Mescid-i Aksa’nın Bugünkü Statüsünü Osmanlı Devleti Belirledi

Sadece Mescid-i Aksa’nın değil, Kudüs’teki Hristiyanlara ait kutsal mekânların statüsünün de büyük oranda Osmanlı Devleti tarafından belirlendiğini ve bugün hâlâ bunun korunduğunu hatırlatmakta fayda var.

Turgut Alp BOYRAZ

AA Ortadoğu Haberleri Editörü

Filistinlilerin “Nekbe” yani “büyük felaket” ismini verdiği İsrail’in kuruluş günü (15 Mayıs, 1948), Filistin ve İsrail toplumlarının zihninde taban tabana zıt şekilde algılanıyor.

İsrailliler için “bir devletin kuruluş” günü olan 15 Mayıs, Filistinliler için ise nüfuslarının yüzde 67’sine tekabül eden 957 bin kişinin vatanlarından zorla çıkarılması, kültürel ve sosyal dokunun yok edilmesiyle başlayan ve günümüze kadar devam eden felaketler silsilesi anlamına geliyor.

O tarihten bu yana nüfus artışıyla birlikte Filistinli mültecilerin sayısı dünya genelinde 6 milyonu aştı. Bunların 5 milyondan fazlası, Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’na (UNRWA) kayıtlı durumda.

Siyonizmin iddiası

Siyonistlerin, Filistin topraklarını “işgal gerekçeleri” arasında üç iddia öne çıkıyor.

Bu iddiaların ilki, yazar Israel Zangwill’in “Topraksız bir halk için, halksız bir toprak” sözüyle ifade edilen “halksız topraklar” fikriydi. Filistin’in işgalini “haklı göstermeye” çalışan en büyük propagandalardan biri olarak sunulan bu iddiayla Filistinlilerin varlığı inkâr edildi.

Siyonistlerin ikinci iddiası, 2070 yıl önce bu topraklarda “İsrail Devleti”nin var olduğu şeklindeydi.

Üçüncü iddia ise “Filistinlilerin topraklarını satıp gönüllü olarak yurtlarını terk ettikleri” yönündeydi. Siyonistlerin defaatle öne sürdüğü ve uluslararası kamuoyunda kendisine taraftar bulan bu gerekçeyle, Filistinlilere yapılan katliamlar ve tehcirler görmezden gelindi. Oysa bu iddianın aksine İsrail devleti kurulduğunda Yahudilerin bölgede sahip olduğu toprakların oranı yüzde 5’i geçmiyordu.

İsrail devletinin inşasına giden tarihi süreç

Nekbe’nin ilk tohumunun Fransız General Napolyon Bonapart’ın fikriyle atıldığı, dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından yayınlanan Balfour Deklarasyonu ile şekillendiği ve son olarak İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion tarafından somutlaştırıldığı söylenebilir.

Napolyon Bonapart 1799 yılında, Osmanlı idaresi altındaki Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikrini gündeme getirdi. Sonraki süreçte dünyanın her yerinden Yahudilerin gruplar halinde Filistin’e göç etmesi sağlandı. Böylelikle Siyonist Yahudilerin Filistin topraklarını ele geçirmesi için zemin hazırlandı.

Osmanlı’nın tüm engel olma çabalarına rağmen Filistin’e Yahudi göçü devam etti. İngiliz General Edmund Allenby, Aralık 1917’de Kudüs’ü işgal etti. Böylece Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlı Devleti’nin tam 400 yıllık Filistin hâkimiyeti sona erdi ve “Siyonistlere” hareket alanı açıldı.

Bölgenin 1917’de İngiliz sömürgesine girmesiyle Filistin’e Yahudi göçü daha da hızlandı. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın 1917 yılında yayımladığı ve Yahudilerin Filistin’de devlet kurmasını öngören “Balfour Deklarasyonu” ile İngilizler, İsrail’in kurulmasına desteklerini ilan etti.

Modern Siyonizm fikrinin kurucusu Theodor Herzl’in başkanlığında 1897’de İsviçre’de düzenlenen Pal Konferansı’nda, kurulacak yeni devletin esasları belirlendi. 

Bu andan itibaren “Siyonizmin dini değil, milliyetçi fikirleri benimseyen, emperyalist ve ırkçı yerleşime hizmet eden, sömürgeci bir siyasi hareket olduğu” netleşti.

Herzl, Yahudi devleti kurulması projesine uluslararası onay almaya çalıştı. Dönemin Osmanlı Padişahı Sultan 2. Abdülhamid’i “Filistin’de Yahudiler için toprak elde etme” konusunda ikna edemeyen Herzl, aradığı desteği İngiltere’den almayı başardı.

Herzl 1902’de, bu devletin (İsrail), “barbarlığın karşısına dikilen uygarlığın ileri karakolu olacağını” beyan etti.

Herzl’in bu söylemi gerçekte karşılığını bulmadı. Aksine 1950’deki “Dönüş Yasası” ile göçmen olarak İsrail’e gelen her Yahudiye vatandaşlık hakkı verildi ve Filistin toprakları, dünyanın dört bir yanındaki Yahudiler için “vatan” ilan edildi. Topraklarına geri dönmek isteyen Filistinliler ise bu haktan mahrum bırakıldı. Geride bıraktıkları tüm mülklere, “kamulaştırılarak” el konuldu.

İngiliz manda yönetimi altında Kudüs ve Mescid-i Aksa (1917-1948)

Tekrar İngiliz manda yönetimi dönemine dönerek Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın durumuna göz atalım.

Öncelikle şunu belirtelim ki bugün “Mescid-i Aksa’nın statüsü” dediğimiz durum, Osmanlı Devleti tarafından oluşturuldu.Buna göre Mescid-i Aksa Müslümanlara ait bir vakıf tarafından yönetilmekte ve sadece Müslümanların kutsal mekânı olarak kabul edilmekteydi. Yabancıların bu kutsal mekânı ziyaret etmesine müsaade ediliyordu ancak burada Müslümanlardan başkasının ibadet etmesine izin verilmiyordu. Müslüman olmayanlar sadece ziyaretçi olarak Harem-i Şerif’e girebiliyordu.

Bu durum İngiliz manda yönetimi zamanında da aynen devam etti. İngilizler Mescid-i Aksa Vakfı’nın yetki alanına müdahale etmekten kaçındı.

Mescid-i Aksa’nın batı duvarı olan Burak Duvarı’na Yahudiler Ağlama Duvarı ismini veriyor. İngiliz manda yönetimi döneminde Yahudiler, bu duvarın önüne masalar koymak ve burada ibadet etmek istediler. Müslümanlar ise buranın Mescid-i Aksa’nın bir parçası olduğunu belirterek buna şiddetle karşı çıktılar. İngilizler 1930 yılında bu konuyu bir komisyona havale ettiler. Komisyon bu duvarın Mescid-i Aksa’nın bir parçası olduğuna ve Müslüman vakfın yönetimi altında kalmasına karar verdi.

Yahudiler bu karardan memnun olmayarak burada ibadet etme girişimlerini zaman zaman tekrarladılar. Burak Duvarı’nın önündeki Fas Mahallesi olarak adlandırılan yer, meskûn bir alandı ve duvarın hemen dibinde Filistinlilerin yaşadığı evler vardı. Yahudilerin burada ibadet etme girişimleri nedeniyle yaşanan gerilimler neticesinde 1936 yılında “Burak Devrimi” olarak bilinen Filistin isyanı patlak verdi. Bununla birlikte Burak Duvarı, 1967’ye kadar Mescid-i Aksa vakfına bağlı kaldı.

Sadece Mescid-i Aksa’nın değil, Kudüs’teki Hristiyanlara ait kutsal mekânların statüsünün de büyük oranda Osmanlı Devleti tarafından belirlendiğini ve bugün hâlâ bunun korunduğunu hatırlatmakta fayda var. Bunun en önemli örneği, Hristiyanlar tarafından Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ve sonrasında göğe yükseldiği yer olduğuna inanılan mekânda bulunan Kıyamet Kilisesi’dir. Hristiyan mezheplerden hangilerinin bu kilisenin hangi kısmında hâkim olacağı, kiliseyi kimin açıp kapatma yetkisinin bulunduğu (iki Müslüman aile) gibi tüm ihtilaflı konular, Osmanlı döneminde fermanla belirlenmiş ve bugün hâlâ harfiyen uygulanmaktadır. Bu sayede Hristiyan mezhepler arasındaki çatışmalar önlenebilmiştir.

Bu arada içerisinde Kudüs’ün de bulunduğu tüm Filistin’i yönetmek için İngilizlerin kurdukları sömürge yönetimine resmi olarak, “Filistin için Britanya Manda Yönetimi” (British Mandate for Palestine) isminin verildiğini de buraya not düşelim. 1948’e kadar süren bu dönemden kalan kâğıt para, posta pulu, kimlik kartı ve diğer tüm resmi dokümanlarda Filistin ismi geçmekte, İsrail zikredilmemektedir.

İsrail’in kuruluşu ve Kudüs’ün ikiye bölünmesi (1948-1967)

Filistin topraklarındaki İngiliz manda yönetimi 1948 yılına kadar devam etti. BM Genel Kurulu’nda 29 Kasım 1947’de Filistin’in, Yahudi ve Filistin devleti olarak bölünmesini öngören karar onaylandı. BM’nin tarihi Filistin topraklarını Yahudiler ve Araplar arasında pay etmek üzere yayımladığı bu planda, Kudüs’ün özel bir statüye tabi tutularak uluslararası toplumun kontrolüne verilmesi öngörülüyordu. Kudüs’e verilen bu özel statünün sebebi, onun üç semavi din için de kutsal şehir olmasından kaynaklanıyordu.

Karara başta Filistinliler olmak üzere Arap ülkeleri karşı çıkarken, Siyonistler ise bunu memnuniyetle karşıladı.

Bölünme kararının ertesi günü, Siyonistler tarafından kurulan Haganah adlı silahlı çete tarzı terör örgütü, Yahudilerin ikamet etmesi için hazırlanan bölgeleri ele geçirdi. Bu bölgelerin arasında Kudüs’ün batı kısmı da bulunuyordu. Filistin’de İngilizlerin manda yönetimi sona erer ermez, 15 Mayıs 1948’de David Ben Gurion İsrail devletinin kurulduğunu duyurdu.

Bu tarihten sonra Yahudilerin “kendilerine ayrılmış” bölgelere yönelik göçleri büyük ölçüde arttı. Mısır, Suriye, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün tarafından oluşturulan Arap ordusuyla İsrail arasında meydana gelen savaş da söz konusu göçü önleyemedi.

Bu savaş, 3 Mart 1949’da İsrail’in BM’ye tam üye olarak kabul edilmesiyle sona erdi. İsrail, ABD ve ardından Türkiye dâhil dünyadaki ülkelerin pek çoğu tarafından tanındı.

Böylece tarihte ilk kez Kudüs şehri ikiye bölünmüş oldu. Şehrin batısında yer alan köy ve kasabalar İsrail’de kalırken, içerisinde Mescid-i Aksa’nın da yer aldığı kutsal mekânları barındıran Kadim Kudüs ya da Eski Şehir olarak adlandırılan kısım, Ürdün’e bağlandı.

Doğu Kudüs’te Ürdün dönemi (1948-1967)

İsrail’in kurulmasının ardından içerisinde Doğu Kudüs’ün de bulunduğu Batı Şeria Ürdün yönetimine, Gazze ise Mısır’a bağlandı.

İsrail’in 1967’de şehri işgal etmesine kadar geçen on dokuz yıllık sürede Doğu Kudüs ve Batı Şeria’nın tamamında Ürdün kanunları geçerli oldu.

Tahmin edilebileceği üzere bu dönemde Mescid-i Aksa’ya yönelik herhangi bir ihlal yaşanmadı. Harem-i Şerif tıpkı Osmanlı Devleti ve İngiliz Manda Yönetimi altında olduğu gibi Müslümanlara ait vakıf tarafından yönetilmeye devam etti.

İsrail devletinin üzerinde kurulduğu Filistin topraklarında yaşamaya devam edebilen Müslümanlar ise bu dönemde Mescid-i Aksa’ya gelemedi. Çünkü İsrail ile Ürdün düşman pozisyonundaydı ve sınırları birbirine kapalıydı.

1967 işgali sonrası Doğu Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın durumu

İsrail 1967’de yapılan 6 Gün Savaşı’nda Ürdün, Mısır ve Suriye’yi yenerek Gazze Şeridi, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ni işgal etti.

Gazze’den 2005 yılında çekilen İsrail, o zamandan bu yana abluka altında tuttuğu bölgede insani kriz yaşanmasına yol açarken, doğrudan ilhak ederek başkenti ilan ettiği Doğu Kudüs ve askeri yönetim altında tuttuğu Batı Şeria’da yahudileştirme politikalarını da sürdürüyor. 

Suriye’de yaşanan iç savaştan yararlanan İsrail, 2015’te işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’ni ilhak ettiğini duyurdu.

İsrail 1978’de Mısır ile imzaladığı Camp David Barış Anlaşması neticesinde, Sina Yarımadası’ndan çekilmişti.

Filistinli Araplar, İsrail’in 1967’de Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ni işgal etmesiyle sonuçlanan 6 Gün Savaşı’nın başladığı 5 Haziran’ı, “Yevmu’n Nekse” (Kayıp Günü) adıyla anıyor. Filistinliler Nekse’yi, 1948’de İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesi anlamında kullandıkları “Nekbe’nin” (Büyük Felaket) devamı olarak görüyor.

Tam 56 yıldır devam eden bu işgalin en yakıcı şekilde hissedildiği yer ise Doğu Kudüs ve burada bulunan Mescid-i Aksa’dır.

Siyonist güçlerin 1948 yılındaki savaşta Kudüs’ün batısını ele geçirdiğini, yukarıda belirtmiştik. Şehrin Ürdün’ün kontrolünde kalan surlarla çevrili doğu kısmını da 1967’de ele geçiren İsrail, uluslararası hukuku ihlal ederek tüm şehirde İsrail yasalarının geçerli olduğunu ilan etti. İsrail, bu şekilde Doğu Kudüs’ü de fiili olarak ilhak etmiş oldu.

İsrail meclisi 1980’de kabul ettiği bir yasayla Kudüs’ü doğusuyla batısıyla İsrail’in “birleşik başkenti” ilan etti. Böylece Doğu Kudüs’ün ilhakı resmiyet kazanmış oldu. 

Buna karşılık BM Güvenlik Konseyi (BMGK) 1980 yılında İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak ederek başkent ilan etmesini geçersiz sayan 478 sayılı kararı kabul etti.

İsrail’in yasa dışı şekilde Doğu Kudüs’ü ilhak etmesi, uluslararası hukuktaki “işgalci güç, işgal ettiği topraklar üzerinde hâkimiyet hakkına sahip değildir” ilkesinin ihlali anlamına geliyor. 

Doğu Kudüs bugün hala hiçbir ülke tarafından İsrail toprağı sayılmıyor. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ve büyükelçiliğini buraya taşıyan tek ülke olan ABD’nin Doğu Kudüs konusundaki tutumunda ise belirsizlik hâkim.

Dönemin ABD Başkanı Donald Trump tarafından 2017’de alınan, büyükelçiliği Kudüs’ün batısına taşıma kararının, “Doğu Kudüs’ü İsrail toprağı olarak kabul etmek anlamına gelip gelmediği” konusunda farklı görüşler var.

ABD’nin “Kudüs, İsrail’in başkentidir” yönünde aldığı kararda, “Kudüs şehrinin nihai sınırları iki taraf (İsrail ve Filistin yönetimi) arasında yapılacak müzakereler sonunda belirlenecektir.” ifadesi de yer alıyor. Bu da pekâlâ ABD’nin Kudüs’ü doğusuyla batısıyla birleşik olarak İsrail’in başkenti saymadığı, bu konuyu tarafların müzakerelerine bıraktığı şeklinde okunabilir.

Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu uluslararası toplumun ekseriyeti, “1967 sınırları içerisinde (Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’de) başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasını” destekliyor. Filistin yönetiminin de hedefi bu yönde. Her ne kadar bugün Filistin devleti ilan edilmiş ve onlarca ülke tarafından tanınmış olsa da toprakları üzerindeki İsrail işgalinin devam etmesinden dolayı egemen bir devlet olmaktan uzak bulunuyor.

Fas mahallesi ve Burak Duvarı

İngiliz manda yönetimi döneminde Yahudilerin Burak Duvarı’nın kendilerine verilerek ibadete açılması talebinde bulunduğunu ancak Filistinlilerin tepkisi üzerine İngilizlerin bunu reddettiğini yukarıda belirtmiştik.

İsrail güçlerinin 1967’de Doğu Kudüs’ü işgalinin ardından yaptıkları ilk işlerden biri, Burak Duvarı’nın önünde bulunan Filistinlilerin yaşadığı Fas mahallesindeki evleri yıkmak oldu.

Evlerin buldozerlerle yıkılmasının ardından Yahudilerin Ağlama Duvarı olarak adlandırdıkları duvarın önünde şimdi görülen geniş alan açıldı. Böylelikle Yahudilerin taleplerinden biri gerçekleşmiş oldu. Müslümanların Burak Duvarı adını verdikleri Mescid-i Aksa’nın batı kısmında yer alan bu duvar, Yahudilerin ibadetlerine açıldı ve Müslümanlara ait vakfın kontrolünden çıktı. Her gün yüzlerce İsraillinin geldiği duvarın önünde İsrail askerleri de zaman zaman yemin törenleri düzenliyor.

1967 işgalinin ardından Mescid-i Aksa’ya giren İsrail askerleri burada yer alan Kubbetü’s-Sahra’nın üzerine İsrail bayrağı dikti. Filistinlilerin anlattıklarına göre Doğu Kudüs’teki dönemin Türk konsolosu Mescid-i Aksa’ya gelerek, “Bu bayrağı indirmezseniz sadece Filistinlileri değil, tüm Müslümanları karşınıza alırsınız” diyerek bayrağın hemen indirilmesini istedi. Bu dönemde İslam dünyasını topyekûn karşısına almak istemeyen İsrail bu bayrağı indirdi.

Devam eden yıllarda İsrail güçleri Mescid-i Aksa Vakfı’nın yetkilerine büyük oranda dokunmadılar. Harem-i Şerif sadece Müslümanların ibadet ettiği, gayrimüslimlerin ise vakfın izniyle ziyaret edebildikleri bir yer olarak kaldı. Bununla birlikte İsrail polisi vakfın işlerine her fırsatta karışmayı, örneğin içerde yapılacak bir tadilat için hangi malzemelerin girip giremeyeceğine bile kendileri karar vermeyi denedi.

Mescid-i Aksa’ya gayrimüslimler tarafından gerçekleştirilecek ziyaretler için vakıf, “Yabancı Ziyaret Programı” (Foreign Visit Program) ismiyle bir kısım kurarak bu ziyaretleri organize etti. Yabancı ziyaretçilerin girişi için bilet satan yerler tahsis edildi. Vakfa bağlı görevliler, kapılarda bekleyerek ziyaretçilere içerde giymeleri için uygun kıyafetler sağladılar.

Bu arada İsrail ile Ürdün arasında 1994’te imzalanan barış anlaşmasıyla Tel Aviv yönetimi, Ürdün’ün Mescid-i Aksa Vakfı ve diğer kutsal mekânlar üzerindeki hamilik pozisyonunu resmi olarak tanıdı. Bu tarihe kadar Ürdün’ün hamilik rolü de facto olarak devam etmişti.

Aksa intifadası ve ziyaretlerin yasaklanması

Dönemin İsrail Başbakan Ariel Şaron 2000 yılında beraberinde çok sayıda polisle vakfın izni olmaksızın Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi. Filistinlilerin buna gösterdiği tepki ve İsrail askerlerinin kanlı müdahalesi şehirde daha sonradan “Aksa İntifadası” olarak adlandırılacak kanlı olayların fitilini ateşledi.

Bunun üzerine Mescid-i Aksa Vakfı durumun değiştiğini belirleterek gayrimüslimlerin bu kutsal mekânı ziyaret etmesini yasakladı. İsrail polisi vakıftan bu ziyaretleri yeniden başlatmasını talep etti ancak Müslümanlar durumun buna elvermediğini belirterek bunu reddetti.

İsrail polisi 2003 yılında vakfın izni olmaksızın bu ziyaretleri tek taraflı olarak başlattı. Vakfın tüm itirazlarına rağmen Yahudi yerleşimciler çok sayıda İsrail polisi eşliğinde Harem-i Şerif’e girmeye başladı. Avluda dolaşan ancak buradaki mescitlerin içerisine girmeyen bu yerleşimciler zaman zaman daha önce yerinde “Süleyman Mabedinin” bulunduğuna inandıkları Kubbetü’s-Sahra’ya yüzlerimi dönerek ibadet etme girişimlerinde bulunuyor.

Mescid-i Aksa Vakfı ve Filistinliler çok sayıda polis eşliğinde gerçekleşen fanatik Yahudilerin ziyaretlerinin bu kutsal mekân üzerindeki Müslümanların egemenliğinin bir ihlali olduğunu belirterek, bunları baskın olarak niteliyor.

İlk başlarda haftanın belirli günlerinde sadece sabah saatlerinde gerçekleşen bu baskınlar, bugün haftada beş güne kadar yükselmiş durumda ve sabah ile öğle sonrası olmak üzere tüm güne yayılmış bulunuyor. Vakfın bu baskınlara son verilmesi yönündeki çağrıları da İsrail tarafından reddediliyor. Son yıllarda vakıf, bu baskınlara son verilmesi halinde kendilerinin 2000 öncesinde olduğu gibi “Yabancı Ziyaret Programını” (Foreign Visit Program) başlatacağını söylüyor ancak İsrail polisi bunu reddediyor.

Filistinliler bu baskınların, buradaki Müslüman egemenliğini aşındırarak nihayetinde Harem-i Şerif’i zaman ve mekân olarak bölmek ve bir kısmını Yahudilere tahsis etmek amacına matuf olduğunu kaydediyor.

Fanatik Yahudi yerleşimcilerin söylemleri ve el-Halil kentinde bulunan Haram İbrahim Camii’nin başına gelenler, Filistinlilerin bu kaygılarını güçlendiriyor. Bazı fanatik Yahudiler Mescid-i Aksa’yı yıkarak yerine daha önce burada var olduğuna inandıkları “Süleyman Mabedi”ni inşa edecekleri yönünde söylemlerde bulunuyor.

İsrail’in Harem-i Şerif’e yönelik müdahaleleri, sadece bu baskınlarla da sınırlı değil. Mescid-i Aksa’da yapılacak tadilatlarla ilgili malzemelerin girişlerini engellemekten, ibadet etmek için buraya gelenlere zaman zaman yaş sınırlaması getirmeye kadar birçok ihlalde bulunuyor.

Mescid-i Aksa’ya açılan tüm kapılarda İsrail polisi bulunuyor ve kimlik kontrolü gibi bahanelerle sık sık Filistinli gençleri taciz ediyor, içeri almıyor ya da darp edebiliyor.

İsrail yönetimi 2017 yılında Mescid-i Aksa’nın tüm kapılarına metal detektörler kurarak ibadet etmeye gelenleri, havaalanlarında olduğu gibi tek tek aramak istedi.

Bu şekilde içeri girmeyi reddeden Filistinlilerin direnişi ve uluslararası toplumdan gelen tepkiler üzerine İsrail güçleri geri adım atarak kapılardaki metal detektörleri kaldırmak zorunda kaldı.

UNESCO’dan Mescid-i Aksa kararı 

Birleşmiş Milletler Bilim, Eğitim ve Kültür Örgütü (UNESCO) aldığı birçok kararda Mescid-i Aksa’nın Yahudilikle bir bağı olmadığını belirtti. Örgüt kararlarında Mescid-i Aksa’nın Müslümanlıkla olan güçlü bağına ise birçok kez vurgu yaptı.

2013 yılında alınan bir UNESCO kararında İsrail’in, Kudüs’teki dini ve kutsal yerleri idare etme biçimi eleştirilirken, Kudüs’ün Müslümanlar, Hristiyanlar ve Museviler için kutsal bir kent olduğu ifade edildi. Mescid-i Aksa’nın Müslümanlıkla bağlantısına özellikle dikkat çekilen kararda, İsrail’in bu bölgenin Musevilikle bir bağı olduğu iddiasına ise yer verilmedi. 

Kudüs Ayrım Duvarı ile Filistinlilerden koparılıyor

Doğu Kudüs’teki 420 bin Filistinlinin dörtte biri, 2003’te inşa edilen Ayrım Duvarı nedeniyle şehrin diğer bölgelerine geçemiyor. Ebu Dis, Ezeriye, Kufr Akab gibi yoğun nüfuslu mahalleler, şehirden bu şekilde koparılan yerler arasında. 

Ayrım Duvarı aynı zamanda Batı Şeria’daki 3 milyona yakın Filistinlinin de Doğu Kudüs’e geçişini engelliyor. Abluka altındaki 2 milyon nüfuslu Gazze Şeridi’nden de kimse ne Batı Şeria’ya ne de Doğu Kudüs’e geçebiliyor. Böylece Doğu Kudüs, tarihi hinterlandından koparılarak Filistinlilerden izole ediliyor. 

Hiçbir ülkenin vatandaşı değiller

İsrail’in Doğu Kudüs’ü fiilen ilhak etmesine rağmen burada yaşayan Filistinliler İsrail vatandaşı sayılmıyor ve vatandaşlık haklarından yararlanamıyor. Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinlilerin ekseriyeti de İsrail vatandaşlığına geçmeyi reddediyor. Doğu Kudüs’teki 420 bin civarındaki Filistinli, İsrail makamlarının verdiği “Kudüs Kimlik Kartı” ile şehirde sürekli ikamet etme iznine sahip. 

Söz konusu Filistinliler aynı zamanda Ürdün pasaportuna da sahipler ancak bu pasaportlarda da vatandaşlık numarası bulunmuyor. Bu nedenle tam olarak Ürdün vatandaşı da sayılmayan Doğu Kudüslü Filistinlilerin Ürdün’de çalışma ve devlet hizmetlerinden yararlanma hakkı da yok. 

Bir nevi arafta kalan Doğu Kudüs’teki yüz binlerce Filistinli ne İsrail ne Ürdün ne de Filistin vatandaşlığına sahip oldukları için “devletsiz” yaşıyor. 

İsrail vatandaşlığı bulunmayan ancak İsrail makamlarının verdiği Kudüs Kimlik Kartı ile şehirde sürekli ikamet izni olan Filistinlilerin, bu hakları da çeşitli bahanelerle ellerinden alınabiliyor. Bu nedenle Doğu Kudüs’teki 420 binin üzerindeki Filistinli, sürekli olarak doğdukları şehirden sürülme korkusuyla yaşıyor. 

Son olarak belirtmek gerekir ki Filistin direnişinin kalesi olarak adlandırılan Mescid-i Aksa, bu direnişi daima zinde tutan bir işlev görüyor. Filistinlilerin de sıklıkla kaydettiği üzere Mescid-i Aksa toplumun seküler ya da dindar tüm kesimlerini direnişin etrafında birleştiren bir işlev görüyor.

İsrail açısından ise bu kutsal mekân, bu şehrin yahudileştirilmesi önündeki en büyük engellerden biri.