Müslümanlar, Hz. Ömer’in hilafeti sırasında 636 yılında Kudüs’ü fethedip kontrolleri altına aldıklarında Yahudilerin Kudüs’te yaşama yasağını kaldırırlar. Bundan sonra Kudüs ve çevresindeki Yahudi nüfusu daha önce göç etmiş oldukları yerlerden geri gelişlerle yavaş yavaş da olsa artar.
Yusuf YAZAR

Ortadoğu’yu arzın sadrı hâline getiren üç aidiyet ve irtibat mahallinden birisidir Kudüs; Musevîler ve İsevîler kadar biz Muhammedîler için de belli bir öneme ve vazgeçilmezliğe sahiptir. Kudüs’ün İsevîler ve Musevîler için de en az biz Muhammedîler için söz konusu olan kadar güçlü bağlar arz etmekte olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Bir manevî miras ortaklığı söz konusudur; çünkü Hz. İbrahim’den Hz. Davud’a, Hz. Süleyman’a ve Hz. İsa’ya, Musevîlerce ve İsevîlerce tanınan tüm peygamberler biz Muhammedîlerin de peygamberidir, hatıraları bizler için de değerlidir. Bu da bölgeyi paylaşılamaz ve değerli kıldığı kadar, üzerinden ilişki ve mutabakatlar geliştirme imkânı da sunan bir durum ortaya çıkarmaktadır. Ortadoğu Kudüs’ten ibaret değilse de ortak ilgi odağı olduğundan, Ortadoğu’ya olan ilgiyi ve onun manevî arka plânını anlamanın anahtarı olduğu kadar, bölgede barışı tesiste rol oynayabilecek bir nitelik ve tarihe sahiptir.
Bu nedenledir ki, şehrin adaletle yönetimi, olmazsa olmaz olan birinci derece gerekliliktir; bu gerekliliğin pratiğe aktarılmasında, tarafların aidiyet ve duyarlılıklarını dokunulmaz kılmak açısından geçmiş on dört yüzyılı aşkın bir tarihte gözlenmiş olan gerçeklerin değerlendirme içinde tutulma zorunluluğu ise vurgulanması gereken ikinci önemli husustur.
Üç ümmetin Kudüs konusundaki hassasiyeti, normal şartlarda (bir dış müdahale ya da yönlendirme olmadıkça) ille de çatışma doğurucu değil, belki daha çok sevgi ve dostluk doğurucudur. Çatışma ortamına zemin hazırlayıcı olan durumlardan önde geleniyse, bu üç kesim temsilcilerinden bir kısmının Kudüs’ü kendi siyasal hedef ya da ideolojileri için bir dayanak ve merkez olarak görmesi ve kullanmak istemesidir.
Kudüs’te kimlerin gözü olduğu bellidir. Ama soru şudur: Şu kadar bin yıldır yaşadıklarından sonra Kudüs’ün gönlü kimdedir?
Binlerce yıllık macerası içerisinde Kudüs her üç ümmetin mensupları tarafından da yönetilmiş olma tecrübesini yaşamıştır. Dolayısıyla, altını çizdiğimiz soruya cevap verebilmek için onun bu tecrübelerini çok kaba hatlarıyla hatırlamak yerinde olacaktır.
Dinî perspektifle bakıldığında (odaklandığımız bu bölgede başka her perspektif anlamsızlığa mahkûmdur), genelde Ortadoğu ve özelde ise Filistin coğrafyası ve Mekke m.ö. 18.nci yüzyıl dolaylarında anlam ve önem kazanmaya başlamıştır. Çünkü yaklaşık olarak bu yüzyılın başlarında ilahî bir işaretle orijinal hâlleriyle her üç İbrahimî dinin ortak başlangıç ismi olan Hz. İbrahim, kendi öncülüğündeki bir toplulukla birlikte putperestliğin önde gelen merkezlerinden olan Mezopotamya’daki Ur şehrinden çıkarak Bereketli Hilâl üzerinde batı yönünde göç eder. Nihaî menzil Hilâl’in batı kenarında yer alan Kenan ilidir (Filistin). Ve dünyanın sadrı artık, binlerce yıl sonra İngilizlerin kendi ülke konumlarına göre isimlendirmesi ile Ortadoğu olacaktır. O günden bugüne, söz konusu üç ümmeti karakterize eden tutumlarına ışık tutacak belli bazı gerçeklerin altını çizmek doğru olacaktır.
Musevî toplumun son dönemde öne çıkarmış olduğu tutumları dolayısıyla işaret etmek gerekirse; Filistin Coğrafyasından Mısır’a (m.ö. 1700’ler) ve sonra oradan tekrar Filistin coğrafyasına olan göçleri nedeniyle iyi bilinen Hz. Yakub (lâkabı İsrail’dir) ve Hz. Musa’dan sonra Yahudiler için anahtar isim, aynı zamanda hükümdar olan Süleyman peygamberdir. Süleyman tapınağı onun döneminde inşa edilir (m.ö. 960-935). Bu tapınak şu an itibariyle Kudüs’te Moriah Tepesi (Tapınak Tepesi) olarak anılan yerdedir (Müslümanlar buraya, Mescid-i Aksa’nın bulunduğu mahâl olduğu için Harem’üş Şerif derler).
Judaea’daki (İsrail’in güney bölgesi) ayaklanmaları (m.s. 132), Yahudilere karşı gelecek olan büyük darbeye sebep olur: Romalılar tarafından Kudüs onlardan alınır ve İtalyan kolonisi hâline getirilir. Yahudiler sürgün edilir (bu, üçüncü sürgündür) ve kendilerine yılda yalnızca bir kez oraya girebilme izni verilir. Bu tarihten sonra yüzyıllar boyunca Kudüs ve çevresinde Yahudilerin varlığı pek hissedilmez; Yahudiler dağılmıştır ve diaspora’dadır.[1]
Hristiyanlar için Kudüs ve çevresi Hz. İsa ve Hz. Meryem’in doğup yaşadığı yer olduğu kadar Hristiyanlığın da doğup geliştiği ve yayıldığı ana merkezdir.
Hristiyanlığın tarihsel olarak içine doğmuş olduğu dünya, Roma İmparatorluğu dünyasıdır; yani, Kudüs ve çevresi Roma’nın kontrolündedir. Bu coğrafya, Hristiyanlığın kutsal bildiği hatıralarla ilgili fizikî mekânların bulunduğu bölgedir. Hz. İsa’nın doğmuş olduğu yer olan Beyt’ül Ahim-Bethlehem- buradadır; çocukluğunun geçtiği yer olan Nâsıra’nın olduğu Celîle bölgesi hemen Kudüs’ün kuzeyinde olan bu bölgededir; son akşam yemeğini yediği dağ- Zion Dağı- buradadır, Dağ Vaazı’nı vermiş olduğu sanılan dağ, bu bölgededir (Celîle’de); yargılanıp çarmıha gerildiği tepe (Calvera) ve yeniden dirilip[2] Allah katına yükselmeden önce defnedilmiş olduğu mezar (Kutsal Kabir) buradadır. Musevîlere vaaz ettiği sinegoglar buradadır, Müslümanlarca da peygamber olarak bilinip ihtiram gösterilen Hz. Süleyman’ın, Hz. Davut’un ve Hz. Meryem’in kabirleri buradadır ve daha niceleri.
Ve dahası, Kudüs Hristiyanlık inancında, kıyamet öncesinde Hz. İsa’nın dönecek olduğu yerdir. Dolayısıyla, Kudüs ve çevresi Hristiyanlar için olmazsa olmaz ve vazgeçilemez olandır, hac-ziyaret mahalidir. Filistin coğrafyası Hristiyanlar açısından vazgeçilemeyecek önemde olsa da daha sonraları Hristiyanlık kendisine Filistin dışında, belli ölçüde kutsallık da izafe edeceği ana merkezler edinecektir; dolayısıyla, Yahudilerden farklı olarak kendi kaderini Kudüs ve çevresiyle özdeşleştirmeyecektir.

Müslümanlar, Hz. Ömer’in hilafeti sırasında 636 yılında Kudüs’ü fethedip kontrolleri altına aldıklarında Yahudilerin Kudüs’te yaşama yasağını kaldırırlar. Bundan sonra Kudüs ve çevresindeki Yahudi nüfusu daha önce göç etmiş oldukları yerlerden geri gelişlerle yavaş yavaş da olsa artar.
Burada tarihî bir gerçekliğe işaret etmekte fayda var; iki bin yıllık savrulmuşluk yıllarında Yahudiler en fazla Müslümanların kontrolünde olan yerlerde rahat edip, serbesti sahibi olmuş ve kendilerini geliştirmişlerdir[3]. Endülüs ve diğer bazı İslâm memleketleri (Irak, İran, Horasan ve Türkistan bölgelerindeki büyük şehirler, vd.) Musevî inancında olanlar için bir barış yurdu olmuştur; Musevîler bin bir zulme uğratılarak 1492 yılında Hristiyanlarca İspanya’dan nihaî olarak kovulduklarında da büyük ölçüde Osmanlı yurduna iltica etmişlerdir.
Kudüs’ün tarihinde, iki yüz yıla yakın bir süre boyunca şehre hükmetmiş olan, bir barış ve sevgi öğretisi içerisinden katliam ve zulümle özdeş bir yorum üretebilmiş ve zulmün ve kan içiciliğin destanını yazmış olan Haçlı Şövalyeleri dönemi İsevî geleneğin mensupları adına kayda geçmiş durumdadır. Bu dönemde Haçlı zulmünün muhatapları yalnızca Müslümanlar değildir, az sayıdaki Musevî de onlar gibi tarihlerinin kara bir dönemini yaşamıştır. Bu dönem kayıtları kadar Avrupa ülkelerinde son dönemde gözlemlenen inanç ayrımı kökenli yabancı düşmanlığı, Hristiyan Avrupalıların (genelde Batılıların) bu bölge yönetiminde söz sahibi olmaları hâlinde bugün de adaletli olabilecekleri konusunda inandırıcı olamayacaklarını söylemektedir.
Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) ile birlikte kurulmuş olan Kudüs Haçlı Krallığı’nın[4] 1290 yılında Selahaddin Eyyubî tarafından yıkılmasından sonra Kudüs her üç İbrahimî geleneğin mensupları için yeniden bir barış yurdu niteliği kazanmış ve bu sükûnet hâli ciddi ve iz bırakıcı ihlâller yaşanmadan 1917 yılı Aralık ayı başlarında, Birinci Dünya Savaşı’nın kritik sonuçlarından birisi olarak Osmanlı kuvvetlerinin bölgeden çekilmesi ve sonrasında İngilizlerin şehrin kontrolünü ele geçirmesine kadar devam etmiştir. O günlerde açığa çıkan bir Yahudi siyonist devleti kurulma (İngiltere, ABD ve Fransa katkı, çaba ve himayeleriyle) hazırlıkları[5] Kudüs’ün bir barış yurdu olmaktan çıkarılma kararlılığının ilanından başka bir anlama gelmeyecektir.
Kurulacak olan İsrail devletinin gerekli Yahudi nüfusuna sahip olmasını sağlamak için 1917 yılında Balfour Deklarasyonu’nun ilanından itibaren tüm dünyadan İsrail’e yoğun bir Yahudi göçü gerçekleştirilmiş, Yahudi örgütleri silahlandırılmıştır. Yahudi göçü seferberliği, İkinci Dünya Savaşı yılları ve sonrasında gerçekleştirilmiş en önemli faaliyetlerden birisidir.
Yaşamış oldukları büyük küçük sürgünler, onların büyük bir kısmında koruyuculuğuna atıfta bulunarak ‘ne olursa olsun güç ve devlet’ düşüncesini kuvvetli bir amaç hâline getirmiştir; bu özlem ve amaç ise On dokuzuncu yüzyılda Siyonizmin doğuşu için uygun zemini oluşturmuştur. Ama siyonist idealler çerçevesinde bir İsrail devletinin kuruluşu Kudüs’ü ve çevresini özellikle Müslüman ve Hristiyan topluluklar için bir barış yurdu olmaktan çıkarıcı gelişmelere yol açacaktır.
Birinci Dünya Savaşı ile ivme kazanan bir Yahudi Devleti’nin kurulması düşüncesi İkinci Dünya Savaşı sona ererken, Birleşmiş Milletler’in 29 Kasım 1947 tarihli Filistin’in taksimi kararıyla[6] resmiyet kazanmıştır. Bu BM kararı Kudüs’e özel bir uluslararası statü öngörür. Ama bu hüküm, öylece kâğıt üzerinde kalacaktır.
Artık bölgeye vaziyet eden güç ABD’dir. Siyonistlerin hayallerinin ilk adımının gerçekleşmesi için bölgedeki Osmanlı irade ve himayesinin sona erişinin üzerinden otuz yıl gibi bir sürenin geçmesi yeterli olmuştur. Uzun vadede bakıldığında Filistin’de bir Yahudi siyonist devletinin gerçekleşmesine destek vermekle Batılı büyük güçlerin çok kârlı bir yatırım da yapmış oldukları anlaşılır; çünkü bu sayede Araplara ödedikleri petro dolarları silah ve askerî araç gereç vererek geri alabilmişlerdir. Zengin Arap ülkeleri silah almakta yarışmışlardır, çünkü Filistin’de Yahudi İsrail Devleti’nin vücut bulduğu gün Arap-İsrail savaşları başlamıştır. 1948’de ilki yapılan Arap-İsrail savaşları ilerleyen yıllarda tekrarlanacak, her savaş sonrasında İsrail sınırlarını biraz daha genişletmiş olurken Arap devletleri de yeniden ve daha büyük bir hırsla silahlanma eğilimine gireceklerdir. Arap liderlerinin İsrail düşmanlığı biraz da kendi halkları nezdinde desteklerini artırarak varlıklarının meşruiyetinin sorgulanmasını önleme çabasındandır. Savaş 1956, 1967 ve 1973 yıllarında da tekrarlanacak ve her seferinde İsrail biraz daha genişleme fırsatı elde edecektir. Genel bir savaşın olmadığı dönemlerde de İsrail, Lübnan ve Filistinli direnişi üzerinden gerilimi tırmandıracak ve sonuçta kendileri için Batı Şeria’nın ve Gazze Şeridi’nin bir kısmından oluşan alanı bile çok gördüğü Filistinliler için Ürdün’ü vatan olarak tanımlayacaktır.
ABD ve diğer Avrupalı büyük güçler İsrail’e verdikleri modern silah ve araç gereçlerin bir önceki model ya da versiyonunu Arap ülkelerine sağlayarak (böylece savaşın gidişini önemli ölçüde önceden belirlemiş olarak) bölgede büyük bir silah pazarı kurmuş olurlar.[7]
Batılı güçlerin teşviki, belirlemesi ve himayesi altında kurulmuş olan bölgedeki Arap devletlerinin yine aynı Batılı güçlerin koruması ve himayesi altında vücut bulmuş ve kendilerinden bir parça olarak addettikleri İsrail devletine karşı gerçek bir savaş verebilmeleri zaten pek mümkün değildi. İsrail’e savaş açarken Arap yönetimleri de meşruiyetlerinin Batılı efendilerce sağlanmış olduğunu unutuyor değillerdi ama kendi iç kamuoylarının hissiyatını tümüyle göz ardı etme şansları bulunmuyordu.
Bu değerlendirmeler, Kudüs’ün bir barış yurdu olabilmesinde sözünü ettiğimiz aidiyet ve duyarlılıkların ne kadar da kolay ihlâl edilebildiklerinin ve ne büyük kırılganlıklara yol açabileceğinin örneklerini sunmaktadır.
Özellikle Müslümanlar söz konusu olduğunda İsrailli Siyonist yöneticilere adalet diye bir kaygının yabancı olduğuysa 1948’den bu yana, herhangi bir tartışmayı gerektirmeyecek ölçüde aşikâr olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı başlarından bugünlere kadar İngiltere, ABD ve Fransa öncülüğünde Batı’nın adalet kriterini ve duygusunu saf dışı bırakarak kendi menfaat paylaşımlarını esas alarak sağlamış oldukları düzen ya da sistemin sürdürülemez olduğunun işaretleri çoktandır görünür olmuştur. Batılı otorite ve aktörlerin makyaj mahiyetindeki zaman kazanmaya yönelik ‘bahar’ adımlarıyla da bu durumun geçiştirilebilir olmadığı açıktır. Açık olan bir diğer gerçekse, Kudüs’ün bugün görüldüğü şekliyle kaosun merkezi hâline gelmesine yol açan şeyin İngiltere ve ABD’nin bölgeye ilişkin politikaları olduğudur. Bu bağlamda ilave edilmesi gereken bir şey de Müslüman toplumların,heyecan doğurabilecek bir ruhtan yoksun olan İslam İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerden umabilecekleri bir şeyin bulunmadığıdır. Son yirmi yılda bölgedeki dalgalanmaların insanda hissettirdiği şey ise Ortadoğu coğrafyasında tarihin telafi sayfalarının yazılmakta olduğudur.
Tarihî gözlemlerden çıkarılabilecek olan ve kimsenin tartışma konusu yapamayacak olduğu bir gerçek, Hz. Ömer döneminde burasının Müslümanlarca fethiyle birlikte Kudüs’ün her üç inanç mensupları için de bir barış yurduna dönmüş olduğudur. Kudüs’te nasıl bir adaletin gerekli olduğunu bilmek ve anlamak isteyenler için Hz. Ömer’in oradaki tutum ve uygulamaları bir rehberliğin temelini oluşturabilecek mahiyet ve öneme sahiptir.
Kuşku duyulamayacak olan şey, Kudüs’ü fizikî olarak kim kontrol ediyor olursa olsun, onun gönlünün, İbrahimî gelenekten gelip geçmiş tüm peygamberlere ihtiram ederek kendisine Ömer inceliğiyle yaklaşanda olduğudur; netice itibariyle ve hakikat plânında kazanan da bu inceliği bütün bir gönlüyle paylaşanlar olacaktır.
[1] Ayrıntılı bir değerlendirme için Bknz. Başlangıcından Bugüne Ortadoğu, Büyüyen Ay Yayınları.
[2] Müslümanlar Hz. İsa’nın çarmıha gerilme olayıyla ölmemiş olduğuna ve doğrudan Allah katına yükseltildiğine (yıl: 33) inanırlar. Hristiyanlar ise, Hz. İsa’nın çarmıhta ölmüş olduğuna, defnedildikten sonra dirildiğine, ve bu diriliş sonrası bazı havarilerine göründüğüne ve sonra da Allah katına yükseltildiğine inanmaktadırlar.
[3] İstanbul’un henüz Konstantinopolis olarak Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezi olduğu ve Kudüs ve çevresinde de Haçlı şövalyelerin kurmuş olduğu Hristiyan devletlerinin egemen olduğu dönemde, 1159 yılında Tuleytulalı (Toledolu) bir haham olan Benyamin doğuya doğru 14 yıl sürecek olan bir seyahate çıkar. Dünya Yahudilerinin nerelerde yaşamakta olduğu, sayılarının ne olduğu ve ne durumda oldukları sorularının cevaplarını bulma amacıyla çıkılmış bu seyahatin notlarından oluşan seyahatname önemli bilgiler ihtiva eder. O yıllarda ‘dünya’ Avrupa, Asya ve Afrika’dan oluşmaktadır; açık denizler henüz aşılmamış, Amerika henüz keşfedilmemiştir. Osmanlı çınarıysa henüz bir tohum hâlindedir. Benyamin, İtalya ve Yunanistan üzerinden Konstantinopolis’e, oradan Ege adaları üzerinden Suriye ve Filistin’e, oradan Irak ve İran ve deniz yoluyla Basra ve Kızıldeniz üzerinden Yemen ve Mısır üzerinden dönen bir güzergâh üzerinde 100’den fazla yerleşim merkezine uğrar ve buralardaki Yahudilerin sayısını ve durumlarını öğrenip seyahatnamesinde
kaydeder. Dikkat çeken şey, dünya Yahudi nüfusunun çok büyük bölümünün İslam coğrafyasında (özellikle de Endülüs’te ve Dijle nehrinin ve Basra Körfezi’nin doğusundaki şehirlerde –Cizre, Musul, Bağdat, Kûfe, Basra, İsfahan, Şiraz, Semerkand, vd.) meskûn olmuş olduğudur; çünkü İslâm yurdu onlar için de bir barış ve esenlik yurdu olmuştur.
[4] Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) ve sonrasında bu dönemde (On ikinci ve On üçüncü yüzyıllar) bölgede başka Haçlı Hristiyan şehir devletleri (Urfa’da, Antakya’da, Kudüs’te ve Trablusşam’da) de kurulmuştur. Bu bağlamda Antakya 1268 yılına kadar Haçlıların kontrolünde kalmıştır. Haçlı yapılanması Trablusşam’da de 1289 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
[5] Bu bağlamda 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklerasyonu olarak bilenen ve İngiltere Dışişleri Bakanı A. Balfour tarafından siyonist hareket liderlerinden Lord Rothschild’e yazılmış olan mektup bir dönüm noktasının işareti olarak algılanmıştır.
[6] Küresel hükümranların, mükemmel olmasa da Kudüs’te belli bir huzur ortamını sağlayabileceği düşünülebilecek olan (o zamanlar daha çok Arap kamuoyunu teskin etmeye yönelik bir adım olarak düşünmüş oldukları) 1947 Taksim Plânı’nın ya da bir benzerinin uygulanması için İsrail’e karşı hiçbir mecbur edici adımı atmayışlarından (eğer tersi yönde teşvik etmemişler ve hâlen de etmiyorlarsa) mevcut kaotik ortamı kendileri açısından olumlu ve kârlı buldukları sonucunu çıkartmak çok yanıltıcı değildir. Bugünkü durum itibariyle ise, o zamanlar Araplar nezdinde kabul görmeyen 1947 Taksim Plânıyla Filistinlilere bırakılacağı belirtilmiş olan topraklar çoktan İsrail topraklarının bir parçası olmuş durumdadır.
[7] Bu arada not etmiş olalım: İsrail’in vücut bulmasında değilse de tanınmasında ABD ile olan müttefiklik statüsü Türkiye’nin İsrail’i ilk tanıyan (28 Mart 1949) ülkeler listesine eklenmesine yol açmıştır. Bir bakıma, bir İslâm ülkesi olarak Türkiye bu amaçla kullanılmıştır (Türkiye, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında İsrail’i ilk tanımış olan ülkedir; İsrail’i ilk tanımış olan ülke ise ABD olmuştur). Türkiye’nin o yıllarda Arap ülkelerine mesafeli duruyor oluşu bu tutumun takınılmasını kolaylaştırmıştır.