
Yukarıda pazarlık sürerken yapılacak en anlamlı başkaldırılardan biriyle devam edelim. İsrail, içinde yaşadığımız sistemin bir parçası olsa bile sistemin kendisi değildir. Theodor Herzl’in “Yahudi Devleti” kavramı, devletler sistemi içerisinde kendine yer arayan bir ulus devlet hedefler. Ancak bu devlet, aryan olmayan bir ulusun, dilin ve ortak hafızanın taşıyıcısı olamayacağına göre İbraniceyi ve Yahudi ırkını dinsel bir bağlam ile yeniden üretmeyi meşru göstermelidir. İşte burada imdada yetişen evvela sınırları ve kapasitesi belli olan “sistem”dir. 1948’e kadar Yahudi Devleti tezi ile yol alan Siyonistlerin bu tarihten sonra İsrail Devleti tanımına tutunmaları tam da bu kavramsal arayışların bir sonucudur. Ulus devlet sınırları içerisinde konfor alanını genişleten Siyonizm, artık kendi teo-politik sistemini seküler-küresel sistem içerisinde asimile etmek zorundadır. Dolayısıyla küresel güçlerin, İsrail’in oyun kurucu olduğu bir sistemde sıradan aktörler olduğu safsatası da komplo teorilerinden öteye gitmeyen konulardır. İsrail, insan hakları ve uluslararası hukuk arasında çiğnenmeye mahkûm bir terör devletine dönüşürken elbette dünya kamuoyunun vicdanını hiçe sayamayacak kadar sisteme entegre olmuş küresel bir “lobi devleti”dir de. Lobicilik faaliyetlerinin İsrail’e can suyu taşıdığını bilmek, onu kapitalist sistem içerisinde sıkboğaz etmek için bir amentü niteliğindedir. Dolayısıyla İsrail’in elini kolunu bağlayacak, psikososyal dengesini bozacak, siyaseten sesini kısacak her türlü işin başı, lobiciliği sistem ile uzlaştıran sebepleri ortadan kaldırmaktır. Diyeceğim o ki Müslüman zihinlerinden İsrail’in sistemin kendisi olduğuna dair mitolojik ön kabulleri ortadan kaldırırsak Siyonizm’in görünmeyen lobilerini ortadan kaldırmış oluruz.

Son olarak en başta söyleyeceğimizi en sonda söyleyelim. İsrail, Orta Doğu’nun kaderi değildir. Dünya üzerinde yer değiştirerek küreyi defalarca turlamış kabilelerin hiçbiri kendilerinin “kızıl elma”sını bugünkü “vaat edilmiş topraklar” ülküsü gibi efsaneleştirme zahmetine girişmemiştir. Moğolların dünyayı talan ettiği yarım asırda bile böyle bir karizmatik iddiaları olmamıştır. Kur’an-i Kerim’de her ne kadar İsrailoğullarının ne derece sevimsiz işler yaptığı belgelense de tarihsel boyutlarıyla bu iddialarının desteklenecek, yenilip yutulacak tek bir yanı yoktur. Zaten vaat edilmiş topraklar bahsinin kapitalist ulus devlet sistemi içerisinde alkışlanacak türden pozitif bir yönü de yoktur. Zoraki düzenlemelerle, iş birliği ortaklıkları ile ve güçlü bir lobi desteğiyle İsrail, başarılı bir terör şirketidir. Tarihsel hafızanın üzerine yapay bir ideal inşa ederek yarattıkları bu örgüt, İngiliz “Orta Doğu”sunu bir “Doğu Sorunu” olmaktan çıkarıp bir sistem sorunu haline getirmiştir. Hal böyle olunca İngiliz aklı, Orta Doğu’daki enerji politik kazanımlarını korumak için emperyalist refleksin dışında bir refleks geliştirmek zorunda kalmıştır. Tabii olarak Yahudilerin Orta Doğu’daki serencamının kaderin ötesinde bir “ürün yerleştirme” faaliyeti olduğunu fark eden ilk emperyalist akıl da İngilizlerdir. Nitekim 1946 yılında İngiltere’de yayınlanan bir raporda, Yahudilerin Filistin’deki “Haganah”, “Stem” ve “IZL” adlı örgütlerine ait, sayısı 60 bini bulan silahlı bir gücü olduğu ve bu özel ordunun yasal olmadığı uyarısı, kurulacak bir Yahudi devletinin terörü meşrulaştıracağını açıkça göstermiştir.
Tamam da İsrail ne değildir? Bunca tahlil ve tebyine gerek duymadan, şu işin bir çırpıda söylenebilecek tek nefeslik sözü yok mu? Zor da olsa var gibi. İsrail, içinde yaşadığımız çağın adamı değildir dostlar. Çağı dizayn eden sistemin bir parçası olmasına karşın yaşam motivasyonunu intikam ve ihtiras hikayelerinden alan hastalıklı bir zihniyetin sonucudur. İnsanlığın en bozuk zihniyetini teknolojik gelişim ve evrensel söylemlerin arkasına sığınarak kendi içinde yeniden üretmiş bir güç müptelasıdır. Bu türden saldırganlığın meşru bir zemine oturması için kavramlarla oynayan, politik esnekliği kaşıyan İsrail’in anlayacağı dilden konuşmayı geç de olsa iyi öğrendik. Geç dediysek ziyanı yok, pergelin bir ucu niyetimize sabitken kapasitemizi istikrarlı bir şekilde artırıyoruz. Sistemin arızalı ve eksik bıraktığı her yerden kendimize yeni bir Aksa planı çiziyoruz.
Bu açıdan İsrail’in ne olmadığını biliyor ve buna göre hareket ediyoruz. Küresel finans kuruluşlarının ve lobicilik faaliyetlerinin arkasına sığınmış Siyonizm’in iddia ettiği gibi insanlığa huzur ve barış getirmediğini tecrübe eden Batı’nın Türk aklına yaklaşma gayretini ise büyük bir heyecanla izliyoruz. Bu yazının tashih edildiği süreçte Türkiye’nin yeni yüzyılı için yeniden seçilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın (Mavi Marmara sürecinde sarf ettiği) şu sözleriyle bu kez İsrail’in ne olduğunu söylemiş olalım: “Filistin’in 1947’den itibaren topraklarının bu terör devleti İsrail tarafından nasıl işgal edile edile bugünkü bir parça Filistin toprağına döndüğünü anlattılar. Anlatacağız, durmayacağız. Bu haritaları göstererek anlatacağız. Terör devleti İsrail’in ne olduğunu tüm dünyanın bilmesi lazım. Özellikle gençlerimize sesleniyorum. Gençler, bu terör devleti İsrail’i çok iyi tanımanız, çok iyi anlamanız lazım. Bizi yeniden kısır çekişmelerin, dar kalıpların, sahte gündemlerin, karanlık senaryoların kıskacına hapsetmek isteyenlere eyvallah etmedik. Bundan sonra da etmeyeceğiz. Şunu bilin, tüm dünya mazlumları güçlü bir Türkiye’nin ayağa kalktığı, kalkacağı günü bekliyor.”[3]
[1] Jonathan Scheneer, Balfour Deklarasyonunu: Arap-İsrail Çatışmasının Kökenleri, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul: 2011, s. 379.
[2] Konuşmayı aktaran Noam Chomsky; Livia Rokach, “İsrail’in Kutsal Terörü: İsrail Başbakanlarından Sharett’in Özel Güncesi’nden”, Belge Yayınları, İstanbul: 2006, s.9.
[3] Stratejik Düşünce Enstitüsü, Erdoğan: Terör Devleti İsrail’in Ne Olduğunu Tüm Dünya Bilmeli , https://www.sde.org.tr/ortadogu/erdogan-teror-devleti-israilin-ne-oldugunu-tum-dunya-bilmeli-haberi-22368, 21.05.21